@recaizdemammudekre
|
Zavallı Bihruz Bey’in fikr-i bidar-ı nağmekârı: “Bu müennes on altı yaşındaydı, ölmek için pek erkendir”, “Mutlak bir adam çiğnemiş, hapse gitmiştir” nakaratlarını bilmünavebe tekrar ede ede beyefendiyi gece yarısından iki üç saat sonralara kadar yatağında mustaribül-hal ettikten sonra gözlerini kapamaya meydan vermişti. Genç bey altı saat bila-fasıla uyuyup gözlerini açar açmaz nazarını konsolun üzerindeki saatin kadranına atfetti. Akrep iki rakamının hizasında yelkovansa bir rakamının üzerindeydi. Bihruz Bey: “Eyvah! Pek geç kaldım, ya bulamazsam?..” kelimelerini tefevvüh ederek yatağından fırladı. Alelacele ve itinasızca olarak tuvaletini yaptı giyindi. Bu aralık: “Beyim uyanmış galiba” diyerek oda kapısından içeriye dalan dadı kalfanın: “Bu gece seni bekleyemedim affedersin beyciğim! Nalişger’e tembih ettiydim beyefendi gelince bana haber ver diye, o da uyumuş kalmış. Bir yere mi gideceksin giyinmişsin. Kahvaltı etmeyecek misin beyim?.. Andon hâlâ gelmemiş. Acaba ne oldu da gelmedi bu?. Araba ısmarlamışsın, iki saatten beridir bekliyormuş.” yollu gevezeliklerinin hiçbirisine cevap vermeksizin haremden çıktı. Hemen karşısına çıkan Mişel Ağa’nın: “Araba hazırdır bekliyor” sözüne: “Biliyorum” cevab-ı muhtasarıyla bilmukabele bastonunu aldı. Aşağıya indi. Arabaya girerken: “Kadıköyü’ne... Çabuk olmalı!” emrini verdi. Gırrrr!... Yirmi dakika içinde Kadıköyü’ne varıldıktan sonra Bihruz Bey arabacıya: “Şu sokağa gir!. Şuradan sap! Şu yoldan git...” diye diye bir bağ kapısının önünde arabayı durdurdu, kendisi hemen arabadan indi, bağ kapısının kocaman demir halkasını şiddetle vurdu, bir daha vurdu. Bir daha vurdu. İçeriden gelen “Geliyor!.. Geliyor!..” sedalarını müteakip kapı açıldı. Kapıyı açan başı yemenili, sırtı hırkalı, kırmızı kuşaklı, abadan poturlu, çıplak ayakları kırmızı yemeni içinde, çiçek bozuğu, çakır gözlü, sarı seyrek sakallı, bodur bir adamdı. Bihruz Bey bu zavallıyı adamdan saymak istemediğinden maal-kerahe şu suretle hitap etti: “Bir adam yok mu be?...” “Nasıl adam ararsın be?...” “Keşfi Bey’i soracağım...” “Ey bana sor!.. Niçin bana sormazsın? Ben adam değil miyim?...” “Başka bir kimse yok mu?” “Başka kimseyi ne yapacaksın?” “Sen şuradan birisini çağır hele!...” “Şimdi herkesin işi var.. Ne söyleyeceksen bana söyle! Bihruz Bey, bu kısa adamla beyhude ağız dalaşı etmektense içeriye girip köşke kadar gidivermek münasip olacağını düşündüyse de kısa adam –bir kolu kapının bir kanadına, diğeri diğer kanadına yapışmış olduğu halde– gerilip durmakta ve Bihruz Bey’e korkunç korkunç bakmakta olduğu cihetle “şayet göğsümden kakılıveririm” korkusuyla harekete mübaderet edemediğinden söyleyeceği, anlayacağı şeyi yine ona söyleyip anlamaya razı oldu: “Keşfi Bey’i göreceğim...” “Keşfi Bey’i ne yapacaksın?” “Göreceğim... Lazım...” “Keşfi Bey burada yoktur.” “Nerededir? Olduğu yeri söyle...” “O dün gitti, bu gece de gelmedi...” “Niçin gelmedi acaba? Sebebini biliyor musun?” “O dışarı gitti, İzmir’e gitti...” “Dün mü gitti?” “Gitti dedik a!...” “Bugün gidecek değil miydi?” Kısa adam Bihruz Bey’e uzunca baktıktan sonra üzerine kapıyı kapıyıverdi. Beyefendi pür-hiddet arabasına döndü. Arabacıya: “Haydi dön!.. Doğru köşke!” emrini verdi. Araba da süratle yürümeye başladı. “Hay eşek herif! Ne terbiyesiz herifmiş!.. Böyle adamlar uşak diye, hizmetkâr diye kullanılır mı!.. Tel metr tel vale!... Zati beyefendisi nedir ki!... Hay yalancı hay... Bugün gideceğini söyledi, dün gitmiş. Belki daha gitmedi oradaydı; hizmetkâr, o dağ ayısı beni savdı. Kim bilir? Belki öyle talimat almıştır. Lakin ne cesaret! Benim gibi bir zata öyle muamele etsin... Çok şey!... Bu kadar da hakaret yutulmaz a... Andon hınzırı sebeptir: Kira arabasıyla gelince böyle olur... Vapura da gitmeli mi? Ya orada bulamazsam... Dün nasıl gidebilirdi? Vapur yoktu. Bu olmaz şeydir dünyada. Ne yalancı zevzektir bu Keşfi.. Çok şey!.. Herif adeta beni kovdu.. Öyle ya.. Kapıyı üzerime kapayıverdi, artık buna sükût edilmez, bir tarziye olsun almalıyım..
Kimden tarziye istemeli?... Mutlak birisini çiğnedi, bu herifi hapse tıktılar. Ne kadar münasebetsizlik!.... On altı yaş ölmek için pek erkendir.. Ah!, malörö kö jö süi!.. Artık vapura gidemem... Yazık!.. Hay terbiyesiz dağ adamı!. Bu ensult doğrusu unutulmaz!... Arabacı! Sür be herif!. Şu Andon’un yaptığı işi de görüyor musun?.. Malör sür malör... Araba ne oldu acaba?. Hayvanlar nerede kaldı?.. Vıy! El ave sez an se biyento pur murir!...Ah!. Povr fiy!.. * * * Kadıköyü’nden Küçük Çamlıca’ya gelinceye kadar Bihruz Bey’in zihnini meşgul eden işte bu tefekkürattı. Araba bağın kapısı önünde durunca içeriden Mişel Ağa koşarak geldi. Arabanın kapısını açtı. Bihruz Bey inerken Mişel yavaşça: “Andon geldi” dedi. Beyefendi bir şey demeyerek yürüdü. Köşke girerken Andon elinde bir mektupla beyin karşısına çıktı. “Nedir o?...” “Bir mektup ekselans...” “Kimden?...” “Mösyö Kondoraki gönderdi.” “Mösyö Kondoraki! Ne münasebet?...” Bihruz Bey, mektubu derhal açtı. Süzerek merdivenden çıktı. Doğru salona girdi. Mösyö Kondoraki’nin mektubu şu ifadatı haviydi: “Ekselans! Bundan evvelki mektubumuza şifahen verdiğiniz cevap mucibince fabrikamda üç gün beyhude teşrifinize muntazır olduk. O cevabı ita ettiğiniz günden şimdiye kadar aradan bir yirmi gün mürur ettiği halde ne matlubumuz olan para tesviye olundu ne de adem-i tesviye hakkında bir sebep beyan edildi. Binaenaleyh bugün fabrikamıza li-eclit-tamir kendiliğinden gelen arabanızı hayvanlarıyla beraber tevkife maatteessüf mecbur olduk. Bu muamelenin vukuunuysa evvelce zat-ı vâlânıza ihtar etmiştik. Matlubumuzun istifasını temin için böyle bir muameleye tasaddi hususundaki mazeretimizin teslim buyurulacağını ümit ederiz. İmdi üç güne kadar deyniniz olan yüz elli lirayı tediye buyurmanız mercudur. Bu defa dahi ricamız kabul olunmadığı halde arabanın ve hayvanların füruhtuyla esmanından matlubumuz olan para bittevkif fazla bir şey kalırsa taraf-ı vâlânıza gönderileceğinin ve arabayı fabrikamıza kadar getirmekte arabacınız Andon’un bir gûna suiniyeti bulunmadığının beyanı ihtiramat-ı mahsusamızın tekidine zeria ittihaz kılındı.” |
0% |