Yeni Üyelik
42.
Bölüm

4. Kısım - 6. Bölüm

@recaizdemammudekre

“Birinci rögre, acayip!... Rögre, jö rögret, tü rögret, il rögret... teessüf ederim, teessüf edersin, teessüf eder... Demek ki ilk yahut birinci teessüf... Güzel çok güzel! Benim için ne kadar uygun... Sonor.. sonor.. ses çıkaran deniz kenarındaki oraya Sorrant denizi mavi dalgalarını, portakal ağacının altında açar, vardır, ne vardır? İnce yolun kurbunda [der-kurb-ı Çamlıca-i sagir gibi] kokulu çit duvarının altında vardır. Ne vardır? Bir adet ufak ve dar, yani ensiz ve yabancının dalgın ayaklarına endiferan.. yani ilişiksiz bir taş vardır.

“Oh! ne kadar güzel!.. Ben bu latif poeziyi nasıl olmuş da görmemişim! Çok şey. Ah!.. Dur bakalım alt tarafı nedir: Mösyö Piyer de gecikti, okuyalım:

Jirofle... Jirofle Jirofla’yı bilirim, fakat Türkçesini bilmem.. Biyanki’de olmalı.. Frenk benefşesi... Ak veya kırmızı şebboy... İşte o çiçek orada saklar. Ne saklar? Tek bir isim saklar, demetinin altında. Bir tek isim ki hiçbir eko: Onu asla tekrar etmedi!..

Kom se bo!.. Mösyö Piyer de nerede kaldı?.. Devam edelim:

“Bazı kere bununla beraber geçici durur da otları açarak yaş ve tarihi okur ve gözlerinde birkaç göz yaşlarının kurir ettiğini yani koştuğunu. (Daha doğrusu aktığını olacak) hissederekten der. Ne der? Bu müennes on altı yaşındaydı. Vefat etmek için pek erkendir!..

“Ah!. On altı yaş, on sekiz yirmi hepsi bir!.. Povr fiy! Acaba o da benim sevgilim gibi blond muydu?... Bakalım koca şair daha ne söylüyor:

“Lakin niçin beni sürüklemek o geçmiş senlere doğru? Bırakalım rüzgârı inlesin. Dalga da çağlasın. Geliniz! Geliniz! Ey benim trist efkârım! Ben rüya görmek isterim. Değil ki ağlamak!...”

“Rüya görmek yakışmıyor ama reveyi Türkçede anlatacak başka da bir lügat var mı ya? Bakalım Biyanki’ye o ne söylüyor:

“Düş görmek, işte benim dediğim gibi. Âlem-i menamda görmek, âlem-i misalde görmek, düşümde gördüm ki, (Düşümde. Düşünde) bunu bilemedim. Rüyada şunu gördüm ki, âlem-i menamda çiçekler gördüm. Hah! İşte bu!... Sayıklamak, hezeyana müptela olmak, bu yakışmaz. Aklı perişan olmak, bu da yakışmaz. Zihni dalmak, bu olur, istiğrak-ı zihne müptela olmak, bunu anlayamadım, istiğrak ne demek?... Düşünmeye dalmak.. Bu hepsinden iyi gibi, taklib-i efkâr..” Bunu da anlayamadım. Bu hususta hayli zaman imal-i fikr-i amik eyledi. Bitti. Şimdi demek olur ki rüya görmek de varsa da zihni dalmak hepsinden iyi. Mösyö Piyer niçin gelmiyor acaba?”

Bihruz Bey yazı masasının üzerinde duran çanı şiddetle çaldı. Kimse gelmedi. Bir daha çaldı. Mişel Ağa göründü.

“Mösyö Piyer niçin gelmiyor?”

Sal a manjede uykuyor...”

“Uyku mu uyuyor?...”

“Uykuyor, uykuyor...”

“Okuyor öyle mi?.. Gazete mi okuyor?...”

“Evet! Gazete uykuyor...”

“Yoksa uyku mu yapıyor?”

“Uyku da yapar...”

Filhakika Bihruz Bey’in sofrada bıraktığı Mösyö Piyer ariz ve amik meyvesini yiyip dördüncü kadeh olmak üzere şarabını da içtikten sonra kalkıp klas odasına gidecek yerde koynundan bir gazete çıkararak ve bir de sigara yakarak olduğu yerde mütalaaya koyulmuş, okumaya devam ederken tatlı tatlı uyuklamaya başladığından Bihruz Bey’i, dersi, Lamartin’i, Graziyella’yı, poeziyi filanı hep unutmuştu. Mişel Ağa’nın çetrefillik eseri olarak icat ve irat ettiği “uykuyor” kelimesiyse “okumak-uyumak” fiillerini birden ifade eder; yani herkesin başına geldiği vechle okurken uyumak halini gösterir bir tabir-i vecih ve vecizken Bihruz Bey’ce nasılsa römarkabl görünmedi.

“Git söyle, rica ederim, kendisini bekliyorum.”

Tre biyen ekselans!..”

Üç dakika sonra Mösyö Piyer gazetesi koltuğunun altında olduğu halde gözlerini uğuşturarak klas odasına geldi. Gelir gelmez Bihruz Bey kitabı muallim efendiye tutuşturdu. Mösyö Piyer de:

Vuy! Se tün tre bel poezi... Lö prömiye regre... Dö La Martin...” diyerek şiiri cehren ve Sorrant denizinin zemzeme-i emvacına gıpta-resan olacak bir aheng-i hazin ve latifle okumaya başladı.

Bihruz Bey poeziden zaten beyin dolgunluğu olan parçayı muallim efendinin tavr-ı kıraatindeki hüsn-i telkin ve tesir ianesiyle bu defa pek iyi fehm ve hissetmeye başlar başlamaz alt tarafında gelecek sözleri beklemeksizin ruh-ı müteheyyicini –Çamlıca Tepesi gibi bulutlara en karib bir nokta-yı mürtefianın tenha bir köşesinde kırmızı veya beyaz şebboya bedel sarı ve pembe güller açmış fidanlarla muhat ve mermerden sandukası ve baş ve ayak tarafındaki sütunları som yaldız içinde, fakat yazıları o gül fidanlarının boy atmış ve feyizlenmiş gusun ve evrakı arasında saklı bir kabrin üzerinde– okunmakta olan şiirin ahengine muvafık bir cevelanla tayarana gönderiverdiğinden kendisi olduğu yerde nazarı bir noktaya saplanmış olarak havas ve meşairden müberra aynı bir heykel suretinde sakin ve samit kalmıştı.

Mösyö Piyer, şiiri baştan ayağa kadar okudu bitirdi. Kitabı masanın kenarına bıraktı. Kerih bir sesle medid bir surette esnemeye ve yorulmuş gözlerini ellerinin tersiyle oğuşturmaya başladı. Bihruz Bey hâlâ vaz’ını bozmuyordu. Fakat aheng-i kıraatin inkıtasıyla usul-i cevelanını şaşıran ruh-ı âvâresinin yine aşiyanına avdeti üzerine havas ve meşairi de yerine gelmekle bey gözlerini saplanmış olduğu noktadan ayırarak muallim efendiye çevirdi.

“Bitti mi?...”

“Bitti ya?!.. Ben de bittim, bugün çok yoruldum bilir misiniz?...”

“Vah vah!.. İşitemedim, tekmil dinleyemedim. Neyse...”

“Zat-ı âlinizin uykunuz gelmedi mi?...”

“Ne gezer! Ben uyuyamam, siz gidiniz rahat ediniz...”

“Öyleyse bon suvar bey!..

Bon nui mon şer ami!...

Henüz mahmur-ı hab olan Mösyö Piyer mestane iki tarafına meylederek çıktı gitti. Bihruz Bey yalnız kalınca Graziyella’yı derdestle baş tarafından süzmeye ve nazar-ı mütehayyilesi o mürtefi tepede gül fidanlarıyla muhat mezarı görmeye başladı. O zaman kitabı bıraktı. Gözlerini yumdu.

Bir hayli tefekkürden sonra kendi kendisine: “Mutlak o mezarı ziyaret etmeliyim, bu şiiri o mezarın başında okuyup ağlamalıyım!” dedi.

Beyin bu niyeti pek kavi bir niyetti. O kadar kavi ki eğer dadı kalfanın müziç suallerinden ihtiraz etmeseydi gecenin karanlığına, filanına bakmayarak hemen köşkten dışarıya uğrayıp o mezarı aramaya gidecekti. Gidecekti ama nerede bulacaktı? Çünkü mezarı gördüğü gibi tanıyacağında şüphe yoktu ama yolunu bilmiyordu. Bu yolu kendisine gösterebilecek ise Keşfi Bey’e münhasırdı. Halbuki o yalancı bey de yarın İzmir’e gidiyordu.

Bihruz Bey Periveş Hanım’ın münzevi bulunduğu yeri öğrenmenin çaresi hakkında müteellimane birçok düşündü. Birçok sıkıldı. Nihayet alessabah Kadıköyü’ndeki bağında Keşfi Bey’i görmek kararını verdi. Ve bu karar üzerine Mişel’i çağırdı.

“Mişel!”

“Efendim.”

“Yarın on ikide araba isterim, şimdiden Andon’a söyle..”

Ekselans!.

“Anladın mı?...”

Ekselans!.. Andon yoktur burada...”

“Ne cehenneme gitti?...”

“Akşamdan gelmedi.”

“Nasıl gelmedi?... Benden sonra arabayı getirmedi mi?...”

“Getirmedi...”

“Niçin getirmedi?...”

“Bilmem ekselans!..

“Araba gelmedi mi?...”

“Gelmedi...”

“Acayip!.. Şimdi Andon burada değil mi?...”

“Burada değil.”

“Nerede?...”

“Bilmem, biz de çok şaştık.”

“Araba da gelmedi öyle mi?...”

“Evet! Arabayı da getirmedi.”

“Bir adam mı çiğnemiş, yoksa arabayı bir uçuruma mı düşürmüş?”

“Öyle olmalı...”

“Hiçbir haber de yok mu?...”

“Yoktur...”

“Çok şey!.. Bak şu münasebetsizliğe, gördün mü bir kere?.. Şimdi ben ne yaparım?...”

“Çok fena!..”

“Burada, Kısıklı’da, yahut Tophanelioğlu’nda temiz araba bulunur değil mi?”

“Şimdi çok geç, saat beş var...”

“Şimdi değil, yarın sabah.. Ne embesil herifsin sen be!...”

“Yarın sabah bulunur.”

“Erkenden birisi gitsin, sen kendin gitsen daha iyi olur, bana bir temiz araba bul getir...”

Tre biyen ekselans!.

“Ama on ikide araba burada bulunacak, anladın mı?...”

Tre biyen ekselans!..

“Mutlak birini çiğnemiş, hapse gitmiştir.”

“Öyle olmalı...”

“Ben hareme gidiyorum, mumları söndür!..”

Tre biyen ekselans!...

Loading...
0%