@recaizdemammudekre
|
çıkarıp bir tarafa attıktan sonra kanepeye geçti oturdu. On gün evvelki cuma akşamı nasıl düşündüyse yine öylece müteellimane düşünmeye başladı: “Niçin gelmedi acaba!.. Niçin?.. Ne sebeple?.. Ah parol tutmazlar ki, Türk kadınları ne kadar biyen edüke olsalar yine nafile!.. Hiç olmazsa bir haber göndermeli değil miydi?.. [Şu sebeple gelemedim. Pardon! Bugün çok beklemiş olmalısınız.] Evet! Çok bekledim, on bir buçuğa kadar orada plante oldum. ‘Affınızı dilerim, filanca gün filanca yerde buluşalım, bu sefer de ben sizi bekleyim de ödeşelim’ diye bir haber göndermek pek natürel bir şey!.. Ah! Bu hanımlarda polites yok, polites!.. Benim ne kabahatim var?.. Ben bir betiz yapmadım, mektubu verdiğim zaman ampresmanla kabul etti. Hatta memnuniyetinden gülüyordu, yalnız dansöz müdür, çengi midir nedir? Dargın dargın bir şey söyledi, neydi anlayamadım, ya sonra çabucak kaçmalarına ne mana vermeli?.. Mektubu okumuş olacağından şüphe yok, o mektup okunduktan sonraki muamele de başka türlü olmalıydı. Katr paj dö kompliman. Safi amur! Safi santiman! Yazık, çok yazık ki yerine gitmedi, o kadar yalvardım, hiç görmeseydim daha iyi olurdu! O hınzır Keşfi de nereden rast geldi de benim işimi bozdu. Sebep odur bütün bu şeylere, o olmasaydı kim bilir, entrigler edip duruyor da benim haberim olmuyor, mutlaka onunla bir rölasyonu olmalıdır boş yere ‘Haset!. Haset!.’ diye bağırmamıştır elbette, ondan sonra da bu soğukluklar başladı. Bu cuma Bahçe’ye de inmediler, ah!. Bari mektubumu almayaydı, ma povr letr!. Ne güzel de yazdımdı. O kadar özendiğim için bir işe yaramadı ya, adam sen de!. Ne ehemmiyeti var ki?. El ne pa zanfen la reyn dö bote!... Öyle amma ne kadar elegant! Ne kadar spritüel! Hiç düşünmeyeyim diyorum olmuyor, se plüfor kö muva!.. Of! Demek ki seviyorum, evet! Seviyorum, seviyorum vesselam!.. Yer aynası... Yer elması, ne kadar hoş lakırdılar!.. Malörö kö jö sui! Of!. Amur!. Amur!.. Kes kö se kö lamur?. Se tön tambur, se tön tambur!.. Tus kil ya dö plü bet!... Anfen jö lem, jö lem, jö lem!.. Öyleyse ne yapmalı, aramalı, bulmalı, yalvarmalı, arkasını bırakmamalı...”
* * *
Bihruz Bey mülahazatının bazısında musip idiyse de ekserisinde değildi. Evvela sarışın hanımın parol tutmadığından şikâyet ediyordu. Halbuki beyefendiye kimsenin parol verdiği yoktu. Saniyen parol olmayınca randevuya gelinmediğinden dolayı haber göndermeye, itizara, filana da mahal olamazdı. Salisen beyin muhabbetnamesi kabul olunduysa da def-i bela için kabul olundu, hatta bunu almak için uzanan el de sarışın hanımın değil refikası Gülşeker Hanım’ın eliydi. Rabian mektup okunmadı, yalnız açıldı bakıldı... Ucundaki çiçeğin zarifliğinden, kâğıdın mis gibi koktuğundan bahsolundu. Hamisen mektup okunamadığı için hanımların ondan sonraki muamelelerine kat’a tesiri olmadığı gibi okunabilseydi de yine olmayacaktı. Sadisen mektup pek yerine gitti ki iki parça edilip büküldükten sonra Bağlarbaşı’ndan Bülbülderesi’ne inerken solda kalan metruk kabristana fırlatılmakla hamil olduğu esrar-ı garabet medar-ı aşk u muhabbet mevdu-ı mahremiyet-i hamuşan edildi. Sabian Keşfi Bey’in sarışın hanımla bir münasebeti olmak şöyle dursun, hatta evvelki cuma akşamından beri sarışın hanım Keşfi Bey’in hatır ve hayaline bile uğramamıştı. Lakin, muhabbetnamenin güzel yazıldığı halde nafileye gittiği, sarışın hanımdan daha güzelleri bulunsa da halen fikren zarafetinin fevkaladeliği ve bir nazenini düşünmemeye muktedir olamamak muhabbetten ileri gelir bir halse beyefendinin sarışın hanımı sevdiği, hanımın yer aynası yer elması teşbihlerinin hoşluğu, aşka trampet çaldırmanın münasebetsizliği cihetlerinde beyefendinin düşündüğü pek doğruydu. Filhakika o muhabbetname bir şe dövr dö stil değil miydi? O liyakatıyla onun yeri güzel kokulu, sımsıkı sıcacık bir “korse”nin altında hissiyat-ı müheyyice-i garamla çarpınıp durur ateşli bir kalbin üzeri olacakken –yarı belinden kırılmış, yazısı silinmiş sakin ve samit, barit ve camit yerlerde yatan– bir mezar taşının sinegâhı oldu! Ne kadar yazık!. O muhabbetnamenin içindeki o güzel sözler, o zarif teşbihler, o parlak ibareler, o nazik hisler hiç olmazsa bir hayali tenvir edip bir fikri aldatmalı... Hiç olmazsa bir ruhu tehyiç edip bir kalbi ağlatmalıydı da kabristan-ı fenaya gidecekse bari ondan sonra gitmeliydi!.. Filhakika sarışın hanım hüsn ü beha ve endam-ı dilrübasıyla misli az bulunur güzellerdendiyse de ondan daha güzelleri bulunmak da mümkünattandı. Hatta “tenezzühgâh-ı hayali”deki yeşil renkli havuzun içinde kuğularla sibahat müsabakasına çıkışan nenflerden bir tanesinin sarışın hanıma nispeten daha güzel, daha endamlı olduğuna Bihruz Bey elmas arabanın gümüş tekerleği yanında meşgul-i niyazken gizlice dikkat etmişti. Lakin sarışın hanımın etvar u muamelatında, tekellümünde, tebessümünde olan zarafet ve letafet o peri kızında bile yoktu! Filhakika “siyeh-çerde” gelecektir diye Çamlıca’da on bir buçuklara kadar zemin-i intizara plante olmak pek ziyade can sıkacak ve kendisinden bütün bütün yüz çevirip bilinmeyen namını bir daha kâle almayacak ve elmas arabasını fi-mabat hayale uğratmayacak şeylerdendi. Fakat elmas araba beyin hayalî parkından bir dakika olsun dışarı çıkmıyor, “siyeh-çerde”yse o arabadan bir saniye olsun aşağı inmiyordu. Bu sebeplerle kendisini ister istemez Bihruz Bey’e düşündürüyordu. Bir adamın mahbubesini düşünmesi ya adavetten veya muhabbetten ileri gelir. Bihruz Bey’in “siyeh-çerde”ye adaveti hasıl olmamıştı. Öyleyse neden onu muttasıl düşünüyordu? Demek ki seviyordu! Filhakika bir lâk için “yer aynası” teşbihi ne kadar parlak ve o aynaya akseden elmacıklı, kuru, esmer bir yanak için “yer elması” tevcihi ne kadar toparlak düşmüştü! Hele bu yer aynasının Fransızcası olan glas parter yahut miruvar teresti tabirleriyle teşbihteki kıymet ve zarafet daha iyi takdir olunmuyor muydu?... Yalnız yer elmasından meram şalgamın arkadaşı olan ve burjuva plaları teşkil eden mahut yamru yumru şey olmak lazım geleceği cihetle bunun –Türkçesi “patates” olan– pom dö terle tercümesi münasip görülemediğinden teşbih frenkleştirilemeyip kalmıştı ama bir kere yer aynasının içine girmiş bulunduğu için bu da başkaca hoşa gitmek liyakatini ihraz etmişti! Filhakika aşkın trampeteyle hiçbir münasebeti olmadığı halde Mösyö Piyer cenapları tarafından: “Kesköse lamur? Se tön tambur, se tön tambur!” denilmiş olması betizden başka ne olabilir? Hiç olmazsa lir diyeydi yine bir şeye benzerdi. Sevdaya –borudur– diyenler de varsa da bunlar kanun-ı muhabbeti tanımayanlar, rebab-ı aşkı dinlemeyenlerdir! Tambur ve udun, santur ve kemanın aheng-i hazin ve nagamat-ı dil-nişininde gizlenen nevhat-ı dil-suz-ı sevdaya aşina olanlar aşkı hiçbir vakitte zurnaya, boruya, bahusus davula, trampeteye benzetemezler. Ama Mösyö Piyer gibi amur dö fam düşmanı bunak herifler öyle hezeyanlar söylerlerse de Bihruz Bey de onlara karşı “bet!” diye mukabele-i gıyabiyede bulunur!.. İşte Bihruz Bey teşrih ve tafsil ettiğimiz mülahazat ve tefekküratıyla meşgul ve melul olduğu cihetle akşam taamını unutmuştu. Bir aralık salona giren Mişel’in: “Votr ekselans e serv!” demesi üzerine uykudan uyanır gibi zihnini o gavailden sıyırıp kurtarmaya çalışarak sal a manjeye gitti. İster istemez sofraya oturdu. Her yemekten birer ikişer lokma almak suretiyle ağzını oynatmaya başladı. Dalgın dalgın karşısına bakınıp dururken Mösyö Piyer’in hayalini görüverdi. Bunun üzerine mösyöden amur dö fam hakkında evvelki cuma akşamı işittiği sözleri birer birer zihninden geçirerek ihtiyara biraz hak vermek tarafına meyil gösterdi. Mösyö Piyer dememiş miydi ki: “Kadınlar melaike-i azabın yeryüzünde peyda olmuş nazireleridir ki bizi cennet kapısından cehenneme ilka ederler!” İşte Bihruz Bey’in şimdiki hali o sözün ahkâmına mutabıktı: Zavallı bey içinde bulunduğu cahim-i yeis ü ıstıraba kendi hayalinde teşkil ettiği parktan daha mamur bir gülşen-i pür-safa-yı emelden geçerek düşmüştü. Evet! “Siyeh-çerde” beyi iptida o kadar ümitlerle perverde ettikten sonra böyle yeis ü eleme ilka etmemeliydi! “Ah!. Le fam!.. Le fam!..” “Ekselans!..” “Sana söylemiyorum be herif!.. Kom tü e bet!..” “Pardon. Ekselans!.. Zannettim ki bana söylersiniz...” Bihruz Bey’in sofra başındaki endişe-i can-güdaz-ı sevda neticesi olarak iptida sabırsızlıkla yüreğinden hulkumuna kadar çıkan ve sonra dalgınlıkla ağzından dışarıya fırlayan: “Ah!. Kadınlar, kadınlar!.” enin-i şikâyetini Mişel Ağa kendisine ait bir hitab-ı itap gibi anladığından istizaha kalkışmakla beyi bütün bütün hiddetlendirdi ve deserden sarfınazar ederek yemek salonunu terk etmesine sebep oldu. |
0% |