Yeni Üyelik
32.
Bölüm

3. Kısım - 5. Bölüm

@recaizdemammudekre

Şu muhaverenin cereyanı esnasında Bihruz Bey sıkılıp duruyordu. Çünkü Lügat-i Osmaniye’ye ikinci müracaatta “çerde”nin tarifinde bir de “kula at” peyda olduğu gibi “bersiye” kelimesi de aynen rokfor peyniri çıkıverecek olursa sarışın hanıma karşı bir büyük maskaralık etmiş ve maşukasını bundan dolayı bihakkın darıltmış olacağını teemmülle teessüf ediyordu. Nihayet muhavereyi karin-i ihtitam eden:

“Canım şu poeziyi görsek de kelimeyi öyle arasak...” sözü üzerine Bihruz Bey yeleğinin cebinden çıkardığı bükülü kâğıt parçasını Âtıf Bey’e arz etmeye mecbur oldu. Âtıf Bey kâğıdı derdest ederek içinde yazılı olan:

 

Bir siyeh-çerde civandır.

 

sözlerini okuyup bir şey anlayamayınca yanındakine, yanındaki de daha ötekine arz etti. Bu suretle kâğıt elden ele geçerek –bir meşguliyet-i mühimme içinde etrafa göz gezdirip kulak vermeye vakti olmayan defterci Nâim Efendi’den başka– mevcut beylerin, efendilerin hepsini dolaştı. Kâğıt bu suretle elden ele devrettiği müddet içinde şu yolda bir muhavere cereyan etmişti:

“Ben bir şey anlayamadım, şuna siz de bakınız..”

“Evet!. Bersiye, işitmediğim bir lafız... Hüsnü Bey’e gösterelim belki o bilir..”

“Ver bakayım, bunun vezni de yok, şiir miymiş bu?”

“Şiirmiş ya!..”

“Amma hezeyan...”

“Hezeyan demek için iptida-yı emirde manasını anlamalı değil mi?..”

“Pek doğru, manasız hezeyan olur mu ya?..”

“Şuna bir de biz baksak..”

“Buyurun!..”

“O.. Gerçek garip bir şey!.. ‘Çerde’ midir, ‘çirde’ midir, ‘çürde’ midir nedir o?..”

“Çerde yahut ‘cerde’yi lügatte ben buldum: Sarı renk... Blond manasınaymış, kula at gibi... Asıl bilinemeyen bersiye.”

“Bersiye dediğiniz de sakın tembih vezninde ‘bersih’olmasın?..”

“Öyle olursa bir manası mı var demektir?..”

“Ben buldum, ben buldum: ‘Beresiye Çerde’, hepsi birden Macarca şahıs ismi. ‘Civan’ o ismi taşıyan şahsın sıfatı, ‘dır’ da edat-ı haber..”

“Bravo Şükran Bey!. Bravo!..”

“Bana kalırsa bu lügat ‘viresiye’ vezninde Fransızca presiye olacak ki matbaa amelesi, daha Türkçe basmahane işçisi demektir. ‘Çerde’ de zerde veya perde vezninde Nemsece şahıs ismidir. Hatta ben o şahsı bilirim:
Ruznameci Çörçil’in matbaasında çalışır, iriyarı genç bir Nemseliydi.”

“İşte artık buna hiçbir diyecek kalmadı. Öyle değil mi Bihruz Bey? Bunu siz de kabul ettiniz ya?”

“Hep birden alay etmeye başladınız, öyleyse poezi de Mösyö Çörçil’in demek olur?..”

“Şiir Mösyö Çörçil’in olmak lazım mıdır?.. Belki oraya devam eden muharrirlerden birisinindir.”

“Yine nedir o, yine nedir o bahisler?.. Gürültünüzden iki saattir beynimin içi çın çın ötüyor..”

“Hah!. İşte savan işini bitirdi. Meseleyi hallederse yine o halleder.”

Defterci Naim Efendi Arabiyi, Farisiyi iyi bilir, edebiyata musikiye meraklı, fünun-ı şettaya, Fransızcaya ve hatta Almancaya, İtalyancaya da aşina elli beşlik bir zattı ki kalemin gerçekten allamesi ve belki ayaklı kütüphanesi sayılırdı. Hoş-gu, latife-cu, vareste-i tekapu bir merd-i kalender-mizaç olduğundan kalemde hemen bir on beş seneden beri memur-ı ifası bulunduğu deftercilikten ileriye gidememiş, ileri gitmeyi de doğrusu pek arzu etmemişti. Lisanca, edebiyatça her müşkül için rüfekası buna müracaat ederler, o da kendisine arz olunan müşkülatı âlimane hail ve izah eylerdi. Bundan dolayı kalemce zatı pek muhteremse de meşreb-i laubaliyanesi rüfekasıyla olan muamelat ve münasebatını tekellüfat-ı sûriyeden bütün bütün kurtardığından küçük büyük beyler, efendiler tarafından kendisine savan diye hitap olunur ve latifede hadd-i marufu tecavüzden içtinap etmeyen hoppa beylerse bazen savan’ı “soğan”a tahvil etmeye mütecasir olurdu.

Naim Efendi o sabah müteaddit defterler içinde iki saattan beri kemal-i ehemmiyetle meşgul-i taharrisi olduğu bir kayda zafer-yab olup ve mevcut beylerin, efendilerin muhaveratına kulak vermeye meydan bulup da kendisine mahsus tavr-ı laubaliyaneyle:

“Yine nedir o, yine nedir o bahisler?...” deyince mahut kâğıt kendisine yetiştirilerek nazar-ı irfanına arz olundu. Naim Efendi kâğıda şöyle bir nazar edivermekle beraber hafif bir sedayla bir terennüm tutturarak parmaklarını da yazı çekmecesinin üzerinde usul vurur gibi tahrik etmeye başladı.

Mevcut beyler, efendiler ve bilhassa Bihruz Bey bu hale hayretle bakıp Naim Efendi’nin terennümat-ı hafifesi içinde dönüp dolaşan gizli lakırdıları seçmeye çalışırlardı. Naim Efendi terennümü kestikten sonra elindeki kâğıda işaretle:

“Ah! Bu ne güzel şarkıdır, güfte Vâsıf-ı Enderuni’nin, beste de merhum Dede Efendi’nindir. Vaktiyle pek meşhurdu, diyerek:

 

Bir siyeh-çerde civandır.

Hüsnü mümtaz-ı cihandır

Aşkı gönlümde nihandır

Bunca dem bunca zamandır

bendini ezberden ve layıkı vechle okuyuverdi.

Bunun üzerine etraftan birtakım suallere, istizahlara kalkıştılar:

Âtıf Bey: “Demek ki ‘bir’ ayrı ‘siyeh-çerde’ ayrı birer kelime...”

Naim Efendi: “Öyle ya.. Bir, vahid, yek, ön, ayn, una, ena, mek.. ‘Siyeh-çerde’ de ‘siyah’ muhaffefi olan ‘siyeh’le ‘çerde’den müteşekkil vasf-ı terkibidir.”

Hüsnü Bey: “Ne demek?.. Ne demek?..”

Naim Efendi: “Çerde, renk manasına gelir..”

Bihruz Bey: “Sarı renk değil mi?..”

Naim Efendi: “Eskiden beri bizim bildiğimiz alelıtlak ‘renk’tir. Sonradan sarılığa uğradıysa ondan haberim yok.”

Bihruz Bey: “Hem galiba cimle olacak değil mi?..”

Mahvi Efendi: “Öyleyse Arapça olur. Fariside ‘cim’ yoktur.”

Naim Efendi: “Yok niçin olsun? ‘Cim’ de vardır amma, neyse bahis orada değil ya..”

Müzekka Bey: “Canım durunuz da şunun manasını anlayalım!..”

Naim Efendi: “Manası esmer yüzlü demek, Türkçede karayağız dedikleri..”

Bihruz Bey: “Yağız mı, kula mı?”

Naim Efendi: “Hayır! Öylesi değil, esmer yok mu? Hani ya bizim odacı Memiş gibi, işte ‘siyeh-çerde’ öyle esmer yüzlü insanlara denir. Yağız at, kula beygir yine başka..”

Bihruz Bey: “Redhavz’ın lügatine bakalım..”

Naim Efendi: “Redhavz böyle şeyleri pek bilmez sanırım...”

Bihruz Bey: “Hiç bilmez olur mu?.. Ben kendi gözümle gördüm..”

Salih Bey: “Neyi gördünüz?..”

Bihruz Bey: “Cerde’yi gördüm, bir noktalı ‘cim’le gördüm..”

Âtıf Bey: “Demek ‘cim’ karnında bir nokta..”

Naim Efendi: “Hayır! Efendim, bu benim pek bildiğim bir lügattir, ‘cim’ üç noktalı olacak..”

Bihruz Bey: “Ben size ispat edersem ne dersiniz?..”

Naim Efendi: “Redhavz cenapları yanılmışlar derim..”

Bihruz Bey: “Pardon! Redhavz bilmediği şeyi pek de yazmaz zannederim!..”

Hüsnü Bey: “İşte Lügat-i Osmaniye burada..”

Bihruz Bey: “Veriniz de göstereyim, işte: ‘Çerde, sarı renk at ki kuladan açıktır.’ Buyurun efendim..”

Naim Efendi: “Lügati bana verir misiniz?”

Bihruz Bey: “Buyurun!”

Naim Efendi: “Evet! Vakıa ‘çerde’ var, bir de ‘çerde’ye bakalım...”

Bihruz Bey: “Çerde’ye nereden bakacaksınız?..”

Naim Efendi: “Cim-i Farisiyle olan lügatler ayrı bir fasılda münderiçtir, sabredin de arayalım... Gerçek yok... Fakat bir de ‘siyah-siyeh’ lügatlerine bakalım belki ‘siyeh-çerde’nin kendisini buluruz, na! İşte: siyah-baht, siyah-puş... Al efendim size: ‘Siyah-çerde, esmer karayağız olan..’ Bihruz Beyefendi!.. Bakar mısınız?”

Bihruz Bey: “Bakayım, bakayım... Acayip!. Ey şimdi bu ne demek oldu?..”

Naim Efendi: “Hangisi?”

Bihruz Bey: “Bir siyeh-çerde civandır’dan ne anladınız?”

Naim Efendi: “Esmer yüzlü civan demek değil mi?..”

Bihruz Bey: “Kim?..”

Naim Efendi: “Ne bileyim ben kim olduğunu?. Onu Vâsıf merhumdan sormalı..”

 

Loading...
0%