Yeni Üyelik
40.
Bölüm

4. Kısım - 4. Bölüm

@recaizdemammudekre

Fener hengâmesinin on üçüncü salı günü Bihruz Bey kalem esvabıyla haremden çıktı. Arabasını ısmarladı. Bir iki lokma yemek yedikten sonra arabaya bindi. Doğruca Üsküdar’a indi. Çünkü Kadıköy taraflarını görmek istemiyordu.

İskeleye varınca arabadan indi. Vapur kalkmak üzere olduğundan biraz acele etmesi vapur memuru tarafından ihtar olunduysa da Bihruz Bey bu ihtara ehemmiyet vermedi. Tamam mevkiften geçip vapur iskelesine ayağını attığı sırada vapur iskeleden ayrıldı. Bihruz Bey o zaman hareketini tesri etti ve iskelenin kenarına vardıysa da vapurla iskelenin arası haylice açılmış bulunduğundan atlamaya imkân olamadı. O halde bey olduğu noktada kalıverdi.

Vapurun içinde bulunanlardan birtakımı ve hususuyla kadınlar –vapura yetişemediğine teessüf tarzında– Bihruz Bey’i birbirlerine gösterip gülüşüyorlardı. Bu hanımların içinde bir tanesi de Periveş Hanım’dı. Bihruz Bey’in nazar-ı nevmidanesi bunu görüp de bir beht ü hayret içinde teşhisine muktedir olunca yüreği öyle bir şiddetle çarpıp başı öyle bir dehşetle dönmeye, gözleri öyle bir halde kararıp vücudu öyle bir derecede titremeye başladı ki bir gayret-i fevkaladeyle kendisini iki adım geriye almasaydı hiç şüphe yok denize gidiverecekti. Bereket versin bu hal çok sürmedi. Zorlaya zorlaya aklını tekrar başına toplayabildi. Uğraşa uğraşa gözlerini açtı. O gördüğü çehreyi bir daha görmek için nazarının olanca kuvvetiyle ileriye baktıysa da vapur gereği gibi uzamış olduğundan o kadar beyaz başlar içinde aradığını tefrik edemedi. Bunun üzerine vapuru durdurmak için kaptana haykıracak oldu. Sesi çıkmadı. Bastonuyla “dur!” diye işaretler etti, anlatamadı. O dakikada kendisini vapurdan evvel Köprü’ye isal edecek bir vasıta yaratılsaydı bu vasıta için beyefendi tekmil varını ve belki nakdine-i ömrünü verirdi.

Mon diyö! Kel vizyon kö sa? Eskö jö reve? Non! Ta kendisiydi... Evet! Oydu. Ah! Ne kadar bozulmuş! Ne kadar zayıflamış! Ah! Yalancı Keşfi! Kanay, edepsiz! Ne zevk buldu da o yalanı uydurdu! Laş köpek!.. Lakin nasıl edeyim de şuna yetişeyim?.. Ah! Bir balon olsa! Bir balon yok mu?”

Bihruz Bey’in böyle söylenerek mütelaşiyane öteye beriye seyirttiğini gören kayıkçılar etrafını aldılar. Ve “Beyefendi! Buyrun sizi şu piyadeyle götüreyim, kalafattan yeni çıktı, yirmi dakikada İstanbul’a varırız!”, “Gel ağabey! İki çifte gidelim”, “Bana iki çeyrek ver, vapur Köprü’ye varmadan seni Sirkeci’ye çıkarayım..” yollu tergibata başladılar.

Bihruz Bey “İstanbul’a vapurdan evvel yetişmek” sözünü işittiği gibi o şaşkınlık halinde buna imkân-ı tasavvurla kayıkçıya hitaben: “İki çeyrek değil sana iki lira var, ama şu kaville ki beni dediğin gibi vapurdan evvel yetiştireceksin!” diyerek gösterilen iki çifteye atladı. Kayığa dayandılar, hamlacılar küreklere yapıştı. Kayık vakıa epeyce bir süratle suyun üzerinde fışır fışır kayıp gitmeye başladı.

Bihruz Bey’in kendisi kayığın içindeyse de fikri bin tarafa birden dağılmıştı. Önü sıra daima uzaklaşarak gitmekte olan vapuru nazarıyla takip ettiği kadar sabırsızlığından oturduğu yerde çırpınıp duruyordu. Kayık bir hayli gitti. Hayfa ki Bihruz Bey’in hamlacıları henüz Kız Kulesi hizalarında pala çalmaktalarken vapur Köprü’ye varmış, müşterilerini çıkarmaya başlamıştı.

“Ayol, hamlacı ağa!... Vapur Köprü’ye vardı, biz daha Sarayburnu’nu tutamadık...”

“Hey efendim!. Sular bozuk, sular bozuk olmasaydı şimdiye dek Sirkeci’ye vardık gittiydi, baksana anafora sel gibi akıyor...”

“Sen bana vapurdan evvel varırız demedin mi?...”

“O ne kadar olsa vapur, onu ateş yürütüyor, bunu yürüten kol...”

* * *

Kurnaz hamlacıları iskat etmek kabil midir? Bihruz Bey bu faidesiz muhavereden sarfınazarla kürekçilere: “Aman gayret! Aman gayret!” diyor. Hamlacılar da –mevut olan iki lirayı değilse de iki mecidiyeyi olsun hak etmek için– son derece bezl-i kudret ediyordu. Vapura nispeten on dakikadan ibaret bir teehhürle hele Sirkeci’ye vardılar. Bey mecidiyeleri bırakarak kayıktan fırladı. Rast getirdiği bir arabaya bindi. Yolları nazar-ı teftişten ayırmaksızın Köprü’ye kadar kemal-i süratle gitti. Bu gidişten meram Periveş Hanım’a tesadüf etmekti. Hanım bu yollarda görülmeyince köprüyü geçmek, Beyoğlu’na çıkmak üzere arabacıya emir verdi. Beyoğlu’na çıkıldı. Taksim’e kadar gidildi. Periveş Hanım’dan eser görülmedi. Onun üzerine tekrar İstanbul’a geçilerek Babıâli’ye varıldı.

Bihruz Bey kalemde bulacağını ümit ettiği refik-i azizi mantör Keşfi Bey’in o münasebetsiz yalanını yüzüne vurmak hevesine düşmüştü. Bu hevesle kalem odasına doğruldu. İptida paltosunu, bastonunu bırakmak için teneffüs odasına girdi.

Keşfi Bey, sakosu sırtında bastonu da elinde olduğu halde ayak üzerinde odacıya şu yolda emirler veriyordu:

“Gazetelerimi vapura bırakırsın, her gün değil a, iki üç günde bir... Ben kamarota tembih ettim, bizim uşağa teslim edecektir.”

“Vapur birkaç tane.. Hangisine?”

“Beş numaralı vapura, daima ona...”

“Kamarotun adı nedir?”

“Kamarotun adını bilmek lazım değil.. ‘Bunlar Keşfi Bey’in adamına verilecek’ dersin, işte o kadar... Bir de beni soran, görmek isteyen olursa İstanbul’da olmadığımı söylersin...”

“Baş üstüne...”

* * *

Bihruz Bey, Keşfi Bey’in odacıya söylediği sözlerden bir şey anlayamadı. O zaten kendi gailesiyle meşgul ve bi-karardı. Keşfi Bey işini bitirip de Bihruz Bey’e dönünce iki refik badel-musafaha konuşmaya başladılar:

Bonjur Bihruz Bey!”

Bonjur mon ami!

Muva jö par, vu save?...”

Puru?

“İptida İzmir’e uğrayacağım, sonra Beyrut’a, oradan da Şam’a kadar gideceğim...”

“Sebep?...”

“Pederin bazı işleri var... Arazi işleri, satılacak, tefrik edilecek de satılacak uzun işler...”

“Gerçek mi söylüyorsunuz?.. Vah vah! Ne vakit gidiyorsunuz?”

“Yarın gidiyorum, bugün de bir vapur vardı ama yetiştiremedim.”

“Acayip! Ey vuayaj çok sürecek mi?.. Vah! vah!..”

“İki buçuk ay için izin aldım, fakat zannederim işler üç, üç buçuk ay kadar sürecek...”

“Çok şey!.. Vah vah..”

“Çok şey! Vah vah!.. Ne demek istiyorsunuz sanki?.. Niçin çok şey?.. Niçin vah vah?”

“Hayır, şey... Yarın mı çıkıyorsunuz?”

“Artık zaruri öyle... Ey mon ami bana müsaade ediniz, bir iki işim var, bari bugün onları bitireyim de yarın bütün bütün libr kalayım..”

“Acayip!.. Şey, azıcık durunuz.. Bu kadar acele?”

“Bekleyecekler, geç kalırım...”

“Bir beş dakika durursanız kıyamet kopmaz a... Şey... Canım birader geçen gün niçin beni öyle aldattınız? Size yakıştıramadım...”

“Ne gibi?...”

Fars olur amma, o derecesi hiçbir vakit layık değildir...”

“Anlamadım?...”

“Canım hani ya la bel blond için, Fener’de... Hatırınıza gelmiyor mu?...”

“Evet! Evet!... Ey ne olmuş?...”

Mort! Demediniz miydi?”

“Evet dedim...”

“Ey niçin o yalanı uydurdunuz?”

“Hangi yalanı?...”

“İşte o yalanı...”

“Sanki ölmemiş mi demek istiyorsunuz?...”

“Öyle ya, sapasağlam gezip duruyor...”

Empossibl!...”

“Nasıl empossibl? Kendi gözümle gördüm!...”

“Nerede gördünüz?”

“Vapurda, Üsküdar vapurunda gördüm...”

“Mümkün değil, eğer ölülere mezarlardan kalkıp vapurlara binmeye, kefenlerini yırtıp ferace giymeye izin verildiyse başka, yoksa empossibl!..

“Kendi gözümle gördüm ayol!..”

“Arkasından gittiniz, konuştunuz öyle mi?...”

“Hayır!...Vapur açılıverdi, ben yetişemedim, fakat kadınların içinde oturuyordu, beni gördü, gülümsedi bile...”

“Olamaz şey... Sakın hemşiresi olmasın?.. Bir büyük hemşiresi vardır, biraz benzerler...”

“Hemşiresi mi?...”

“Öyle ya, bir dul hemşiresi varmış, ben onu da görmüştüm, gördüğünüz mutlak odur, başka türlü olamaz.”

“Acayip!...”

“Mutlak odur!...”

Muhaverenin bu noktasına yetişince Bihruz Bey birdenbire durdu. Çehresi bozuldu. Şaşkın şaşkın refikinin yüzüne bakarak düşünmeye başladı.

Filhakika gördüğü hanım –ki sarışın hanıma benziyordu– biraz daha zayıf biraz, daha renksiz değil miydi? Halbuki sarışın hanımla vapurda gördüğü hanım arasında simaca, renkçe, halce ve hususuyla kıyafet ve zarafetçe meşhut olan farkların daha külli olduğu şimdi tahattur olunarak şimdi itiraf ediliyordu. Evet! Sarışın hanım ter ü taze, pembe yanaklı, açık sarı saçlı olduğu halde benzeri olan hanım yaşlıca, donuk benizli, kumral saçlı değil miydi?... Sarışın hanımın yaşmağındaki hotozundaki zarafet, halindeki edasındaki letafet benzeri olan hanımda var mıydı?.. Demek ki bu defa Keşfi Bey pek doğru söylüyordu. Ah, ah ki pek doğru söylüyordu. Eyvah! Eyvah! Ki iki saat evvel zir-i perde-i ümide girmekle şekil ve heyeti nabedid olan çehre-i abus-ı hakikat ayaniyet-i tammeyle meriyet-i sabıkasını yine bulmuştu.

Keşfi Bey Bihruz Bey’in düşünmeye varmasından bilistifade: “Adiyö! Monşer ami..” dedi. Bihruz Bey de dalgınlık halinde: “Adiyö!.. Bon vuayaj!” diyerek refikinin elini sıkmaya davranmışken zavallı maşuka-i faniyenin mezarına, ailesinin ikametgâhına filana dair Keşfi Bey’den bazı malumat ve izahat alabilmek mütalaasıyla:

“Mani olmazsam biraz sizinle geleyim...” dediyse de Keşfi Bey:

“Teşekkür ederim, lakin ben Köprü’ye değil yukarıya gideceğim, birkaç yere de uğrayacağım, geç kaldım, pardon!..” demekle beraber döndü, hızlı hızlı yürüdü, Bihruz Bey’den kurtuldu. Müteakiben Bihruz Bey de çıktı. Bastığı yerleri göremeyecek, kulağına giren sözleri anlayamayacak derecede bir yeis ve keder-i azimle Köprü’ye kadar geldi.

Vapura girdi. Üsküdar’a çıktı. Arabasını oralarda göremeyince bir kira arabasına bindi. Köşküne vardı. Hemen salona çıktı. Kapıyı içerden sürmeledi, kendini bir kanepeye attı. Hüngür hüngür ağlamaya başladı.

Loading...
0%