@recaizdemammudekre
|
İstanbul’a nakil Bihruz Bey için manen pek hayırlı oldu. Konaktaki salonu, klas odasını, kitaphanesini tertip ve tanzimle birkaç günler bir düziye meşgul olması gaile-i kalbiyesini azıcık unutturur gibi olmuştu. Naklin üçüncü günüydü. Konağın yazları bekçilik vazifesini dahi ifa eden bahçıvanı bahçeye ne kadar güzel baktığını bir eser-i latifini arzla hem bir aferin almak hem de beş on kuruş bahşişe konmak ümidiyle mevsime mahsus ayva güllerinden gayet latif ve zarif bir deste tanzim ederek bir sabahleyin klas odasında dersle meşgulken beyefendiye takdim etti ve umduğu şeylerden birincisine nail olamadıysa da ikincisini mafevkalmemul ele geçirdi: İki altın bahşiş aldı. Bihruz Bey ise o latif bukeyi salona göndermeyerek kendi eliyle eski madenden bir zarif çiçekliğe, çiçekliği de yazı masasının bir kenarına koydu, karşısına geçti oturdu, düşünmeye başladı. Sonbaharın –tef ü tab-ı veremden sararmışken yine taze ve dilber, bir mevt-i na-be-hengâmın vüruduna müterakkıbken beşuş ve hande-ver zühre çehreleri andırır olan– o mahsul-i hazinini, o masum, o pakize nazik çiçekleri, o mahviyetli, o utangaç nazenin gül goncaları, o sarışın benat-ı hoş-buy-ı tabiatı bir müddet temaşaya dalıvermekle bütün hissiyat-ı hasret-perveranesi bidar olarak yüreği hafif hafif yanmaya başladı. Maşuka-i fena-residesi heyetiyle gözünün önüne geliverdi. Nazar-ı muhabbetini üzerinden ayıramadığı zarif bukeyi teşkil eden sarı güllerden hele bir tanesi Periveş Hanım’a ne kadar benziyordu!.. Bu güldeste-i letafeti maşuka-i faniyenin mezarına götürüp bırakmak pek münasip olacağını Bihruz Bey düşündüyse de ne çare ki o mezarın nerede bulunduğu tahkik olunamamıştı! Bu teceddüd-i tahassürat üzerine Bihruz Bey yine Graziyella’yı okumak istedi. Konağa geldiği akşam kitabı nereye bıraktığını unutmuştu. Aradı aradı buldu. Lakin Graziyella’daki Prömiye rögreden artık usanmıştı. Bu rögrenin ikincisi, üçüncüsü ve belki dördüncüsü ve bir de sonuncusu olmak iktiza ettiğinden onları tedarik ederek okumak hevesine düştü. Dejöneden sonra eldivenlerini giydi. Bastonunu aldı. Kapıdan çıktı. Maşiyen Köprü’ye indi. Oradan Galata’ya geçti. Bir araba buldu. Doğruca Tekke’ye Beyoğlu’na çıktı. Terzi Mir’e, Kunduracı Heral’e, Tuhafçı Alber Kun’a uğrayarak yirmi, otuz, kırk liralık bir alelhesap itasından sonra Tekke civarındaki Kitapçı Vik’in dükkânına gitti. “Bonjur Mösyö!” “Bonjur Mösyö! Ne arzu ediyorsunuz?” “İkinci, üçüncü ve Sonuncu Teessüf’ü istiyorum...” “Müellifi kim Mösyö?..” “Müellifi dö Lamartin, meşhur şair...” “Dö Lamartin’in öyle bir eseri olduğunu bilmiyorum...” “Evet, olacak...” “Hatırıma gelmiyor...” “Ne demek? Graziyella’yı okumadınız mı?” “Gençlikte belki okumuşumdur amma; hiç hatırda kalır mı?...” “Siz bana Graziyella’yı bulunuz...” “İşte efendim!...” “Bakınız: Lö Prömiye Rögre, elbette bunun ikincisi, üçüncüsü ve bir de sonuncusu olmak lazım gelir...” “İhtimal... Burada dö Lamartin’in külliyat-ı âsarı var, belki onların içinde aradığınız şeyler de mevcuttur. Fakat ayrıca basılmamıştır.” “Külliyat-ı âsar mı?” “Evet efendim!” “Göreyim...” “Buyurunuz, bu yedi cilttir.” “Güzel, kaç kuruş?” “Yedi cildi altmış dokuz frangadır.” “Pahalı değil, tab’ı da güzel...” “Hem de içinde güzel gravürler vardır...” “Peki, şu dört liranın üst tarafını veriniz.” “Hayır efendim! Dört liranın birisi zait, ciltlerin parası tamam üç lira eder.” “Ha! Hakkınız var... Kitapları sarınız bağlayınız da Beyoğlu’nda (..) numaralı Mösyö Alber Kun’un dükkânına gönderiniz olmaz mı? Oradan bana gönderirler...” “Pekâlâ...” Kitapçı Mösyö Vik, Lamartin’in âsarı içinde Döziem rögre, Truvaziyem rögre, Derniye rögrenin olmadığını pekâlâ bilirdi. Fakat Bihruz Bey’i techil etmiş olmak nezaketsizliğinde bulunmamak için o bapta beyan-ı cehl etmeyi münasip gördü. Bu sırada şairin külliyat-ı âsarını ortaya sürmesiyse o gün sabahtan beri altmış paralık bile bir alış veriş etmediğinden ehemmiyetlice bir meblağla istiftaha nailiyet ümidine müstenitti. Ümidi hasıl oldu. Çünkü o kitapçı olduğu için düşüncesi, emeli kitaplarını satmaya münhasır olmakta kendisi mazurdu. Bihruz Bey oradan çıktıktan sonra tekrar Alber Kun’a uğrayarak gelecek kitapların derhal konağa gönderilmesini tembih etti ve kendi Taksim Bahçesi’ne kadar yayan bir tur yapmak üzere yürümeye başladı. Bahçeye vusulüne bir yüz hatve kadar kalmıştı, öteden tozu dumana katarak bir arabanın gelmekte olduğunu görünce olduğu noktada durdu bekledi. Araba kendi arabası, hayvanlar kendi kır beygirleri, koşe de bizzat Andon’du. Bey bunları tanıdı bildi yalnız arabayı kullanmakta olan genç beyi tanıyamadı. Bihruz Bey arabasını ve Andon’u o halde görüp tanıyınca azîm bir hayret-i beht-aver içine düştü. İptida olduğu yerde kalakaldı. Sonra döndü arabayı –Taksim Caddesi köşesini dolaşıp da gözden kayboluncaya kadar– nazarıyla takip etti. Araba bertaraf olunca yine yürümeye devamla bahçeye girdi, kendi kendine söylenerek tarhların arasında dolaşmaya başladı: “Kesköse kö sa?... Arabayı, hayvanları diyelim ki o beyefendi Kondoraki’den satın almış. Andon’u nereden bulmuş?... O da beraber mi satıldı? Yoksa benzettim mi?... Benzetme de değil. Hatta Andon melunu beni gördüğü zaman bıyık altından gülerek başını öteye çevirmedi mi? Çok şey! Markaya dikkat edemedim... Acaba benim inisiyaller duruyor mu? Duruyorsa bana hakaret değil mi? O maladruva şık beyefendi de kim oluyor? Ne kadar zıpırcasına araba kullanıyordu!...Vay alçak Kondoraki!... Vay melun Andon!.. Demek ki bunlar bizim ekipajı kaçırıp zapt etmek için ittifak etmişler!.. Anfen ben debarase oldum ya!... Araba zati berbat olmuştu... Hayvanlar da öyle.. Acaba kaç liraya satıldı bunlar? Neme lazım!... Üste benden para istemesinler de... Lakin garip şey! Andon ha!... Şimdi anlaşıldı ki ‘Arabanın dingili eğrildi yaptırmak için Kondoraki’nin fabrikasına götürdüm, falan filan’ demesi bütün yalanmış... Hele ben kurtuldum ya... Gelecek yaz istersem daha âlâlarını getirebilirim... Konak sağ olsun!...” Bey bu yolda söylene söylene bahçenin içini üç beş kere devrettikten sonra kapıdan çıktı. Epeyce yorulmuştu. Beyoğlu’nu yayan geçmeyi göze aldıramadığı gibi sarı arabaya tekrar rast gelmeyi de istemediğinden orada müşteri bekleyen kupalardan bir tanesine girdi.. Arabacıya: “Dolmabahçe’ye, oradan İstanbul’a, Süleymaniye’ye!” emrini verdi. Filhakika Bihruz Bey sarı arabayı kır hayvanları yanlış görmemiş, Andon’u da benzetmemiş, hepsini doğru görüp tanımıştı. Fabrika sahibi komisyoncu Çelebi Kondoraki, Bihruz Beyefendi’ye Andon’un yediyle gönderdiği |
0% |