@recaizdemammudekre
|
Yalancı Keşfi Bey “siyeh-çerde”nin vefatı haber-i siyahını vermekle refik-i azizi Bihruz Bey’i kulağından zehirleyip beyninden vuracağını bilmiş olsaydı o belli başlı yalanı, o sırma saçlı, ela gözlü, güneş yüzlü nazenin düruğ-ı pür-füruğ-ı dil-firibi sarartıp soldurduktan sonra telleyip pullayıp da ortaya salıverir miydi? Ne çare ki refik-i azizinin sarışın hanımı gördüğü saatten beri saçlarının sırma tellerine gönül iliştirip de geceli gündüzlü hayalini takip, visalini temenniyle bi-karar ve perişan-hal olduğunu bilmiyordu. Hatta yine ihtiyata riayeten idi ki esna-yı muhaverede Bihruz Bey’in sarışın hanımla bir ilişiği olup olmadığını kendisinden sormuş ve beyin ketm-i hakikat eylemesinden dolayı o musibet tellallığında bulunmaya cesaret etmişti. Mamafih asıl kabahat yine Bihruz Bey’in kendisindeydi: Keşfi’nin, o koca mantörün yalan söylemeksizin bir dakika bile duramayacağını, binaenaleyh hiçbir lakırdısını gerçeğe dinlemek caiz olamayacağını kezzablıktaki şöhret-i marufesine binaen pek iyi bilmesi lazım gelirken kendisine bila-teemmül aldanmanın ve muhakeme-i akliyesini kaybedip hareketini şaşıracak derecelerde teessürat-ı seria-ı şedideye terk-i nefs etmenin manası var mıydı?.. Evet! Keşfi Bey –ki mütekaidin-i ricalden Şam defterdar-ı esbakı Sehabi Efendi’nin hatime-i evladı olan oğludur– rüfekası, ehibbası beyninde kezzablıkla nam almış bir çelebidir. Bu namsa kendisine min gayr-i istihkak değil bihakkın verilmiştir. Zira Keşfi Bey yalanı hem çok söyler, hem de söylediği uydurduğu yalanlara güzel şah ve berkler verir maharet-perveran-ı düruğ-perdazandandır. Zekâsı halim, mizacı ifrata meyilden mücanib olmak cihetiyle dünyada hiçbir fiil ve emelini merak derecesine vardırmamış olan bu beyin yalan söylemeye bu mertebede iptilasıysa tufuliyet ve sabavetinin bir yadigâr-ı hazinidir. Keşfi Bey üç beş yaşlarında bir tıfl-ı heveskârken izhara başladığı masumane arzuları terviç olunmaz veya olunamaz olduğu zamanlar çocuğun mahrumiyet vaveylalarını bertaraf etmek için veli ve veliyeleri tarafından mürebbiyane tevbihe bedel yalan söylemek ciheti ihtiyar olunur ve çocuk bilahare muğfel olduğunu anlayıp da bundan dolayı bazı evza-yı garibe-i tıflane izharıyla şikâyetlere kalkışınca ya bir kahkaha-yı hayret-ara veya daha büyük bir kizb-i heves-rübayla mukabele edilirdi. Çocuk büyüdükçe zekâsı da büyüdüğü, zekâsı arttıkça hevesatı da yavaş yavaş bir tavr-ı ciddi aldığı halde valideyni ve bunlardan örnek alan sairleri tarafından çocuğun iğfalle idaresi meslek-i muzırrı terk olunmadığından biçare sabi her gün nevi nevi, renk renk, musanna gayr-i musanna, kaba ince, münasebetli münasebetsiz yalanlar işite işite kendisi de zihn-i mahdudunun müsaadesi derecesinde ve şaka tarzında ufak tefek yalanlar tertibiyle etrafında bulunanları aldatmaktan zevk almaya başlamış ve bu su-i itiyat gitgide ahlakında kökleşerek zekâsıyla mütenasiben büyüye büyüye temayülat-ı sairesine galebe etmiştir. Keşfi Bey yalanı kimseye mazarrat vermek fikriyle söylemez. Fakat söylediği yalanların neticesi bir kimse için muzır olup olmayacağını da düşünmez. Onun merakı, zevki yalnız yalan söylemekten ibarettir. Onun içindir ki kalem refikleriyle sair ehibbası kendisini “kırk yalan veya mantör veyahut farsör Keşfi Bey” diye yâd ederler. Buna da Keşfi Bey gücenip darılmaz. Bazılarıysa: “Mademki yalan uydurmakta bu kadar maharetin var, bunu hüsn-i istimal etmiş olmak için romancı veya hiç olmazsa şair ol!” diye takdir ve tergipte bulunurlar. Bundan da Keşfi Bey memnun olur! Şu hikâyeyi teşkil eden vakayi ve ahvalin zaman-ı cereyanı olan bundan yirmi beş otuz sene mukaddemleri Avrupa görmüş bazı gençlerden iptida zarafet-perveran-ı kibar-zadegâna ve sonraları hal ve vakitleri ikinci derecede bulunan rical evladının kabiliyetlerine sirayet eden alafrangalık illetine hasbel-istidat Keşfi Bey dahi duçar olmuş ve pederinin müsaade-i kudret ve mevkii dairesinde olmak üzere frengane süslü gezmek, Fransızca okumak, “Bonjur! Bonsuvar! Vuz alle biyen?” demek için Beyoğlu’nda adam aramak, Türkçe lakırdı ederken araya Fransızca lafızlar katmak, koltuğunun altında roman taşımak, israf ve sefahate, borç etmeye özenmek ve Keşfi Bey, hilkaten ezkiyadandı. Fakat sabavetinden beri atalete alıştırıldığı cihetle tahsil yolunda uğraşmak nefsince en ağır işlerden olduğundan Türkçeyi öğrenemediği, öğrenmek de istemediği gibi bilumum alafranga beylere medar-ı mahz-ı mübahat olan Fransızcayı da layıkıyla ele getirememiş ve hele fünuna müteallik malumattan bilkülliye bibehre kalmıştı. Zekâsındaki hilm ü sükûn, mizacındaki itidal hasebiyle temayülat-ı ifratkâranenin hemen hepsinden vareste bulunan Keşfi Bey aşkbazlık hususunu da Bihruz Beyler filanlar gibi merak derecesine götürememişti. Kadınlara bakarsa bunu medeniyet levazımından saydığı için bakar, arkalarına düşmezdi. Sokakta, seyir yerlerinde yanından geçen veya karşısına çıkan bir kadına harf-endazlıkta veya diğer bir muamele-i tecavüzkâranede bulunursa bunu da zarafet icabatından bildiği için yapar fakat musallat olmak istemezdi. Bihruz Bey, Keşfi Bey’in temayülat-ı zühre-pesendane hususunca kayıtsızlığını tecrübe etmemişti. Fakat mantörlüğünü farsörlüğünü pek iyi bildiği cihetle ona aldanmaması lazım gelirdi. Halbuki Bahçe-i Umumi seyrinde Periveş Hanım’ı gördüklerinden beri Keşfi Bey’den işittiği sözlerin sıhhatine tamamıyla kail olmamışsa da yalan olacağına da hükmedemediğinden müziç şübehat içinde günlerce, haftalarca bi-huzur olmaktan vareste kalamamıştır. Keşfi Bey’inse –Bihruz Bey’in hissiyat ve efkâr ve harekâtını takip ettiğimiz iki ay müddet içinde– refikleriyle iki defa vaki olan mülakatında ağzından hemen her çıkan lakırdı kizb-i sırftı. Birinci mülakatta evvela “Periveş Hanım’ı tanırım, bizim köyden belki de bizim mahalledendir” dediği yalandı. Yalnız Periveş Hanım iki ay evvel bir gün Kadıköyü’ne geçmişti. Hanım vapurdan çıkarken Keşfi Bey de arkasında bulunduğundan bililtizam feracesinin eteğine bastı. Kadın arkasına dönüp dargın dargın bakınca Keşfi Bey: “Pardon! Efendim, göremedim” dedi. Zaten o hareketten emeli de hanımı kendisine baktırıp ne olursa olsun bir şey söylemekten ibaretti. Fakat hanımın şekl-i siması Keşfi Bey’in hatırına intikaş edecek kadar nazar-ı dikkatine çarpmamış olduğundan Çamlıca Bahçesi’nde hanımı tekrar gördüğü zaman tanıyamamıştı. Saniyen yine o gün Bihruz Bey’den ayrılıp bahçeye girmek için “Arkadaşlardan birisiyle randevumuz var” demesi de bütün bütün lüzumsuz, hiç faydasız bir yalandı ki burası kendisinin o gün bahçede tek ü tenha bulunmasıyla da müeyyetti. Salisen Bihruz Bey bahçede Periveş Hanım’ı takip ederken: “Haset!.. Haset!..” diye haykırması da sırf yalan, yani kendi kendisine bühtandan ibaretti. Bihruz Bey’i Periveş Hanım’la değil, gerçekten bir peri-i zühre-çehreyle bile dest-be-dest ittifak görse yine edna bir meraret-i hasetle zaika-alud olmak Keşfi Bey’in mizac-ı lakaydanesinin şanından değildir. İkinci mülakatta evvela “İstanbul’dan birkaç kişi gelecek” demesi yalandı. Şu kadar ki bağından çıkıp yalnızca Fener’e gelirken yol üzerindeki Bastiyano Lokantası’na uğramış ve orada bağ komşularından tesadüf ettiği birkaç gencin Fenerbahçesi’nde akşam taamı etmek üzere karar verdiklerini işitmiş olduğundan bunların elbette akşama doğru Fener’de görüneceklerini bittahmin o zahiri gerçek yalanı da öyle mahirane bir surette uyduruvermişti. Rabian “Bu gece mehtap pek parlak olacak” demesi de mugayir-i hakikatti. Zira o gün mah-ı Arabi’nin selhiydi. Binaenaleyh gecesinde dolgun bir ay değil zayıf bir hilal bile görülemeyecekti. Fakat Bihruz Bey aylarını günlerini şaşırdığından refikinin bu bedihi yalanına da dikkat edememişti. Hamisen Periveş Hanım’ın tifoya tutulup vefat ettiğini, ailesinin Kızıltoprak’ta kirayla bir köşkte bulunduklarını, kendi hemşiresinin köşke gidip hanımla görüştüğünü söylemesi de koca başlı ve elli ayaklı bir yalandı. Ne faidesi var ki Bihruz Bey akl-ı tecrübisinden istifade edebilecek kabiliyette olmadığından refikinin kisve-i hakikatten külliyen ari olan bu ifadat ve ihbaratını layık olduğu derecede hükümsüz tutamadı.
|
0% |