Yeni Üyelik
38.
Bölüm

4. Kısım - 2. Bölüm

@recaizdemammudekre

Sevda –ki bir insanın yalnız gönlüne değil akıl ve fikrine, irade-i cüziyesine velhasıl bütün havassına, kuvva-yı maneviyesine hâkimdir– daima şübehat ve tevesvüsat içinde bulunmaktan mahzuz olduğundan sem ü nazar her işittiği, her gördüğü şeyi onun mizacına göre işitip görmeye, kuvve-i akile her hükmünü onun arzusuna göre vermeye mecburdur.

Bihruz Bey’i –birkaç zamandan beri tefekkürat ve tahassüratının kesbettiği tavr-ı ciddiyete nazaran– bir sevdakeş addettiğimiz halde yalancı Keşfi Bey’den işittiği kara haberlere inanıverdiğinden dolayı mazur görmekliğimiz iktiza eder. Bahusus Periveş Hanım’ın iki aydan beridir hiçbir mesirede görülememesinden ibaret olan zahir hal de Keşfi Bey’in ihbarındaki sıdkı müeyyit değil midir?.. Filhakika Keşfi’nin, o koca mantörün ihbarında kazip olmak ihtimali biçare Bihruz Bey’in hatırından hiç geçmedi değilse de sevda –o vesveseden, heyecandan, ıstıraptan hoşlanan– o tenhalıklara, mahzuniyetlere, o karanlıklara, matemlere meyil gösteren, o derin derin istiğraklara, gizli gizli ahlara, sine sine ağlamaklara meftun olan sevda derhal o ihtimalin önüne geçerek icazkârane bir lisan-ı fitne-beyanla:

“İşittiğin doğrudur, inan!.. İnan ki hal yamandır! Ağla ki tesellisi mümkün olmayan felaket içindesin! Yan, yakıl ki dermanı bulunmayan bir derde uğradın! Ah! La bel blond! El e mort!... (Çünkü Bihruz Bey’in sevdası Fransızca da öğrenmişti.) Evet! O sırma saçlı, ela gözlü melek –o güneş yüzlü, ahu bakışlı güzel– o şirin sözlü, dilber-i nazende-hıram –o letafet-i mücesseme– o zarafet-i müşahhasa –o ruh-ı revan– o biçare duhter-i nev-reside.. Ah! ne söyleyeyim?.. İşte o şer adore gitti!.. Diriğ! Diriğ!.. O yeni açmış sarı gül soldu! O on sekiz baharın revnakı taze fidan kurudu! O melahat burcunun bedr-i tabendesi ebediyen münhasif oldu!. O cihan-ara-yı hüsn ü cemal olan peyker-i nur heyetiyle mezara düştü!... Efsus! Efsus!..”

“Ya ben ne olacağım?.. Ah! Ben de onun gibi can verip gidebilsem, benim için en büyük bir saadet olurdu! Halbuki ben ölemeyeceğim. Ben bir nez-i daimi içinde senelerce mustarip olduktan sonra nim-mürde ve perişan kalacağım!...”

“Bundan böyle benim mesire-i yeis ü melalim tenha sahralar, bundan böyle benim karargâhım karanlık ormanlar olacak, bundan böyle ruz u şeb aguş-ı daye-i matemde sakin sakin ağlamaktan başka bana yapacak bir şey kalmadı! Ya sen ne olacaksın? Sen de beni o talihsiz başından atıp o meyus ve mükedder kalbinden çıkarıncaya kadar benimle beraber azap çekeceksin! Halbuki ben senin başından kolay kolay atılmayacağım! Halbuki ben senin yüreğinden kolay kolay çıkmayacağım!.. Her gece sabahlara kadar seni uykusuz bırakacağım. Her gün akşamlara kadar seni tenha ve melal-efza yerlerde dolaştırıp bitap ü tüvan edeceğim. Sana her dakika yetimler gibi ah ettirip seni her saat garipler gibi ağlatacağım!...”

“Ah! Uçtu o piristu-yı dil-cu-yı ümit uçtu!.. Ah! Söndü o şem-i can-efruz-ı emel söndü! İşte bak ben ağlıyorum, senin gözlerin niçin yaşsız duruyor? Sen de ağla, ağla bakayım! Ha şöyle... Oh!. Ağla, ağla!...

Zavallı kızcağız tifoya tutuldu deniyor. Yanlış!... Veremden gitti. Zalim verem!... O bir kurttur ki daima öyle nazik fidanlara musallat olur. Onu da galiba ben davet ettim. Niçin itiraf etmeyeyim?. Zavallı kızın iki ay içinde topraklara düşmesine benim de yardımım oldu. Birkaç seneden beri nazlı güzele musallat olmaya başladım: Gündüzün meclisini tenha bulunca efsunkârane yanına sokulur, sırma saçlarına asılır, bir suretle beynine girmeye yol bularak hayalatını gıcıklardım. Geceleyin bister-güzin-i naz olduğunu görünce baz-şikârane came-habına çıkar, bir takriple koynuna girer, kalbinin üzerine yatarak hissiyat-ı rakikasını saatlerce bidar bırakırdım. Böyle böyle kendimi kendisine tanıttım, bir dereceye kadar da sevdirdimse de yüreğinde istediğim mevki-i mümtaza nail olamamıştım. Bu maksadı ele getirmek için türlü türlü hileler düşünüp fırsat gözetmekteydim. Çünkü kızcağızın meşrebi pek âli, tabiatı pek müşkülpesentti. Gösterdiğim genç beylerin kimisini pek ağır, kimisini pek hafif, kimisini pek kaba, kimisini lüzumundan ziyade nazik, kimisini çok şık, kimisini tabiatsız buluyor, kiminin tavrını beğenmiyor, kiminin bakışından hazzetmiyor, kiminin sözünden sohbetinden hoşlanmıyor, hele hiçbirisinin edükasyonunu matluba muvafık görmüyordu. Bunların içinde Keşfi Bey’i bir dereceye kadar beğendi. Bundan entrese olmaya başladı. Lakin Keşfi Bey maymun iştahlı bir çocuk olduğundan kızcağıza bugün fevkalade meyil gösterirse yarın soğuk soğuk bakardı. Bundan dolayı gönlüne iyice yerleşemiyordum. Nihayet seni gösterdim senin yüzünü, süsünü, tavır ve muameleni, hususuyla ekipajını ve cümleden ziyade edükasyonunu beğendi. Sana derhal meyletti. O zaman ben de kendisine daha ziyade hulul edip daha ziyade makbul ve mültefiti olmaya başladım. Beş on gün içinde münasebetimiz o kadar ilerledi ki kendisinin mahrem-i esrarı, nedim-i efkârı, hem-dem-i gam-güsarı hep bendim. Bu hasıl olduktan sonra yavaş yavaş muameleyi değiştirdim: Garip garip efsanelerimle, hazin hazin ilkaatımla, hırçın hırçın hevesatımla ruhunu istediğim gibi sıkmaya, beynini istediğim gibi yormaya, gönlünü istediğim gibi üzmeye muvaffak oldum. O zalim verem de bir taraftan ciğerini yiyip duruyordu. Nihayet zavallıyı öldürdük gitti. Benim fiilimde sen de bana şeriksin. Demek ki ikimiz de suçluyuz!... Ya senin o münasebetsizliğin neydi?.. “Karayağız!..” Hiç öyle bir nazik, öyle bir nazenin güneş kızına: “Sen siyeh-çerdesin!” denir mi? Vah vah! Yazık sana Bihruz Bey, yazık sana!... Artık bu römor yalnız sana aittir. Bu kabahati affettirmek için ağlamak, mersiyeler yazmak, yazdırmak, ruhuna dua etmek, mezarına –Ah! Mezarını da öğrenemedik– mezarına gidip toprağına yüzünü gözünü sürmek, çiçekler götürmek senin işindir. Ağla bakayım!... Ha şöyle, oh! Ağla! Ağla! Bak bana, ben de ağlıyorum!..

“Evet! O kusuru affettirmelisin. Bundan sonra dünya güzeli olsa bir kadına bakmamalı, bundan sonra cennet bahçesi olsa bir mesireye gitmemeli... Ömrün oldukça o bahtsızın matemini tutmalısın! Hele ‘siyeh-çerde’ diye gönlünü kırdığın zavallı kızcağızın son nefesini verirken ‘Bihruz! Ah! Bihruz!...’ dediğini kıyamete kadar unutmamalısın.” diyordu.

Yalancılıkta Keşfi Bey’e taşlar çıkaran tıfl-ı tannaz-ı sevdanın bu nutk-ı beliğ-i nemekin ve şirinini dinledikçe biçare Bihruz Bey acı tatlı bir alay hissiyat-ı müheyyiceyle için için nalan ve giryan oluyordu.

Kara haberi Keşfi Bey’den aldığı zaman hiç olmazsa ilk ağız olarak: “Se temposibl! Se temposibl!” diyebilmişti. Lakin bunu sevdanın lisanından işitince: “Tus kilya dö plü vire!” demekten başka ağzından bir söz çıkamıyordu.

“Ah! Povr fiy! Murir adizvit an! Kom se trist! Kel pert enkonsolabl pur muva!.. Ben ağlamayım da kim ağlasın! O fines... O espri, o güzellik, o gençlik, hepsi mahvoldu! Evet bana büyük bir sempatisi olmasaydı ne mecburiyeti vardı ki benim için bahçeye insin... “Lâk”ın yanında dursun benimle lakırdı etsin, verdiğim çiçeği alsın göğsüne taksın! Zavallı çiçek kim bilir ne oldu? İhtimal ki iki çiçek birbirine sarıldılar da öyle kurudular gittiler! Ağlayım! Ağlayım!... Hığ! Hığ!.. Bari hiç olmazsa “siyeh-çerde”yi affettirmiş olaydım! O da olmadı... Bana ne büyük bir römor... Ben bu römoru konsiyansımdan nasıl çıkarabilirim?... Mektubu alırken nasıl da mahzun mahzun bakıyordu!... O bakışlar ‘adiyö! adiyö!..’ demek değil miydi?... Tifo ne münasebet! Verem olmalı, öyle nazik vücutlar hep veremden giderler... Ah! Bundan sonra dünya bana haram olsun! Bundan sonra hiçbir kadına bakmayım, bundan sonra hiçbir seyre gitmeyim, ölünceye kadar onun için ağlayım!... Acaba zavallıyı nereye gömdüler?
Bunu haber almalıyım...Mezarını ziyaret edip çiçekler götürmeliyim, o da bir çiçek değil miydi? Çiçek çiçekten memnun olur, mezarının başında ağlamalı, ağlamalı, ağlamalıyım. O kadar ağlamalıyım ki beni affettiğine konsiyansım kanmalı. Lakin mezarını kimden haber alayım? Ah! Hain Keşfi! Doğru söylemez ki... Zavallı kızcağız! Ağlayım, yine ağlayım ki yüreğimin ateşini ancak ağlamakla teskin edebilirim!... Hığ!... Mon diyö! Madem ki benim şer adoremi aldın beni de öldür, ben bu ayrılığa tahammül edemeyeceğim!.. Hığ! Hığ! Hığ!”

* * *

Firkat-zede Bihruz Bey’in bu düşünüşleri, bu söylenişleri, bu ağlayışları bila-fasıla üç saat kadar imtidat etti. Akşam saat biri bulunca Mişel salona girdi. Taamın hazır olduğunu haber verdi. Çenesini bıçak açmayan bir adamın taama iştahası olur mu?... Halbuki Bihruz Bey her ne zaman bir sebeple yemek yemeyecek olsa keyfiyet derhal hareme aksederdi, onun üzerine dadı kalfa beyini bulur: “Beyim niçin yemek yemedin? Keyifsiz misin? Hanımefendi merak ediyor, ben de merak ettim de geldim, bana söyle, bir şeye mi canın sıkıldı? Yoksa bir kederin mi var?... Allah’a emanet! Hasta olma da..” yollu istifsarlarla beyi bi-huzur etmeye kalkışırdı. Bu defaysa öyle suallere cevap tedarik etmek gibi bir sıkıntıya düşmek ve hususuyla hal-i melalinden dadı kalfaya renk vermek Bihruz Bey’in işine gelmiyordu. Onun için hah ü na-hah sal a manjeye gitti. Sofraya oturdu. Her yemekten tabağına birer parça aldıysa da bazısını tuzsuz, bazısını tatsız,
bazısını yağsız, bazısını da pek yağlı diyerek bıraktı. Bu suretle hele taam gailesinden kurtuldu. Tekrar salona gitti. Bir aşağı bir yukarı gezine gezine yine düşünmeye, gizli gizli ah edip gözlerinden katreler düşürmeye başladı. Saat üçü bulunca hareme girdi. Yatak odasına gitti. Bermutat dadı kalfanın ianesiyle soyundu: Hemen yatağına düştü.

Loading...
0%