Yeni Üyelik
28.
Bölüm

3. Kısım - 1. Bölüm

@recaizdemammudekre

Bihruz Bey mülakat-ı âşıkane için kendince kararlaştırdığı pazar günü, bir gün evvelkinden daha pek çok itinalarla “tuvalet”ini yapıp hazırlandıktan, öğle taamını da ettikten sonra saat sekize gelmeden arabasına bindi, Tophanelioğlu tarikiyle Çamlıca’ya giderken Bahçe-i Umumi’ye de muhibbane bir nazar imale ederek mevki-i intizara vardı.

O gün hava sümbüli, sıcak mutedil derecede, yollarsa üç gün evvelki yağmurlardan dolayı tozdan vareste olmak münasebetiyle Çamlıca seyri için en müsait günlerden ve fazla olarak pazara da müsadif olduğu için birtakımı midelerini birer küçük havuz gibi Çamlıca suyuyla bil-imla içerisine sardalya balığı salıvermek, diğer takımı da tavla oyunuyla vakit geçirmek, bazıları nargile safasına koyulmak, diğer bazısı da Çamlıca gibi İstanbul’un, Boğaziçi’nin her ciheti paymal-i nezareti ve büruc-i isna aşerin on üçüncüsü addolunmaya liyakati olan bir nokta-yı mürtefiadan bâlâ ve zire, yemin ve yesara medd-i nazar-ı istiğrak ve hayret ve temaşa-yı tecelli-i hezaran gûne-i tabiatla tefrih-i ruh ve cenan, tervih-i fikr u vicdan etmek maksatlarıyla sabahtan beri fevc-a-fevc gelen halk iskemleler, kaba hasırlarla celsegâhları kâmilen tutmuş ve bu karmakarışık kalabalığın gulgule-i mevaridat ve muhaveratına ve kahveci tabilerinin “iki şekerli, bir sade, üç lokum!” yollu haykırmalarına –muhallebici, dondurmacı, leblebici, eğlencelik şamfıstıkçı, şekerci, simitçi gibi– hiçbir mesireden eksik olmayan satıcıların mütenevvi seda ve edalarla bağırıp çağırmalarına bir fena keman, bir adi lavta, bir soğuk klarnete, bir de porsuk teften ibaret incesazın kaba takımı tarafından –mevcut halkın yüzde doksan dokuz üç çeyreği için bedava olarak– icra olunan aheng-i tenafürinin inzimamı ve öte tarafta maruf-ı sıgar ve kibar Çamlıca ab-ı hoş-güvarının menbası kurbunda hayme-küşa-yı karar olan kebapçının kızgın ateş üzerinde mavi ve yağlı dumanları buram buram çıkıp etrafa yayılan köftesinden, kebabından, ciğer tavasından, piyazlı fasulye salatasından münteşir revayih-i iştiha-fersanın hava-yı pâk-i nesimiyi iktihamı o mevki-i müstesnayı tertipsiz, letafetsiz, zevksiz, liyakatsiz bir surgâha döndürmüştü. Bihruz Bey o mükellef ekipajıyla teşrif edip de Çamlıca’yı bu hal ve manzarada görünce fena endinye oldu, ziyadesiyle canı sıkıldı.

Çünkü beyefendi orta set üzerinde büyük çınarın altında tenhaca sandalyesine kurulup, ayağını da ayağının üzerine atacak da perestide-i “siyeh-çerde”sini öyle bekleyecek, siyeh-çerdenin landosu uzaktan göründüğü gibi görüp görmemezliğe gelecek, siyeh-çerde landosundan indikten sonra beyin bu vaz’ına dikkatle: “Acaba beyefendiyi beklettim de darılttım mı?” diye meraklanıp telaşlı telaşlı bayırdan yukarı çıkarken beyin gözüne ilişecek, bey hemen yerinden fırlayıp “siyeh-çerde”nin yanına gidecek, mükerrer reveranslardan sonra birlikte tepeye kadar çıkacaklar, o zaman siyeh-çerde korsajından pembe renkli, zarif, muattar, ufacık bir zarf içinde bir mektup çıkaracak, Bihruz Bey’e: “Sizin mektubunuz gibi bu da sufran bir yüreğin fotoğrafyasıdır. Zat-ı âlinizinki artistik bir fotoğrafya olduğu için güzeldir. Bu onun yanında kabadır, rötuşsuzdur. Lakin pek egzaktır, pek fideldir. Onun için takdime cesaret ediyorum.” deyip mektubu beye verdikten sonra: “Fotoğrafyayı Paris’te mi, Londra’da mı, Viyana’da mı öğrendiniz?” diyecek. Bihruz Bey de ona cevaben: “Avrupa’ya gitmedim, fakat bir iki hafta sonra Paris’e gitmek istiyorum” deyince “siyeh-çerde”nin benzi sapsarı kesilerek, vücuduna titremeler arız olacak, gözleri yaşararak: “Beni bu hale getirdikten sonra kendiniz Paris’e gitmeyi düşünüyorsunuz. Mademki gidecekmişsiniz, benim gibi bir biçareyi divaneye döndürüp de buralara kadar niçin getirdiniz?” yollu şikâyetlere, sitemlere kalkışacak, Bihruz Bey de: “Birinci rankontrımızdan beri gözlerime uyku girdiği var mı? Bir dakika sizi düşünmediğim var mı? ‘Hayalimin’ parkında sizden başka bir dolaşan var mı?” cümlelerini irattan sonra: “Paris’e gitmekten meram yakında lazım olacak bazı şeyleri kendim beğenip almak...” kelimelerini tefevvüh ederken “siyeh-çerde” ikinci defa olarak tekrar sarılığa uğrayacak, o zaman beyefendi: “Evet efendim! Sizden kaçmalıyım, sizi o kadarcık bile görmemeliydim, biliyor musunuz ki aşkınız beni harap ediyor?... Biliyor musunuz ki ben sizi bir gün görmezsem çıldırıyorum? Mümkünü yok ben burada duramam!” dediği gibi “siyeh-çerde” sanglote ederek ağlamaya başlayacak, bunun üzerine artık beyefendi insafa gelip hemen olduğu noktada zemin-i arz-ı perestişe zanu-efken-i ubudiyet olarak iki taraftan: “Oh! Seni nasıl seviyorum! Sen de beni seviyor musun? ‘Oh! Mon adore!Hayır! Yalan söylüyorsun!’ ‘Ben yalan söylemeyi bilmem ki... Söyle bana gerçek yolculuk var mı?’ ‘Non! Non!’ ‘Bin kere non!’ ‘Aklımı başımdan aldın hıyanet!’ ‘Ya sen benine hale koydun!’ ‘Ben zavallı ne yaptım?’ ‘Bir daha ne zaman görüşeceğiz?’ ‘Ben bilir miyim?’...” tarzında artık senli benli sözler teati olunacak, ondan sonra Bihruz Bey teehhül meselesini –Koşuyolu’nda araba sürer gibi– bir hızla meydana sürmekle beraber bu mesele hakkında enikonu lakırdı edip bir desizyon almak için “siyeh-çerde”den randevu isteyecek, “siyeh-çerde” biraz naz difikülteleri çıkardıktan sonra muvafakat edecek, bu karar üzerine aşağıya inilecek, bahçenin iptida içinde bir tur yapılmak, sonra da dışarısında an vuvatür bir iki defa dolaşılıp müfarakat olunmak üzere arabalara binilecekti.

O kadar kalabalık içinde bunlar nasıl yapılacak?...

İşte beyin gelir gelmez nazarına çarpan cemm-i gafire canı bundan dolayı sıkılmıştı. Hiddetin ilk halinde ters yüzüne gidivermek hatırına geldiyse de parolüne riayetsizlik etmiş olacağını düşündü. Çaresiz arabasından indi. Bastonunu aldı, ağır ağır ikinci sete çıktı. Kenarda ayak üzerinde durdu. Zannediyordu ki kahveci koşarak bir sandalye getirecek de beyefendiye arz edecek. Öyle bir koşan olmadı. Biraz daha muntazır oldu, yine kimse gelmedi. O zaman “Garson!” diye kahvecilere doğru bağırınca seyircilerin alaycılarından bazıları Bihruz Bey’i zevke alıp her biri birer ikişer defa kahveciyi çağırmak bahanesiyle tıpkı beyin edasını takliden “Garson!. Garson!” diye bağırdılar!.

Beyefendi bekledi, bekledi, bir gelen giden olmayınca tepeye doğru yürüyüp çıkmaya başladı. Fakat bu azimetinde de devam edemedi. Çünkü tepeye çıkıp inen mavi dizlikli, kırmızı kuşaklı, dar pantolonlu, bol donlu, şam hırkalı, gecelik entarili, saltası omuzunda, setresi
kolunda yüzlerce seyircilerden her adımda bir tanesiyle ruberu geldikçe bu halden de sıkılıp: “Keskö se kö sa? Eskö lö karnaval e deja arive?” diyerek geri dönmeye mecbur oldu, gitti tekrar arabasına bindi. Arabayı biraz ileriye yürüttü. “Siyeh-çerde”ye orada muntazır olmak üzere hayvanlara “stop!” emrini verdi.

Araba durduğu gibi Bihruz Bey “siyeh-çerde”si geldiği zaman ne harekette bulunup konuşmak için de ne tedbir icra etmek lazım geleceği hakkında zihnini tekrar işletmeye başladı. Zihni bu planları tertiple meşgul olduğu kadar gözleri de yokuşun başından birer ikişer zuhur eden arabalara dikkat ediyordu. Bu suretle iki saat bekledi.

“Mon diyö! Niçin gelmedi acaba?.. Saat on!. Acaba benim saat mi ileri?..”

“Andon, saat kaç?.”

“Onu geçer ekselans.

“Niye gelmediler bunlar?. Ah!. Parol! Parol tutmazlar ki... Ha! Dur geliyor galiba!. Hayır değil.. Dur bakalım belki şu arabadır.. Vah! vah! O da değil, keyfini mi bozdu?.. İzin mi alamadı.. Yoksa yanlış mı anladı.. Bir araba daha! Hay Allah belasını versin! Boş... Bir daha geliyor. O da boş... Ne halt eder bunlar!.. Şu gelen kim?.. Bana pek bakıyor, mektup mu getiriyor?.. Çok şey! Neye bakıyor bu herif?.. Se muva! Se muva! Hayır, geçti... Of! Ne kadar da başım ağrıyor!.. Keşfi.. Ah! Kanay!.. Tam on gündür de hiçbir yerde rast gelmedim, elbette boş değil, bir entriği var... Şu gelen herif üstü başı temiz bir uşağa benziyor, bana da pek bakıyor, bir haberci olmalı...”

“Andon?”

“Paşam!.”

“Şu gelen herifi tanıyor musun?”

“Evet efendim!”

“Kimdir o?”

“Geçen günki mektup getirdi.. İşte bu!.”

“Nasıl mektup?”

“Hani şu... Ay unuttum adı...Yok mu Yani Kondoraki.. İşte onun adam.”

“Hay Allah belasını versin!.. İşte bir... Değilmiş araba zannettim..”

* * *

İşte Bihruz Bey böyle düşüne söylene bir buçuk saat daha bekledi. Saat on bir buçuğa geldi, “siyeh-çerde” görünmedi. Bir yarım saat evvele kadar kâh yokuştan çıkan bir arabayı sarışın hanımın arabasıdır diye ümitlenir, kâh aşağıdan yukarıya gelen üstü başı temizce birisi kendisine dikkatlice bakınca yine Periveş Hanım’ın mektubunu hamil adamı zannıyla: “Aradığınız benim” yollu söz söylemeye hazırlanırdı. Artık aşağıdan yukarıya bir araba da çıkmaz, öyle temiz giyinmiş uşak kıyafetli bir kimse de gelmez oldu. Seyirciler akın akın avdet ediyorlardı. Mevcut arabalar, hayvanlar aşağıya doğru Bihruz Bey’in önünden geçip gittikçe arpa vaktinin geldiğinden dolayı beyin hayvanları da hırçınlığa başladılar. “Siyeh-çerde”nin on bir buçuktan sonra da gelmesi ihtimali yoktu. Bey çaresiz avdete karar verdi, hayvanları kırbaçladı, şimendifer süratiyle arabasını sürdü, yarım saate varmadı köşke vasıl oldu.

 

Loading...
0%