Yeni Üyelik
46.
Bölüm

4. Kısım - 10. Bölüm

@recaizdemammudekre

Bihruz Bey –sabahleyin yatağından çıktığı gibi geceliğiyle açık pencere önünde bir iki saat kadar mütefekkirane temaşa-yı tabiatla meşgul olmak, itinasızca tekellüfsüzce giyinip haremden dışarıya çıktıktan sonra klas odasında bir müddet derse çalışmak, öğle taamını müteakip biraz uzanıp istirahat etmek, saat ona doğru bastonunu eline ve Graziyella’yı koltuğunun altına alarak civar kırlarda akşamın saat yarımlarına birlerine kadar maşiyen dolaşmak, köşke avdetinde akşam yemeğini sakince yiyip eğer Mösyö Piyer varsa birlikte bir iki saat ders müzakeresinden veya afaki musahabetten sonra yatak odasına çekilip enzar-ı istiğrakını nasbettiği sema-yı mükevkebe karşı tenhaca düşünmek ve fakat bu meşguliyetlerin, bu düşüncelerin, bu gezintilerin hiçbirisinde maşuka-i faniyenin hayal-i hazinini gözünden uzak bulundurmamak suretlerinden ibaret olmak üzere– yeni bir hayat âlemine girmişti.

Genç bey, yeni âlem-i hayatının temaşa-yı infilak-ı seherinden mütelezziz ve mütehassis olup türlü türlü

 

renkler içindeki tulu ve gurubunu seyretmekten memnun oluyordu. Mesire-i tenhaisindeki sessiz ormancıkların sükûn ve vahşeti mizacına pek muvafık geliyor, rüzgârın ağaç yapraklarını ihtizaza getirmesinden peyda olan iniltiler ruh-ı müteellimine arzu-yı büka veriyordu. Mürtefi tepelerden Marmara Denizi’ne ve o denizi semayla birleştiren ufka nazar ettikçe fikr-i ebediyet kadar vâsi bir âlem-i diğere süzülüp gidiyordu. Kuşların cıvıltısı, suların çağıltısı sem-i hasretine başka türlü aksediyor, bulutların seyir ve sükûnu ahterlerin yılpırdaması nazar-ı iştiyakına başka türlü çarpıyor, tabiatın her lem’asından her cilvesinden bir mana istinbat etmek istiyordu!

Bihruz Bey’in hatırına artık ne sarı araba uğruyor ne kır beygirler geliyordu. O yeni hayatından memnundu. Düşündüğü şey yalnız maşuka-i faniyenin mezarını öğrenmek, öğrendikten sonra da sık sık onu ziyaretle irahe-yi vicdan, tahfif-i bar-ı hicran etmekten ibaretti.

Bihruz Bey bir akşam yalnızca klas odasında meşgulken dadı kalfa bermutat başörtüsü başında olduğu halde beyin yanına gelerek valide hanımefendinin biraz görüşmek istediğini haber vermekle bey kalktı doğru valide hanımın odasına girdi, hanımın elini öptükten sonra bir sandalyeye oturdu. Ana oğul konuşmaya başladılar:

“Oğlum.. Bihruz’um! Ne işle meşguldün?”

“Hiçbir işim yoktu, kendi kendime lektür yapıyordum.”

Lektür nedir?”

“Okuyordum...”

“Sana bir şey soracağım...”

“Sorabilirsiniz...”

“Arabanı ne yaptın?”

“Hiç, eskidi... Biraz da borcum kalmıştı, borca karşılık verdim...”

“Hayvanlar da beraber mi?”

“Evet! Zati araba yüz elli lira etmez ki, borcum o kadardı...”

“Yağızlar duruyor değil mi?”

“Evet! Duruyor...”

“Onları ne yapacaksın?”

“Bir müşteri bulursam satacağım...”

“Bana versen olmaz mı? Benim doru beygirler benim gibi pek ihtiyar olmuş, kupayı zor çekiyorlar.”

“Siz bilirsiniz, beğenirseniz alınız...”

“Bedava değil a, parasını vereceğim.”

“Parayla da alabilirsiniz, parasız da. Kom vu vudre.

“Acaba ne versem memnun olursun?...”

“Geçen yaz onlara yüz yirmi lira verdilerdi de ben vermedimdi. Me pur vu...

“Yüz yirmi lira çok, razı olursan seksen liraya alayım?...”

Tre biyen!. Ben de verdim...”

Valide hanımefendi –beyaz bir ipek mendil içinde ağzı kırmızı kurdeleyle bağlı– altın çıkınını yastık üzerinden alıp Bihruz Bey’e uzatarak, mahdum bey de kendine
uzatılan şeyi istiğnasızca kabul ederek yine muhavereye devam olundu:

“Şu paralar geçenlerde vadettiğim yüz elli liradır. Hayvanların parasını da konağa nakilden sonra vereyim olmaz mı?...”

“Konağa mı gideceğiz?...”

“Öyle ya!. İşte eylül de giriyor, yağmurlar sıklaştı, havalar serinledi. Bunlar da bir tarafa kalsın önümüz ramazan.. Bilirsin ya ben camilere giderim.. Burada nasıl olur?”

“Ramazan o kadar yakın mı?...”

“Öyle ya şunda on gün kaldı..”

“Hiç haberim bile yoktu.. Lakin buraları da pek güzel, nasıl bırakalım da gidelim?.. Oton burada çok güzel olur!”

Oton ne demek?”

“Sonbahar değil mi ya?.. İlkbahar: prentan... Sonbahar: oton...”

“Frenkçe mi bu?”

“Fransızca... Fransızcanın her lakırdısı güzeldir, bizimki gibi kaba değildir.”

“Paşa baban hiç beğenmezdi.. Neyse o otonu bu defa da benim hatırım için İstanbul’da geçirelim olmaz mı Bihruzcuğum?”

“Ben şimdi apiye gezmekten hoşlanıyorum. Burada promenad yerleri var. Konağa gidersek bahçede mi gezineyim? Gidecek yalnız bir Beyoğlu, orası da artık bana trist gelmeye başladı...”

“Ramazanda Beyazıt, Şehzadebaşı, Direklerarası pek güzel olur. Oralarda gezersin.. Hem senin İstanbul’da misafirlerin gelirlerdi... Burası uzak da besbelli onun için gelmiyor...”

“Mutlak gitmeli mi İstanbul’a?”

“Benim hatırım için...”

“Ben Reşkidil’le, dadı kalfayla aralıkta buraya gelebilirim değil mi?...”

“Olur.. Ne zaman canın isterse kalkar buraya gelir, bir iki gece kalırsınız...”

“Peki.. Demek hemen demenaje edeceğiz öyle mi?”

Deminaze ne demek?.. Niçin bana Türkçe söylemiyorsun?”

Demenaje... Sanki göç edeceğiz.”

“Öyle ya.. Bugün pazar, önümüzdeki perşembeye gidelim...Ben Memiş’e söylettim, iki araba ısmarlayacak... Çok eşya gidecek değil: Yalnız benim, kızların sandıklarımız, sepetlerimiz, biraz da öteberi gidecek o kadar...”

“Öyleyse ben de Mişel’e ordr vereyim de benim gidecek eşyamı ambale etsin.”

“Sen de çok şey götürmezsin zannederim...”

“Çok şey götürmeyeceğim... Birkaç kitap, biblo filan...”

“Memnun oldum oğlum.. Allah senden razı olsun!...”

Mersi! Şer mer!..

“Benimle konuşurken Frenkçe karıştırmazsan daha çok hazzederim...”

“Dilim alışmış da, orövuar valide!”

“Yine mi?... Neyse zarar yok... Gidiyor musun?”

“Evet! Yatma vakti geldi, sabahleyin biraz erken kalkıp da ders yapacağım...”

“Allah rahatlık versin, git yat.. Sabahleyin de afiyetle kalkarsın inşallah!...”

Mersi!...

Bihruz Bey maşuka-i faniyenin hayal-i hazinini her saat her dakika başka bir şekl-i can-aşub başka bir vaz’-ı ruh-perverle kendisine arz eden sonbahar manzaralarını Küçük Çamlıca’da terk edip de İstanbul’a nakletmek istemiyordu. Ne çare ki teceddüd-i mevsim münasebetiyle Terzi Mir’in, Kunduracı Heral’in, Tuhafçı Alber Kun’un hesaplarını birbirini takiben irae-i yekûn-ı erkam edeceği, Süleymaniye’deki konağa bir talip zuhur etmediği, yağız hayvanların da def’ine çare arandığı bir zamanda yüz elli lirayı bila-minnet ihsan edip seksen lirayı dahi bila-istiksar tediyeye söz veren valide hanımefendinin hatırını kırmak münasip olmadığından şitaiyeye nakle hah ü na-hah muvafakat gösterdi. Binaenaleyh beyefendi derse müteallik kitaplarıyla Biyanki ve Hançerli lügatnamelerini ve Redhavz’un muteber Lügat-i Osmaniye’sini ve Graziyella’yı kendi bizzat götürmek üzere diğer –isimlerini sevdiği– romanlardan ayırmış olduğu elli beş altmış kadarını ve alelhusus Mösyö Piyer’in kırk frank bir bedelle şakirdine lütfen ihda ettiği illüstre kitabı ve konsolların, trapezlerin, yazıhanenin, yazı masasının üzerlerinde duran pres papye, kup papye gibi edevatla tuhaf ve tefarikten madut ufak tefeğin esna-yı nakilde kırılmayacak bozulmayacak surette ambalajı işini Mişel Ağa’nın uhde-i dirayet ve kifayetine ve çamaşıra, elbiseye müteallik olarak konağa gitmesi iktiza eden şeylerin meşin sandıklara yerleştirilmesi hususunu dahi dadı kalfayla Reşkidil’in, Nalişger’in eydî-yi himmetlerine havaleyle kendisi perşembe gününe kadar üç gün zarfında Küçük Çamlıca’nın latif kırlarını dolaşıp ifa-yı resm-i vedaya karar verdi.

Loading...
0%