@recaizdemammudekre
|
Bihruz Bey romanın alt taraflarını okudukça merakı artıyor, merakı arttıkça okumaya inhimaki ziyadeleşiyordu. Hikâyenin kahramanı olan genç âşığın maşukası Manon’la Amerika’da Nuvel Orleyan’a vusullerinden sonraki sergüzeştleri, âşık ve maşukanın umulmadık bir badireden daha kurtulmak için vahşilerin karargâhına doğru firar ederken kumluk bir sahranın oportasında yorgunluktan ve açlıktan bitap düşen zavallı maşukanın vuku-ı vefatı, biçare âşığın maşukasını defnettiği çukurun üzerinde mecruh ve bimecal olduğu halde bir gün bir gece yatıp kaldıktan sonra yakalanıp Nuvel Orleyan’da hapis ve Manon’un naaşının da şehre naklolunuşu, nihayetül-emr âşık-ı meyusun Fransa’ya avdeti pek tabii ve müessir surette yazılmış olduğundan ve Bihruz Bey’in yine defaten canlanan hayalatı o vukuat ve onların tevlit ettiği hissiyatla kendi ahval-i şahsiyesi arasında bir nevi mevcut olan muvafakati mutabakat derecesinde göstermeye başladığından kitabı bitirmedikçe elinden bırakmamış, o cihetle sabahın saat dördüne kadar olduğu yerde uyanık kalmış, esna-yı mütalaada –kendi kendine sönünceye kadar yanan– mumların isi odayı doldurmuştu. Bey kitabı kapayıp bir hayli müddet müstağrak-ı tefekkürat olduktan sonra yerinden fırladı, bir pencere açtı. Odanın içindeki duman pencereden baca dumanı gibi çıkıyordu. Bey ayak üzerinde duramayacak kadar yorgun olduğundan odanın havasını süratle tecdit ederek hemen yatağına düşmek için kapıyı açtı. Dadı kalfaysa sofada bulunuyordu. Kapı açılınca hemen geldi odaya girdi. Beyin yatağı bozulmamış, odayı duman içinde görünce merak ilcasıyla beyinin yüzüne dikkatle baktı. Beyin birer siyah halka içine girmiş ve küçülüp çukura kaçmış fersiz gözleri, uykusuzluktan heyecan-ı maneviden reng-i aslisi kaçmış siması, dermansızlıktan tir tir titreyen dizleri, halinde bir büyük perişanlık gösteriyordu. Dadı kalfa sevgili beyinin bu hal-i bitabi ve perişanisini müteessirane temaşadan sonra şu suretle söylenmeye başladı: “Vah vah!... Bu koca papaz ne zaman gelse benim beyimde böyle bir hal görülüyor! Hınzır herif, böyle de ders okutulur mu? Zavallı beyciğim sabahlara kadar gözlerini kırpmamış!... O pis kitap için mi böyle harap ettin kendini?... Buna hanımefendi de razı değil. Ben de razı değilim, Allah da razı değildir. Bari gir yatağına da biraz rahat et!... Vah vah!.. Bugün oruç da tutulmaz!.. Biraz uyu da bakayım sana çorba ısmarlayım. Hadi sen yat, ben pencereyi filanı kaparım. Hay hain herif!. Ne oluyorsun ayol bu kadar çok ders verecek?... Sanki bir gece de hepsini okuyup öğrenecek.” Bihruz Bey dadı kalfanın bu sözlerini dinlemeyerek kendisini yatağa fırlattı. Dadı kalfaysa pencereyi kapayıp sigara tablasını şamdanı filanı kaldırmakla meşgul olduğu kadar hâlâ şu yolda mırıldanıp duruyordu: “Vallahi bu derecesi günahtır!... El âlemin evladını okutacaksan adam gibi okut. Bu kadar zora koyacak ne var? Hele gelsin de bir söylediğimi bırakmayım, Frenkçe öğretecek de sanki ne olacak...” Dadı kalfa Mösyö Piyer’in tahammülünden ziyade ders verip nazlı beyini sıktığına zahip olduğu için bu kadarcık söyleniyordu. Aziz muallim efendinin şakirdine öyle muharrik-i hevesat, mürevvic-i müştehiyat hikâyeler getirip okuttuğunu ve bunu da menfaat-i şahsiyesini temin için yaptığını bilseydi acaba daha neler söylemeyecekti? Bihruz Bey yatağına girdikten sonra uyumaya pek çok uğraştıysa da mümkün olamadı. Romandaki suzişli vukuatı zihninden ve bunların kendi halince mucip olduğu tahassüratı gönlünden çıkaramıyordu. Uykuya dalacak olsa gözlerinin önüne derhal iki mezar geliyordu ki birisi ıssız bir çölün ortasında kabarmış bir topraktan ibaretken üzerine genç bir insan kapanmış ağlıyordu. Diğeri iki sıra servilikle gidilir bir kabristanın bir kenarında sandukalı sütunlu yaldızlar içinde mükellef bir mezar olduğu halde bunun yanında bir kuş bile geçmiyordu. Bihruz Bey âlem-i hayalinde gördüğü bu yaldızlı mezarın kime mensup olduğunu da bildiği için kendi kendine levm ü itap etmekten hâlî kalmıyordu.
Bu hal içinde dört beş saat uğraştı. Nihayet müteheyyiç ve fakat medid bir uykuya daldı. On bir buçuğa doğru dadı kalfanın odaya girip seslenmesi üzerine gözlerini açtı. O birkaç saatlik uykuyla asabı biraz düzelmiş, midesi gıda aramaya başlamıştı. Dadı kalfanın hazırlattığı çorba ile kebabı iştahalıca yedi. Kahvesini sigarasını da içti. Tekrar yattı. Aralıkta bir uyanarak yine dalmak suretiyle o gece sekiz dokuz saat uyuduktan sonra alessabah yatağından çıktı. Bir pencere açtı. Önüne geceliğiyle oturdu. Düşünmeye başladı. Beyin düşündüğü şey maşuka-i faniyenin karargâh-ı ebedisini öğrenmeye bir çare aramaktı. Düşüne düşüne bu çarenin mefkut olduğunu anlayınca hiç olmazsa sevgilisinin gezip dolaştığı yerlerde ve ezcümle Çamlıca Bahçesi’nde kendi kendine gezinip ağlayıp bir teselli bulmaya çalışmak üzere dadı kalfayla konaktan daha bir iki hizmetkâr alarak Küçük Çamlıca’daki köşke beş on gün için gitmek suretini zihninde kararlaştırdı ve bu kararını dadı kalfaya açtığı zaman ondan da –fakat iki gün sonra için– cevab-ı muvafakat aldı. Bihruz Bey bu karar üzerine kalben biraz müsterih olarak o gün saat ona kadar yatak odasında kaldıktan sonra dadı kalfanın: “Beyim! İyisin maşallah! Giyinip de azıcık hava almaya çıksan olmaz mı? Hava güzel, sokaklar adam almıyor, gezer eğlenirsin, hadi beyim hazırlan!...” yollu teşviki üzerine giyindi. Bastonunu aldı. Konaktan çıktı. Direklerarası’na doğru ağır ağır yürümeye başladı. O gün artık Direklerarası’nın kalabalığı harikuladeydi. Gelici ve gidici olmak üzere ikişer sıra arabalardan müteşekkil çifte zincir-i müteharrikin bir ucu Şehzade Karakoluna, diğer ucu Beyazıt Meydanı’na müntehiydi. Mevkinin çaycılar cihetini erkekler Cami-i Şerif tarafınıysa kadınlar tutmuş, karşıdan karşıya geçmek kabil olamadığı gibi bulunulan noktadan ileriye gitmek de müteassirdi. Bihruz Bey’in Süleymaniye’den Vezneciler’e geldiği yol kendisini kadınların güzergâhına îsal etti. Bey yolun öbür cihetine geçmek isteyip muvaffak olamayacağını anlayınca kenardan Direklerarası’na gitmek üzere uğraşa uğraşa biraz ilerleyebildiyse de oradan öteye gidemedi. O noktada ilişip kalmış olan birkaç efendinin yanına iltica ederek kalabalık savuluncaya kadar durmaya zaruri karar verdi. Önündeki rengârenk şemsiye alayının birtakımı aşağıya birtakımı yukarıya doğru dalgalana dalgalana gidiyordu. Bey düştüğü reh-i na-refte üzerinde calib-i nazar-ı hayreti olan yaşmak derya-yı huruşanını ister istemez temaşaya dalmıştı. Önünden gelip geçen hanımlara dalgın dalgın bakıp dururken yüreği birdenbire şiddetle oynamaya başladı. Zavallı gencin reng-i siması uçuverdi. Yanından aşağıya doğru giden iki hanımın kırmızı şemsiyelisini maşuka-i faniyeye benzetmişti. Hanımın kalınca yaşmağı altındaki çehresine dikkatli baktığı zaman Üsküdar vapurunda uzaktan gördüğü hanım yani maşuka-i faniyenin hemşiresi olduğunu tanıdı. Artık iki aydan beridir merak ettiği mezarın mevkisini öğrenmek için ele geçen bu fırsatı kaçırmamak lazım olduğunu düşündü. Binaenaleyh kırmızı şemsiyeyi takibe karar vererek harekete mübaderet etti. Kırmızı şemsiye durdukça bu da durdu. O ilerledikçe bu da ilerledi. Nihayet hanımlar Şehzade Karakolu’nun köşesinden sağa saptılar. Bey de saptı. O sokak her ne kadar berileri kadar kalabalık değilse de bütün bütün tenha olmadığından bey şemsiyeye pek yaklaşmak istemiyordu. Kırmızı şemsiye bir hayli gittikten sonra sağda bir sokağa saptı. Bu sokak da gelenden geçenden hâlî değildi. Hanımlar önde, Bihruz Bey arkada biraz daha gidildi. Yine sola sapıldı. Burası tenhaydı. Beyin de artık daha ziyade beklemeye tahammülü kalmamıştı. Hızlı hızlı gitti. Kırmızı şemsiyenin yanına vardı. Kırmızı şemsiyeyse takip olunduğundan haberdar olmadığından beyin ayağının sesini alınca döndü, kendisine baktı. Bu dakikada Bihruz Bey artık kırmızı şemsiyeli hanımın yüzüne bakmıyordu. Gözleri yerde olduğu halde meramını arz etmeye başladı, hanımı da mukabeleye mecbur etti: “Ah!. Pardon efendim!.. Mil pardon!...” “Niçin? Ne var pardon diyecek?...” “Ah! Nasıl söyleyim? Dilim varmıyor, lakin mecburiyet, ah! İki aydır ne kadar sufrans içinde olduğumu bilseniz bana merhamet ederdiniz...” “Ne istiyorsunuz?... Adamlar geliyor, çabuk söyleyiniz...” “Ah! Nasıl söyleyim?... Hemşirenizin.. Of!. Söyleyemiyorum.. Ah!. Mezarını neredeyse bana söylemenizi rica ederim, affedersiniz, lakin emin olunuz ki hemşireniz... Ah! Bir anj gibi şast olarak gitmiştir...” “Ne söylüyorsunuz anlamıyorum ki...” “Ah! O zavallı meleği görmüş sevmiştim, benim bahtsızlığım... Aman affedersiniz!..” “Ne istiyorsunuz diyorum size?” “Hemşirenizin mezarını öğrenmek isterim...” “Benim hemşiremin mezarını?...” “Evet! Pardon, kusurumu affedin, ne yapayım, zat-ı seniyenizi temin ederim ki...” “Siz hemşiremi nerede gördünüz?...” “Çamlıca Bahçesi’nde gördüm.. Lakin sizi temin ederim ki.. Ah! Hemşireniz bir anjdı...” “Konuştunuz, görüştünüz müydü?...” “Evet! Lakin ma parol donör namus dairesinde konuştuk. Ah! Kom se trist! Mil pardon efendim, ne söylediğimi, ne söyleyeceğimi de bilmiyorum.. Evet! Topu bir defa konuştuk!” “Bahçede konuştunuz öyle mi?” “Evet! Efendim bahçede ah!...” “Havuz başında olacak...” “Evet! Evet! Ah! Siz neden biliyorsunuz?...” “Siz ona bir çiçek verdiniz galiba...” “Ah! Evet!.. Bir çiçek, ma povr flör!...” “O da size teşekkürler etti, çiçeği aldı göğsüne iliştirdi, öyle mi?.. “Ah! Öyle oldu...” “Azıcık geri kalın, şu adamlar geçsin...” “Peki efendim...” ... ... ... “Ey sonra? Başka bir defa kendisine bir mektup da verdiniz miydi?” “Ah! Pardon efendim, mektup başka bir şey değildi, mariyajımız için bir teklifti...” “Hemşiremi beğendiniz, sevdiniz miydi?...” “Ah! Bilmezsiniz, tasavvur edemezsiniz ne kadar sevmiştim...” “Vefat ettiğini nereden duydunuz?” “İki ay, tamam iki ay gezdim, aradım, bir yerlerde görmek müyesser olmadı. Birdenbire kayboluşuna bir mana veremiyordum. Korkuyordum, kimseye soramıyordum. Nihayet o malörü haber aldım. Ah! Kom je sufer!” “Besbelli çok sevdiğiniz için öldürdünüz...” “Ah! Ben mi öldürdüm? Onun için ben her dakika ölmeye hazırdım, o gideceğine keşki ben gideydim.. Hâlâ bana hayat haram oldu, gözüm dünyayı görmüyor. Povr anj!...” “Şimdi görseniz hemşiremi elbette tanırsınız değil mi?...” “A!.. Ne demek efendim, ne demek? Hiç tanımaz mıyım?” “Hele yüzüme bir iyi bakınız, sakın hemşirem sandığınız ben olmayım?” “Ah! Ne kadar benziyorsunuz!...” “Beyefendi! Beni anam bir tane doğurmuş, ne hemşirem var ne de biraderim...” “Ah! Gerçek mi söylüyorsunuz?.. Emposibl!!..” “Bahçede hemşiremle beraber gördüğünüz hanım da bu hanım değil miydi?...” Periveş Hanım’ın önü sıra giden Çengi Hanım bu aralık arkasına dönüp bakarak ve istihza-amiz tebessüm ederek: “Küçük bey ihtiyar olmadan benim gibi bunamış galiba!” dedi. Bihruz Bey de Çengi Hanım’ın Çamlıca mülakatı gününden kulağında kalan sesini pek iyi tanıdı. Onun üzerine hanımların yanında mahcubiyetini tahfif edecek bir mazeret aradı ve tekrar söze başladı: “Ah! Pardon! Mil pardon!...Kabahat benim değil.. Keşfi Bey söyledi, işte işte o beni aldattı.” “Zarar yok! Bari bundan sonra sevdiklerinizi çabuk çabuk mezara göndermeyin.” “Ah! Pardon!.. Fakat niçin landonuzla gezmeyip de böyle yayan geziyorsunuz?...” “Nasıl lando?” “Hani sizi bahçede ilk gördüğüm günkü güzel ekipajınız, süslü arabanızla gezmeli değil misiniz?...” “Ha! O araba bizim değildi, biz onu kirayla tutmuştuk...” “Vah vah!” “Ey! Sizin mahut sarı fayton ne oldu?” “Onu alacaklı zapt etti, şey... Mösyö Kondoraki’ye bıraktım...” “Yazık!...” * * * Bihruz Bey bir müddetten beri sermestane ve meşgufane temaşager-i nükuş ve elvanı, müstağrak-ı ezvak-ı ahzanı bulunduğu baharistan-ı âlem-i bâlâ-yı hayalden bir zemin-i huşk-i hakikate defaten sükut etti. Bir dakika evvele kadar nazargâhını ihata eden hazin seherler, mülevven guruplar, mükevkeb semalar, şükûfe-zar çimenler bir anda dağılıp mahvoluverdi! Bir dakika evvele kadar etrafında velvele-engiz olan nagamat-ı dil-şikâr-i tuyur derin bir sükut ve sükuna tahavvül ediverdi! Bir dakika evvele kadar nefes nefes ruhunu tatir eyleyen nefahat-ı sevda-feza-yı bahar bir anda geçip bitiverdi! Hasılı bir dakika evvele kadar ruh ve fikrini nalan ve giryan ve perişan eden hazin hatıralar, tatlı heyecanlar bir anda na-bud ve na-peyda oldu! Bir an içinde gönlünü hayret ve nefret ve hasretin hepsine benzer fakat hiçbiri değil na-kabil-i tahlil ve tarif bir hiss-i garip istila etti. Bu hiss-i garip içinde hayatından telh ü şirin hiçbir zevk alamaz oldu. Varlığını bilemiyordu. Nerede bulunduğunu, ne yaptığını, ne yapacağını düşünmeye muktedir olamayarak vücudunu hareket ettiriyordu. Gayr-i iradi bir suretle takip etmekte olduğu şekl-i na-pesend-i hakikate bir aralık nazarı münatıf olmakla ruhunda bir büyük hiss-i nefret duydu. Fakat kırmızı şemsiyeden uzaklaşmaya kudreti taalluk etmiyordu. Hatta önleri sıra giden Çengi Hanım’ın: “Artık elverir, peşimizi bırak!... Hadi oğlum işine git..” yollu tekdir-i tahkir-amizini de işitemeyerek arzusu hilafına hanımları takipte devam ediyordu. Hele biraz ilerideki bir sokağın köşesinden zuhur eden mükellef bir landonun kendilerine doğru süratle gelişi zavallı Bihruz Bey’i bulunduğu mevki-i müşkülden kurtardı. Bey o zaman aklını başına alarak kırmızı şemsiyeye hitaben: “Aman! Bir lando geliyor, pardon!” dedi, geldiği tarafa döndü, koşa koşa gitmeye başladı. Periveş Hanım ile Çengi Hanım’a gelince Bihruz Bey’in agaz ve encam-ı kârdaki garaib-i ahvalinden bahsederek ve kahkahalarla gülüşerek ağır ağır yollarına devam ettiler!... SON |
0% |