Yeni Üyelik
22.
Bölüm

2. Kısım - 8. Bölüm

@recaizdemammudekre

Bihruz Bey Türklerde adam gibi şair yetişmediğini ve çünkü Türkçede şiir söylenemeyeceğini yine kendisi gibi alafranga beylerden işitmiş, Vâsıf’ın şarkıcılıktaki maharetiniyse çocukluğundan beri hanelerine gelen okumuş hanımlardan anlamış, dinlemiş ve hatta şairin: “Olma sokak süpürgesi kadın kadıncık ol” refrenini havi manzumesini o hanımların ağzından pek çok defalar işiterek bellemiş ve iptidaları letaif kabilinden addettiği bu refreni alafrangalık yolundaki fikir ve hissi teessüs ve takarrür ettikten sonra münasebetsiz görmeye başlamıştı. Muhabbetnamesine bir kuple de ilave etmek hevesinden ileri gelen tefekküratı arasında uykusundaki garaib-i meşhudatını tahattur ediverince bunca kupleyi filanı ve hatta –iptida kendi uşağı Mişel ve sonra konağın emektarı İbiş Ağa tarafından mükerreren ihtar olunduğu halde– öğle taamı vaktinin geciktiğini dahi unutmuştu. Bu esnada kalemi muvakkaten terk etmiş olan sağ eli yeleğinin cebindeki tek kapaklı ve Keler mineli “Brege” işi saati çekti, beyin nazar-ı dikkatine arz etti. Saat dokuzu çeyrek geçtiğini gösteriyordu. Bey vaktin bu kadar ilerlemiş olduğunu ummadığından saati kulağına tuttu dinledi. Saat “çıt çıt çıt çıt!” diyordu. O zaman Bihruz Bey, “İnsan örö olunca vakit nasıl çabuk geçiyor!” dedi. Filhakika Bihruz Bey pek mesuttu. Yine Bel Elen’i terennüme başladı. Artık taamın ikisini birleştirmeye, yani vakti geçmiş olan dejöneden sarfınazarla dineyi biraz erkence etmeye karar vererek Mişel’i çağırdı, kararını ona tefhim etti. Harem dairesine geçti. Biraz sonra elinde cildi kaba, şirazesi perişan bir kitapla geldi, mahut masanın üzerine koydu. Kendi de sandalyesine geçti oturdu. Kitabı açtı, yaprakları sık sık çevirerek süzmeye başladı. Bu kitap Vâsıf’ın Mısır’da basılmış Divan-ı Eşar’ıydı ki harem dairesinde daima odadan odaya gider, elden ele gezerdi. O cihetle zavallı divanın kara meşinden kabaca ve yaldızsız cildi yıpranmış, şirazesi dağılmış, sahifelerinin birçoğu bükülmüş, birçoğunun üzerine kurşun kalemiyle mürekkeple okunur okunmaz, bozuk düzen birçok şarkılar beyitler yazılmıştı.

Kitabı dadı kalfa bulup beyine arz ettiği zaman bey çehresini buruşturarak: “Kel vilen livr!” demiş ve mamafih kuple sevdasından bir türlü vazgeçemediğinden divanı malgre bongre alıp getirmişti.

Baş tarafından sahifelere birçok göz gezdirdi. Aradığını bulamadığı, gördüğü şeylerin birçoğunu anlamak şöyle dursun hatta okumaya bile muktedir olamadığı cihetle sıkılmaya ve ara sıra bıyık altından müstehziyane gülerek: “Çince mi bunlar? Kel drol dö langaj!” demeye başladı. Filhakika şairin kasaidi içinde müsadif-i nazar-ı istiğrabı olan sözlerden:

 

Çûb-ı müjeye n’ola dayansa nigeh-i yâr

Bâ za’f-ı savm hasta-i bî-tâb ü tüvândır

Kâfûr gibi ten ile o bâlâ-kad-i nâzik

San kâmet-i şem’-i ‘asel-i câmi’-i ândır

 

beyitlerinin elfazı teşhis olunsa bile müeddası anlaşılacak şeylerden midir? Bihruz Bey “çub” kelimesini mahut sokak süpürgesi karinesiyle o süpürgeden bir tel olmak üzere tanımak istedi. “Müje”nin de “meze” olacağına hükmetti. Fakat bir çöple rakı mezesine dayanmakta ne zevk olacağını anlayamadı. “Som mermer-som yaldız” denildiği gibi “somhasta” da denildiğini hiç işitmemişti. Mamafih bunu da hoş gördü ve “kâfur”un kanfr olacağına bir sabıka-i sımayla intikal etti. “Ten-nazik-cami” kelimelerini de pek iyi tanıdıysa da kanfrdan “ten” olur mu diye düşündü. Şairin bu fikrine de hayli şaştı kaldı. “Aradığımı galiba burada bulamayacağım” diyerek Divan’ın kasaid kısmını geçti. Tevarih takımına gelince ta başta gözüne ilişen “Tarih kâh ... Der-kurb-ı Çamlıca-i sagir” ibaresinden “Çamlıca” lafzı münasebetiyle enterese olmak istedi. Fakat “kâh-der-kurb-sagir” kelimelerini nasılsa tanıyamadığından ibarenin manasını anlayamadı. Anlamaya çare
düşünürken paşa peder merhum tarafından mahdum bey için aldırılmış ve fakat mahdum beyin tahsili bilahare bütün bütün alafrangaya dökülmesiyle yaldızlı maldızlı, cicili bicili, yek hacim, yeknesak kütüb-i mütenevvia-yı efrenciyeyle kesb-i intizam ve ziynet eden meşe ağacından mamul, oymalı Avrupakâri kütüphanesi içinde yakışmadığından dolayı birtakımı şunun bunun tarafından aşırılan, diğer birtakımı ise harem dairesinin alt katında dolap altları, yük kıyıları gibi yerlere perişan bir surette atılıp bırakılan Türkçe, Arabi, Farisi kitapların arasına karışmış olan Lügat-i Osmaniye namındaki Türkçe diksiyoner hatırına geldi. Halbuki Lügat-i Osmaniye’nin Redhavz isminde bir İngiliz tarafından telif olunmuş olduğunu iki ay evvel bir gün kalemde kulak misafiri olduğu bir bahs-i edebi içinde işitir işitmez bu kitabı güzelce teclit ettirerek yine kitaphanesine kabul etmeyi tasmim etmişti. Şimdi o birkaç lügatin tahkik ihtiyacına bu hatıra da inzimam edince bey kalktı, harem dairesine geçti. Dadı kalfayı çağırdı. Birlikte kitabı aramaya başladılar.

Dolap altlarında toz toprak içinde kaldıkları halde Bihruz Bey’in mehcur-ı nazar-ı itibarı bulunmaktan memnunmuşlar gibi her birisi beyin elinin altına düştükçe kayıp kurtularak yine bir kuşe-i ihtifaya çekilen kütüp ve resail-i mütenevvia arasında hele bittesadüf ele geçirdiği Lügat-i Osmaniye’yi beyefendi aldığı gibi tekrar
kabine dö travayına geldi. Derhal kitabı açtı. Evvela “kâh” kelimesini aradı. Par malör Lügat-i Osmaniye’de bu kelime yoktu. O vakit bey bu noksandan dolayı kitabın müellifine isnad-ı kusura cesaret edemediğinden kelimenin Vâsıf şair tarafından fabrike edilmiş ve yahut “gâh” olacakken yanlış basılmış olduğunu düşündü.

“Der” kelimesinin “kapı ve bap içinde” demek olduğunu “kurb”un yakın olmak manasına geldiğini anladı. En sonra da “sagir”i aradı. Lügatin yanında “küçük, ufak olan” tefsirini görünce “Bravo!.. Bravo!.. “Çamlıca-ı sagir”, Küçük Çamlıca, bizim kartiye bravo!.. Demek ki kartiyemiz eskiden beri nobl bir kartiyeymiş ki şairlerin deskripsiyonlarına kadar geçmiş, “bravo!” diyerek sevindi. “Lel lele lel lel, lel lele lel lel, lel lele lel lel, lel lel la!..”

Loading...
0%