Yeni Üyelik
39.
Bölüm

4. Kısım - 3. Bölüm

@recaizdemammudekre

Bihruz Bey o geceyi pek rahatsız geçirdi. Yatağın içinde saatlerce bir taraftan bir tarafa döndükten sonra uğraşa uğraşa dalabildiyse de uykusu uykuya benzemez bir buhran haliydi. Bu buhranı içinde ara sıra sayıklar, dişlerini gıcırdatır, uyanır, yine dalar, dalarken olduğu yerde sıçrardı. Bunlara sebep de rüyasında Periveş Hanım’ı garip bir surette görmesiydi. Hanım kefenini yırtmış, sırma saçlarını iki yanından kara toprağın üzerine dağıtmış olduğu halde kireç gibi bembeyaz kesilen çehresiyle Bihruz Bey’e görünür ve iki solmuş gül yaprağına müşabih dudaklarını oynattıkça arasından fırlayan: “siyeh-çerde” lafızları semli birer ok gibi biçare gencin kulağından girip yüreğini delik delik ederdi.

Bihruz Bey o müziç uykudan alesseher gözlerini bütün bütün açabildiyse de halsizliği sebebiyle yatağından çıkamadı. Bir saat sonra dadı kalfa oda kapısına geldi, sessizce kapıyı aralık etti baktı. Beyefendisinin uyanık olduğu halde çıkmadığını anladı. Telaşlı telaşlı içeriye girdi. Beyi öyle takatsiz, çehresi soluk, gözlerinin etrafı morarmış bir halde görünce şaşırarak hemen suallere başladı:

“Ne oldun beyim?.. Hasta mısın?..”

“Biraz keyfim yok..”

“Bir yerin ağrıyor mu?”

“Başım ağrıyor, gece uyuyamadım da, bir şey değil geçer...”

“Ben anlıyorum beyim. Bugünlerde senin bir kederin var, bizden saklıyorsun, öyle değil mi?”

“Hayır! Hiçbir kederim yok...”

“Öyleyse soğuk mu aldın? Sıcak mı geçti? Ne oldu da keyfini bozdun bakayım?”

“Bilmem, belki soğuk almışımdır...”

“Kahvaltını getireyim mi beyim?”

“İstemem...”

“Hararetin varsa bir limonata yapayım.”

“Onu da istemem...”

“Ey ne istersin söyle de yapalım!”

Riyen! Jö nö vö riyen! Yalnız bir cam açsan, jö brül...”

“Bulantın var galiba, liyen (leğen) getireyim, cam açmak olmaz, belki terlisin, soğuk alırsın...”

“Yok a canım, bulantı filan değil. Yanıyorum da...”

Dadı kalfa istorları kaldırdı. Odadan çıktı. Hanımefendiyi buldu. Beyin keyifsizliğini ihbar etti.

Bihruz Bey bir vezir-zade olmak haysiyetiyle daha tıfl-ı şirhareyken dayelerin dadıların ellerine ve biraz sonra uşaklara teslim olunduğundan bu evanda valideynini nadiren görürdü. Tufuliyetten kurtulduktan sonra mektebe gitmek, çarşı pazarda midillilerle gezmek zamanı geldiği için anasını babasını yine çokluk görmezdi. Âlem-i sabavetten âlem-i şebaba intikal edince beyefendi iptida araba sevdasına düştü. Badehu alafrangalık illetine giriftar oldu. Bilahare bunlara sair hevesat da karıştı. Peder paşa irtihal etmekle başa bir de mirasyedilik çıkınca türlü türlü sefahatler israflar yol aldı. İşte bey gece gündüz bunlara sarf-ı efkâr etmekten –bir sakfın altında bulundukları halde– günde yarım saat olsun validesini görüp görüşmeye vakit bulamaz olmuştu. Yalnız geceleyin yatmaya gider veya sabahleyin haremden çıkarken valide hanımın oturduğu odanın kapısından bakarak –eğer hanımefendi oradaysa– alafranga bir edayla: “Bon suvar” veya “Bon nui veyahut “Bonjur mer!” deyip zavallı kadından karşılık almaya da lüzum görmeksizin çekilir giderdi. Periveş Hanım gailesi meydana geldikten sonra Bihruz Bey valide hanıma o kadarcık olsun selam sabah etmeyi de unuttu. Mahdum beyin sair birçok münasebetsiz ve yakışıksız ahvaline lahika olan bu muamelesinden dolayı da valide hanımefendi ona epeyce gücenmiş kırılmıştı. Bu kırgınlık bu güceniklik halinde bile zavallı kadın oğlunun keyifsizliği haberini alır almaz yerinden fırladı. On saniye içinde Bihruz Bey’in başı ucunda bulundu. Bihruz Bey’in renksizliği, kadını vehle-i nazarda fena dehşetlendirdi. Elini oğlunun alnına götürüp de ateşler gibi yandığını anlayınca derhal hekime adam koşturulmasını emretti. Hekim geledursun bunlar ana oğul şu vechle konuşmaya başladılar:

“Ne yaptın Bihruz oğlum?... Niçin hastalandın?... Terli terli su mu içtin? Dondurma mı yedin? Söyle bana bakayım?...”

“Hayır! Madam...

“Yoksa şemsiyesiz çok gezdin de güneş mi çarptı?...”

“Bilmem, her vakit geziyorum, bir şey olmuyordu...”

“Biraz canın da sıkılıyormuş, neden sıkılıyorsun evladım?...”

“Size kim söyledi sıkılıyorum diye?”

“Valideler evladını görmese de hallerinden haber alırlar, bana kimse bir şey söylemedi, ben kendim anladım, oturuşundan, kalkışından, yemenden içmenden, her halinden öyle anlaşılıyor...”

“Hayır! Hayır!... Sıkılmıyorum...”

“Paran var mı bakayım?... Ne kadar paran var?...”

“Biraz daha var, var ama borcum da var, hele bir tanesi pek edepsizlik ediyor, neyse onu da vereceğim, konak satılsa.”

“Konağı satma, babandan kalan malındır, ben karışmak istemem, lakin şimdilik ilişme, ileride benden kalacak bir iki parça şeyle beraber üzerinde bulunsun, ne olur ne olmaz.”

“Borçlarımı vermeyeyim mi?...”

“Ben senin borçlarını yavaş yavaş öderim, şimdilik de sana bir yüz elli lira vereyim, fakat bugün değil, bir hafta sonra olmaz mı oğulcuğum!...”

Mersi! Mil mersi şer mer!..

“O ne demek oğlum Türkçesini söyle de anlayım...”

“Teşekkür ederim validem!..”

Bu aralık valideyle oğlun nazarları birbirine tesadüf etmişti, bebekleri defaten büyüyen bu dört gözün etrafı sular içinde kaldı! Bihruz Bey dermanı bulunmayan bir derd-i hayat-fersanın ıstırabıyla rübude-sâman, iadesi kabil olmayan bir hicran-ı müebbedin ateş-i takat-güdazıyla
suzan ve nalan olduğu halde ilelebet zamirinde mahfuz kalmasını istediği derd-i nihanını izhara mecbur olmaksızın bir tesliyet-i rahimaneye kalb-i zaifi şiddetle arz-ı ihtiyaç ediyordu, dünya yüzünde hiçbir kimseden nail olamayacağı bu tesliyet-i hamuşane-i merhametkâraneyi mader-i mihribanının o şule-i nazar-ı şefkatinde buldu. Mader-i mihribansa ferzend-i heva-perestinin saika-i heveskâri-i şebapla vaki olan her bir kusurunu affedip unuttuktan sonra varını yoğunu da selameti uğrunda feda etmek için oğlundan hiss-i nedameti müş’ir edna bir vaz’ ü nümayişe müftekir ve muntazır bulunuyordu. İşte bu nümayişi nur-ı didesinin o cilve-i nigah-ı memnuniyetinde gördü. Onun için ikisinin de gözleri yaşla dolmuştu.

Hekim geldi. Bihruz Bey’i bir iyice muayene etti. Vücudunda belli başlı bir hastalık alameti bulamayınca rahatsızlığı şiddetli bir teheyyüc-i asabi neticesi olmak üzere telakki etti. Binaenaleyh hastanın asabını yatıştırarak hararetini kesmek için lüzum gördüğü ilaçları yazdı. Bir iki gün himye ve istirahat tavsiyesiyle çıktı gitti. Hasta o gün yataktan çıkmadı. Gece biraz rahatça uyuyabildi. Ertesi gün vücudundaki hararet zail oldu. Keyfi de bir dereceye kadar düzelerek rengi yerine geldi. Yalnız ara sıra birdenbire gözleri dalıp üç beş dakika kadar kendisi mebhut duruyor ve sonra yine aklını başına toplayabiliyordu. Üçüncü gece uykusu daha sakin, sabahleyin uyanışı daha hafif oldu. O gün iştahası da epeyce arttığından her günden iyi yemeğini yedi, ikindiye doğru giyindi. Bastonunu aldı. Yayan olarak dolaşmak üzere köşkten çıktı. Bağlar arasından ağır ağır yürüyerek ve tabiatın eşkâl ve elvan ve esvatça arz ve izhar ettiği ahenk-i garip ve latifi temaşa ve istima için her beş on adımda bir durarak Bulgurlu üzerlerine kadar çıktı. Sonra yine döndü, köşke geldi.

Bihruz Bey tıfl-ı dil-baz-ı sevdanın arzu ve tavsiyesi vechle tenha yerlerde bulunup gezmekten zevk almaya başlamış ve araba sevdasını artık gönlünden çıkarmıştı. Bu yolda gezişler bir hafta kadar devam etti. Vücutça halsizliği yavaş yavaş geçiyorsa da başındaki ağırlık hiffet bulamıyordu. Biçare genç gezintilerinde daima insanlardan hâlî yerler arar ve yolunda bir kimseye tesadüf edince başını öbür tarafa çevirirdi. Temaşa-yı tabiattan bir türlü fekk-i nazar-ı istiğrak edemezdi. Bedayi-i kudretten her neye baksa onda sarışın hanımın bir hayal-i hazinini mütecelli görür, aheng-i bülend-i tabiatı terkip eden esvattan hangisini işitse onda yine sarışın hanımın bir kelime-i ıstırabını, bir enin-i inkisarını, bir nağme-i dil-şikâr-ı garamını duyardı. Bundan dolayı daima için için inler, sine sine ağlardı!

Fener’de Keşfi Bey’den ayrılır ayrılmaz uğradığı ilk teessürat, kalbine hep birden hücum ve savlet ederek havas ve kuvvasınca badi-i teheyyücat ve tezelzülat olmuştu. Bu teessürat kalbinde yerleşince havas ve kuvvasındaki heyecan da mübeddel-i sükûn oldu. Kalpgâhında bidayeten iştial eden ateş-i hicranın serkeş zebanileri gencin efkârını, hissiyatını kavurmaya kalkıştığından zavallı firkat-zede dehşet ve telaş içinde ne yapacağını şaşırmıştı. Ateşin şule-i hiddet ve şevki zail olunca efkâr ve hissiyatındaki ihtirak-ı sâman-güdaz da kesb-i itidal eyledi.

Bihruz Bey’in sarışın hanıma ait olarak artık yalnız bir emeli kaldı ki o da “siyeh-çerde” münasebetsizliğinden dolayı vaki olan kusurunu affettirdiğine vicdanınca kanaat hasıl oluncaya kadar ser-i hâkinde büka ve duaya devam etmekti. Lakin o nur-ı mücessemin düştüğü mezarın nerede bulunduğu bilinmiyordu ki o yegâne emelin istihsaline hemen ibtidar edilsin. Mezarı haber verecek varsa yine Keşfi Bey’di. Halbuki Bihruz Bey, içinde bulunduğu inkisar ve bitabî halinde Keşfi Bey’e arz-ı çehre-i melal etmekten tehaşi ediyordu. Onun için halinde sükûn-i tam hasıl oluncaya kadar birkaç gün beklemek iktiza ediyordu.

Loading...
0%