Yeni Üyelik
30.
Bölüm

3. Kısım - 3. Bölüm

@recaizdemammudekre

Bihruz Bey sal a manjeden çıktığı gibi doğruca kabine dö travayına gitti. Mumlarını yaktı. Armuvarını açtı. İçinden mektup gibi bükülmüş bir kâğıt çıkardı. Orta yerdeki masanın üzerine koydu. Kendisi de bir sandalyeye geçti. Masanın yanına oturdu. Bükülü kâğıdı açtı. Bunun arasından bir diğer kâğıt daha çıktı. Bunları kemal-i dikkatle mütalaaya başladı.

Bu kâğıtlar Periveş Hanım’a Gülşeker Hanım’ın yediyle takdim olunan muhabbetnamenin müsveddesi ve ona melfuf bulunan kuplelerin suretiydi. Bunları mütalaadan maksadıysa münderecatı içinde maşuka-i “siyeh-çerde”nin mucib-i infiali olacak bir fena lakırdı, bir çirkin ibare, bir manasız kelime olup olmadığını anlamaya münhasırdı.

Bihruz Bey iptida muhabbetnameyi süzerken o âşıkane sözleri ziyadesiyle beğenir, o santimantal ibarelerden bizzat fevkalade müteessir olur ve bunları okumuş olması lazım gelen maşuka-i bi-mürüvvetin nasıl olup da insafa, yani Çamlıca’ya gelmediğini düşündükçe taaccübe düşerdi.

“Bu sizi görerek, bu sizin letafetleriniz içinde natürün en sevimli işlerinden birisini admire edecektir ki kendimi kandırdım ki benim fikirlerim mütecasirane olduğu kadar sehivli de imiş. Zira hep benim mağrur safsatalarım karşı konulması muhal bir letafetten, bir cazibeden beni müdafaa edemedi. Aşka cesurane karşı koymuştum. Aşk kendi kudret ve kuvvetini dil-firib bir şey üzerinde kamaşmış gözlerime karşı kâmilen arz-ı izhar ederek beni cezalandırıyor!”

Böyle dil-şikâr sözler, böyle sevda-nüvaz tabirlerle dopdolu olan bir name-i muhabbetin nasıl olup da sarışın hanımın gönlünü aldatmaya kifayet edemediğine Bihruz Bey taaccüplerle beraber teessüfler etmekte haklıydı.

“Evet! Küçük hanımefendi! Bir görüşte âşık olunabilir, tekmil hayat için tapınılabiliyor, o müennese ki yalnız süratli bir gölge gibi görülmüştür. Bunun ispatı sizsiniz ey cism-i latif!”

Bu fıkrayı okuduğu zaman biçare Bihruz Bey o kadar tuşe oldu ki hemen ağlayacaktı. Bereket versin fıkranın içindeki “müennes” kelimesinin manasını ve orada ne işi olduğunu unuttuğundan bunu anlamak için
muhabbetnamenin Fransızcasına ve sonra da Biyanki ve Hançeri lügatlerine müracaat mecburiyet ve meşguliyeti kirpiklerine kadar gelmeye istidat gösteren sirişk-i teessüratı muvakkaten durdurmuştu.

Fıkrada: “Tekmil hayat için tapınılabiliyor o müennese ki” ibaresi Fransızcasındaki “lon pö tadore pur la vi sel kö”nün tam tercümesi olduğunu epeyce bir zahmetle anladıktan sonra Bihruz Bey fıkrayı tekrar okudu ve ilk okuyuştaki tatlı mahzunluğu bulduysa da gözleri bu defa yaşarmak istidatını göstermedi.

Bu mahzunlukla mütalaada devam ediyordu. Muhabbetnamenin en çok yürek yakıcı parçalarından: “Aşk!. Aşk!. Bana bu keskin ateşleri hissettirişin bilahare meprize olmuş şiddetli bir pasyonun ümitsizliği içinde terk etmek içinse beni bitirdin!” fıkrasını okuyunca biraz evvel menbasına avdet etmiş olan katarat-ı teessürden birkaç tanesi kirpiklerinin ucundan elindeki kâğıdın üzerine “tıp! tıp!..” diyerek düştü. Bu damlaların sükutu Bihruz Bey’in yüreğini daha ziyade tuşe ettiğinden biçare âşık kendini bütün bütün alâm-ı yeise terkle enikonu ağlamak istediyse de âşıklığının en büyük nişane-i temayüzü olan kabiliyet-i bükasından husule gelen nihani memnuniyeti o büka-yı teessürü girye-i sürura çevirdi. Fakat o da çok devam edemeden kesildi.

Muhabbetname yukarıdan aşağıya kadar fıkra-be-fıkra, ibare-be-ibare nazar-ı muayeneden geçirilerek içinde fena bir söz olmadığı ve bilakis her sözü bir başka tesiri, bir başka neşeyi havi bulunduğu anlaşıldıktan sonra müsvedde bir tarafa bırakılarak nevbet-i muayene kuple suretine geldi.

Kupledeki lügatlerden çoğunun manalarını unutmuştu. Lügat-i Osmaniye’ye müracaatla bunları tekrar öğrendi. Hepsi de güzel manalara delalet ediyordu. Geçen defa üç noktalı “çerde”dir diye bakmış olduğu “çerde” kelimesinin “sarı” demek olduğunu hatırda pek iyi tutmuş olduğu halde buna bir kere daha baktı. Bu sefer kelimenin lügatte bir noktayla yazılmış olması ve tarifinde: “Sarı renk” cümlesini “at ki kuladan açıktır” sözlerini takip etmesi nazar-ı dikkatini celbetti.

Evvel emirde bu nokta hakkındaki şüphesini hall için tekrar Vâsıf Divanı’na müracaat etmek istediyse de Divan yine haremden aldırılmış bulunduğu ve bir nokta için gece vakti oda oda dolaşıp şunu bunu taciz etmek reva olamayacağı cihetle bundan sarfınazar ederek: “At ki kuladan açıktır”ı düşünmeye ve buna zihninde bir tevil aramaya başladı.

Halbuki bu tevili bulabilmek: “Bir siyeh-çerde civandır” mısrasındaki “bersiye” kelimesinin manası bilinmeye mütevakkıf, bu kelimeyse Lügat-i Osmaniye’de mefkuttu. Fakat “bersiye” Bihruz gibi lügat kitaplarına dahil olmayan bir nom propre olmak mısraya “Bersiye nam kız genç bir blonddur” manası yakıştırabildiğine nazaran karibül-ihtimal görünüyordu. Mısraya böyle bir mana vermekse bayağı zaruri bir keyfiyetti. Çünkü bir şansonetin içinde kula atın ne işi olacak? Vâsıf şair, bir at uşağı değildi ya! Mamafih “bir siyeh”in ne demek olduğunu kalem arkadaşlarından sorup öğrenmek de mümkün değil mi? Elhasıl Bihruz Bey gerek muhabbenamede gerek kuplelerde sarışın hanımı gücendirecek fena bir söz olmadığına kail olduktan sonra “bir siyeh-çerde civandır” mısrasını bir kâğıt parçasına yazdı, kâğıdı büktü jilesinin cebine koydu. O zaman saate bakmak hatırına geldi. Saat beşe yaklaşmıştı. Dadı kalfayı yine başında beyaz örtüyle oda kapısının eşiğinde dimdik görmemek için Mişel’i çağırdı. Mumların söndürülmesini ona havaleyle kendisi hareme girdi. Soyundu, yatağına yattı. “Nüzhetgâh-ı hayali”nin civar ve kenarında ruhunu gezindire gezindire tatlı bir uykuya daldı.

Loading...
0%