Yeni Üyelik
50.
Bölüm

4. Kısım - 14. Bölüm

@recaizdemammudekre

Ramazanın on ikinci cuma günü Bihruz Bey saat dokuz buçuktan on buçuğa kadar Beyazıt sergisinde gezinip eğlendikten sonra avludan çıktı. Meydanın o cihetini simitçi, çörekçi, hardalcı, pideci gibi esnaf tabla ve küfeleri, fincan tabak ve çanak çömlek satan yaymacıların sergileri, ayak berberlerinin sandalyeleri mangalları, mahut panoramacının –başında daima mevcut olan yirmi otuz kadar temaşacısıyla beraber– kocaman sandığı, kundura boyacılarının kutuları, dolmacı, mumcu zenciyelerin tencereleri sepetleri, tefarikçi Hinduların tespihçilerin sundurmaları, kuskusçuların çadırları ve bunlarla ahz ü itası bulunan, bunların önünde saatlerce durup bakmaktan zevk alan birkaç yüz kadar ayak takımı aleladeden ziyade ihata etmiş, camiden ve sergiden çıkacak eshabını alıp götürmek üzere vürudlarına muntazıran bir sıraya dizilmiş yüzlerce konak arabalarının o kalabalığa inzimamı orasını sökülmez geçilmez hale getirmişti.

Bihruz Bey epeyce müşkülatla Kökçüler Kapısı tarafına geçerek basmacıların önünden kâğıtçılara doğru ağır ağır yürümeye başladı. Birkaç günden beri berdevam olarak ehl-i siyamı taciz etmekte olan lodosun sakil havası o sabah poyraza tahavvül etmekle ortalığa latif bir serinlik yayıldığından ikindiye karib sokaklara uğrayan erkek kadın nice binlerce halk camileri, meydanları, büyük caddeleri doldurmuş ve konak ve kira arabalarından birçoğu da ağuşlarına ziynet veren süslü hanımları hamilen aşağı yukarı, birbiri ardınca meydanı devretmekte bulunmuştu.

Birtakımı gidip birtakımı gelen ve izdihamın sökülmez bir halde olmasından dolayı birkaç adımda bir kere tevakkufa mecbur olan binlerce halkın içinde siyah çuhadan düz yakalı bir önlü sakoları veya koyu renk kazmirden yakası kadifeli iki önlü paltoları yukarıdan aşağıya kadar ilikli, büyücek tablalıca fesleri iki yandan kulaklarının kısm-ı âlâsını setretmiş, keçi derisi potinleriyle parlak ve sustalı kunduraları çamur lekesinden ve tozdan tamamıyla azade ellilik, elli beşlik, altmışlık efendilerin sol ellerinde altın veya ipek kamçılı, nadiren inci ve mercan bazen kehriba ve necef, bazen narcıl, yüz sürü kuka birer tespih olduğu halde sağ ellerindeki gümüş kakmalı, kabzası kanca şeklinde abanozdan bastonlarına
dayanarak hatavat-ı mütesaviye ve kemal-i temkin ve vakarla yürüyüşleri –kolalı frenk gömleklerinin dimdik yakaları aşağıdan yukarıya doğru kulaklarını yarı yerine kadar saklamış, koyu renk ve püskülü daima yan tarafta bulunur ufarak kalıpsız fesleri kaşlarının üzerine kadar inmiş, siyah redingotlu, dar pantolonlu, parlak potinli, tek gözlüklü, eldivenli şık beylerin ellerinde bazen altın bazen gümüş veya bağa saplı birer baston bulunduğu halde ekseriya ikişer ikişer ve kol kola gezerken nerede bir temiz araba veya bir süslü hanım görürlerse gözlerini ona açıp veche-i cevelanlarını o tarafa tevcih etmek suretiyle izhar-ı hiffetten çekinmeyişleri– ekserisi ipekli parlak kumaşlardan rengarenk şemsiyeleri, feraceleriyle ve gazdan rakik ve nazik, gazeden latif ve şeffaf yaşmaklarıyla öbek öbek kenarları tutmuş olan işvekâran-ı benat-ı Havva’nın tetavul-ı eydi-yi teaddiden vareste bulunmak için meşacir-i baharın kıyı bucak yerlerinde topluca bulunmaya meyyal olan hassas çiçekleri andırırcasına âleme kendilerini hem göstermek hem de göstermemek gibi iki muamele-i mütezaddeyi hüsn-i cem etmek hususundaki nümayiş ve bazişleri, elleri koltukları yeşil salata soğan ve yağlı ve susamlı simit hevenkleri, ramazan pidesi çıkınlarıyla dolu olduğu halde baklava börek tahayyülatı ve kahve tütün tahassüratıyla bisabr u âram kalan ve iftar dakikasına yetişmek için saatin
saniyelerini adımlarıyla saymak itiyadında bulunan şikemperverlerle tiryaki babaların o sökülmez geçilmez izdihamın içinde bunalıp hesaplarını şaşırdıkça lahavle-guyan baş sallayışları şayan-ı dikkat temaşalardandı.

Saimundan bulunduğu cihetle ramazan günlerini pek iyi saymakta olan Bihruz Bey şehr-i mübarekin on beşi gelmeden sokakları hıncahınç dolduran bu kalabalığa nazar-ı taaccüple bakarak ağır başlı bir beyefendiye yakışır tavır ve edayla yoluna devam ediyordu.

Meydanı bin müşkülatla geçerek Sabuncu Hanı köşesini de dolaşacağı sırada belki yirminci defa olmak üzere yine tevakkufa mecbur oldu. Zira Vezneciler cihetinden gelmekte olan iki sıra arabalar, ilerisi tıkanmış olduğu cihetle orada durmakta ve iki taraftan hücum eden halk birbirlerinin mürur ve uburuna mani olmaktaydı. Süslü hanımlara perde-birunane harf-endazlıkla sırnaşmak için böyle müsait zemin ve zamanlar arayan hafifül-mizaç şıklardan ikisi adi bir kira arabasına kurulmuş sahibat-ı hiffetten, düzgünlü boyalı iki kadına kur etmek yolunda türlü maymunluklar, türlü maskaralıklar ediyorlar, kadınlar da aynı evza-yı suhrekâraneyle şık beylere mukabeleden geri kalmıyorlardı. Bihruz Bey bulunduğu noktadan ne ileri ne de geri gidemediği cihetle bu hali ister istemez görüyorsa da araba biraz ileride bulunduğundan içindeki nazeninleri –ki Periveş Hanım’la Gülşeker Hanım’ın kendileriydi– seçemiyordu. Zavallı Bihruz Bey, son derece çirkinliğini şimdi görebildiği bu halden ziyadesiyle müteneffir olarak kendi kendine şu yolda söylenmeye başladı:

Kom se degutan! Bir kadına böyle de kur edilir mi?.. Aman yarabbi ne bayağı insanlar! Ne adi kadınlar!.. Ben de kurörlük ettim, lakin böyle iskandalö hareketlerde bulunmadım. Benim baktığım kadın haşa, o kadın değil bir kız, kız da değil bir melekti, yazık!. Povr fiy şimdi sağ olsaydı o da buralarda bulunurdu ya!... Evet!... O da çıkardı gezerdi ama nasıl?.. Nobl bir hanıma layık surette... Evet! Şimdi o benim fiyansem olacaktı, belki de oh!... Madam Bihruz... Madam Bihruz olacaktı!... Yazık! An sezan... Se biyen to pur murir!... Ah!. O şimdi soluk kefeniyle kara topraklarda yatıyor, ben geziyorum, niçin mezarının başında ağlamıyorum?... O mezar nerede?... Of!...Kom se trist! Sevdiğini kaybet de toprağını bilme!. Malörö kö jö süi!Aman şuradan gideyim de şu hali gözüm görmesin!...”

Bihruz Bey yüreğini birden istila eden nefret ve hasret hislerinin zor-ı tahrikiyle kadından erkekten azimetine hail olanları itip kakarak kendisini filhakika oradan kurtardı ve artık ruhunu be-tekrar kaptırmış olduğu tefekkürat-ı hasretperverane içinde hiçbir tarafa bakmayarak doğruca konağa gitti, iftar vaktine daha yarım saatten ziyade vardı. Bey salona çıktı. Orada valide hanımın davetiyle iftar için gelmiş akrabadan birkaç kimse oturuyordu. Bey bunlara birer aşinalıktan sonra geri döndü. Çünkü Bihruz Bey kendi kendine düşünmek için yalnız bulunmak istiyordu. Kabine dö travayına gitti. Halbuki orada da Mösyö Piyer bulunuyordu. Bey artık sevgili mualliminden kaçamadıysa da ona bile soğucak muameleden iptida kendini alamadı.

Bonjur Mösyö Piyer!...

Bonjur beyefendi!. Koman sa va?...

“Pek iyi değilim, siz nasılsınız?...”

“Ben oldukça iyiyim... Size bir kitap getirdim, biraz eskice amma, benim kitapların arasında elime geçti de...”

“Teşekkür ederim, nasıl kitap o?...”

Manon Lesko, fevkalade güzel yazılmış eserlerdendir, bunu okumadınız zannederim.”

“Hayır görmedim...”

Amur dö fam ama bu bir amur aşarne, Pol e Virjini, La Dam O Kamelya filan gibi değil, trezenteresan...

“Aman okusak...”

“Siz kendi kendinize okursunuz, bakınız ne kadar garip, ne kadar azgın, bunlarla beraber ne kadar fedakâr, ne kadar hazin neticeli bir aşk!...”

“Rica ederim siz başlayın da, sonra da ben kendi kendime okurum...”

Tre biyen! Fakat vakit var mı? Şimdi dineye gidecek değil miyiz?...”

“Daha yarım saat var, başlayın siz...”

“Öyleyse beş on sahife okuyabiliriz...”

Konağa nakilden ve hususuyla ramazanın hululünden beri Bihruz Bey’in harekât ve muamelatına ârız olan durgunluk ve amur dö fam bahislerine gösterdiği meyilsizlik Mösyö Piyer’in nazar-ı dikkatini celbediyordu. Gerçi genç bey dersleriyle evvelkinden ziyade meşgul oluyorsa da bu gidişle beyin bu derslerden de usanıvermesi ihtimali baid olmadığını ve o halde kendisinin yumuşak yüzlü dostu olan yüz otuz altı frank elli santimden müfarakat-i ebediyeyle ayrılmak icap edeceğini düşünmek Mösyö Piyer’i bayağı üzüp duruyordu. Bahusus beyin ekipajı ne sebeple aradan kalktığını Mişel Ağa’dan gizlice sorup öğrendikten sonra Mösyö Piyer daha ziyade üzülmeye ve kendisini hocalık mevkisinde tutmak için beye başka türlü yaranmak çaresini düşünmeye başladı. Bu çareyse ara sıra bazı şevk-engiz romanlar bulup getirmekle genç beyin her neden dolayıysa duçar-ı fütur olan hevesat-ı heva-perestanesini canlandırarak ve ders geceleri amur dö fam hakkında tatlı bahisler açarak beyi ülfete mecbur etmekti. Fakat aziz şakirdin kuvve-i maliyesi şüphe götürür ve endişe verir bir haldeyken dışarıdan parayla kitap alıp getirmek münasip değildi. O cihetle Mösyö Piyer bazı ehibbasında da bulabileceği o türlü kitapları ariyeten alıp şakirdine getirmeyi düşünüyordu. Mösyö Piyer’in hanesinde bir köhne sandığı vardı ki ekserisi politikaya dair birçok resail ve lüzumsuz evrak ve mekatiple doluydu. Mösyö bir akşam bir kâğıt aramak için sandığı açtı. İçindeki şeyleri karıştırırken eline şirazesi dağılmış, kapağı yırtılmış bir kitap geçti. Kitabı muayenede Manon Lesko hikâyesi olduğunu görünce aldı, bir tarafa koydu ve cuma günü konağa gelirken kitabı da sakosunun cebine yerleştirmeyi unutmadı! İşte o parça parça, sahifeleri bükülmüş yırtılmış, ele alınmaz derecede kirlenmiş kitabın konağa getirilmesindeki illet ve niyet buydu. Burası anlaşılınca beyefendinin o kitap için “Aman okusak!” diyerek izhar ettiği arzuyu Mösyö Piyer’in ne büyük bir hisse-i memnuniyet ve şevk-i muvaffakiyetle telakki etmiş olacağı muhtac-ı beyan değildir.

Evet! Mösyö Piyer kitabı derdest ederek kemal-i şevkle cehren okumaya, Bihruz Bey de can kulağıyla dinlemeye başladılar. Ne faidesi var ki romandan on beş sahife okunamadan top atıldı. Emektar Memiş Ağa kapıdan görünerek tariz-amiz bir tavırla:

“Misafirler oruç açacaklar, sofra başında bekliyorlar!” dedi.

Çaresiz yemek odasına gidildi. Bihruz Bey şer profesörünün getirdiği bu yeni romanı merak etmeye başladığından zihnini oraya vermişti. O cihetle sofrada kimseye bir iltifat etmiyor, iftarcılar da beyin sükût-ı musırranesine karşı ağız açmaya cesaret edemediklerinden odada ara sıra kaşık ve çatalların tabaklara hataen dokunmasından hasıl olan hafif ve cüretsiz bir tıkırtıyla Mişel Ağa’nın öteye beriye hareket ettikçe potinlerinden çıkan ihtiyatlı gıcırtıdan başka ses işitilmiyordu. Neyse yemek yenildi. Salona geçildi. Bihruz Bey birinci kahve ve sigaralar içilinceye kadar salonda bulunmaya güç tahammül etti. Nihayet misafirlere karşı:

“Affedersiniz, muallim efendiyle ders yapacağız, siz keyfinize bakınız...” diyerek ve Mösyö Piyer’e de bir işaretle meramını anlatarak ikisi birlikte salondan çıktılar, ders odasına gittiler. Oraya gider gitmez Bihruz Bey Manon Lesko’yu Mösyö Piyer’in eline tutuşturdu:

“Lütfen okumaya devam eder misiniz?...”

Tre volontiye!... Bu hikâye, bana da yeniden merak verdi. Gençliğimde beş allı kere okumuştum, kitabın eskiliğinden de anlaşılıyor ya, ne kadar okusam bıkmıyorum.. Bunlar...”

“Rica ederim, o bahisleri sonra ederiz. Romanı bu akşam bitirsek diyorum.”

“Bilmem. Bitirebilir miyiz?...”

“Hele siz okuyun, saat yediye kadar tabii oturacağız...”

Mösyö Piyer yalnız arada bir sigara yakıp Mişel Ağa’nın getirdiği şerbet ve kahveyi de nuş ederek bir iki nefes almaya fırsat bulmak suretiyle beş saat kadar alet-tevali kıraate devamla romanın yarısından ziyadesini okudu şakirdine dinletti. Fakat biçare ihtiyarın tab ü tüvanı da kesildi.

Bir taraftan vakt-i sahurun hululünü ilan için sokaktan doğru gelen davul sesleri en vazifesiz kulaklara da kendisini işittirecek surette gürültüler kopardığı gibi diğer taraftan emektar Memiş Ağa’nın yine kapıdan görünerek barit bir sedayla:

“Misafir sofraya inecekler, yemekler soğuyor..” diye mırıldanması müsamahaya meydan vermediğinden ve alelhusus Mösyö Piyer’in:

Nuzallon manje nespa?.. Oh!.. Je fen!.. Jö vöfer ön bon supe!..” diye –taamdan ziyade tutulduğu azaptan kurtulmaya matuf olarak– izhar ettiği arzuya karşı Bihruz Bey bir şey diyemediğinden sal a manjeye gidildi. İftardan daha sakin, daha hazin bir suretle yemekler yenildi, sofradan kalkıldı.

O zaman Mösyö Piyer hemen Bihruz Bey’in yanına giderek:

E biyen mon şer bey! Bu akşam da ders yapamadık, siz de yoruldunuz ben de. Yarın sabah siz geç çıkarsanız, benim biraz erken gitmekliğim lazım...” dedi. Bundan maksadı artık yatak odasına çekilmek için beyden müsaade istemekti. Bihruz Beyse romanı o gece tekmil dinlemek emelinde bulunduğundan Mösyö Piyer’i tekrar kabine dö travaya götürmek üzere davrandığı sırada ihtiyar derhal cebinden saatini çıkarıp bakarak:

“O!... Saat sekize gelmiş, benim için pek geç. Yarın sabah Galata’da bir zatla buluşacağız. Pardon a mardi!” dedi, beyin elinden kurtuldu.

Bey romanı mutlak bu gece bitirmek istiyordu, onun için kabine dö travaya yalnızca gitti. Kitabı kaptığı gibi hareme girdi. Yatak odasına çıktı. Soyundu. Oda kapısını sürmeledi. Şezlongun üzerine uzandı. Mösyö Piyer’in bıraktığı yerden romanı mütalaaya başladı.

Loading...
0%