Yeni Üyelik
4.
Bölüm

BÜYÜK YÜZLEŞME

@resmaelz

 

 

KEYİFLİ OKUMALAR

Acı çektikçe olgunlaşırsın dediler. Hayat tecrübelere dayanır dediler; fakat acı çeke çeke olgunlaşmadık. Acı çeke çeke kendi benliğimizi yok ettik.

Her acı tecrübe olmadığı gibi her tecrübede acı değildi, bunu bir türlü farkedemediler.

 

Benden geriye kalan her şeyi silmem gerekiyordu. Güvenlik odasına giderek bugünün kayıtlarını silmiş, cinayet mahallindeki bana ait her şeyi bir bir yok etmiştim. Azrailimin villasında bir hayalet gibiydim, artık.

 

Yağız sayesinde bu bölgeye bakan tüm kamera kayıtlarını ve şaşırtma yaratma adına birkaç bölgeden bugünü silmiştim.

 

Benden geriye ne bir iz kalmıştı ne bir izmarit.

 

Cipi orada bırakamayacağım için ben ve Yağız, Zen’den ayrılmıştık. O arkadan bizi takip ederken bense bugünün güneşini söndürmek için yola devam ediyordum.

 

-“Beni nasıl buldun?” Gözlerim Yağız’a dönünce gülümsedi.

 

-“Seni sürekli izliyorduk, Liz. Telefonun bir anda sinyali kesti. Bizde onu aktive etmiş olabiliriz. Tabi bizden başkası sana yine ulaşamaz.” Kutay’la konuştuktan sonra telefonumu kapatmıştım. Beni hiç şaşırtmıyordu. O iyi bir hackerdı. İstediği tüm teknolojik aletlere girip kendi istediğini yapabilirdi.

-“Nasılsın, Liz?” Sorduğu sorunun cevabı o kadar karmaşıktı ki, bunu nasıl anlatabilirdim ki?

 

-“Dünden kötü, yarından iyi.” Gözlerim yola döndü. Ona samimi bir cevap vermiştim. Her geçen gün biraz daha tükeniyordum.

 

-“Liz...”

 

-“Sen nasılsın, Yağız?” Konuyu değiştirmek adına değildi bu soru, gerçekten merak ettiğim için soruyordum. Gözlerim ona doğru döndü, saniyelik olsa da.

 

-“Seni özledim. Bu arada gerçekten yurtdışındaki başarıların taktire şayan.” Kahkaha attığımda bana eşlik etti.

 

-“Bir madalya falan bekliyordum, senden.”

 

-“Daha iyisi var, bende.” Tek kaşımı kaldırıp sorar gibi baktım. Tek omzunu hafifçe yukarıya kaldırdı. Tüm dikkatini yola verdiğinde sessiz kalacağını biliyordum. Hediye vereceği kesindi. Zen’den dolayı Yağız hediye almaya alışkındı. Zen, sürekli zorla Yağız’a kendisi için hediye aldırıyordu.

 

Zaman akıyordu. Yüzleşme çok yakındı. Sessizliğe gömüldük, belki de tek ihtiyacımız olan buydu. Arabayı parkedip inmek için tam çıkacakken Yağız elimden tuttu.

 

-“Seninle gelmemi ister misin?” Gel desem gelecekti hem de tüm bedellere rağmen; ama gelmesi sadece ona zarar verirdi. Cengiz Bey, onu sevmezdi. Tüm olanlardan suçlu bulduğu diğer isim oydu, tabi benden sonra. İnine benimle beraber girmesine bile uzun bir süre sonra izin vermişti; ama Yağız hiçbir zaman o kapıdan içeri girememişti.

 

Mesela odamı hiç görmemişti, gerçi orası artık benim odam mıdır, o da bilinmez. Belki bana dair her şeyi yok etmişti ya da belkisi fazla kesin yok etmişti.

 

-“Bir Zerel’i alt edecek olan yine bir Zerel’dir.” Yağız hâlâ elimi tutuyordu ve bakışları bendeydi. Ona döndü gözlerim, tebessüm kondu dudaklarıma, sanki yanıyormuş gibi can çekişti, dudaklarım. Yağız derin bir nefesi içine çektikten sonra küçük bir buse kondurdu ellerime.

 

-“Liz ölünceye dek yanında, arkanda, sağında, solunda ve sana gelen her darbede ruhuna siperim.” Sözleriyle beraber geçmişin tozlu sayfaları önümüzdeydi.

 

İlk ben bu cümleyi ona kurmuştum. Bir romanda okumuştum. Yağız’a o gün zorlu bir görev verilmişti. Bende ellerinden tuttup bu cümleyi ona söylemiş sımsıkı sarılmıştım. Bir öpücük kondurup “Bu öpücüğü her hissettiğinde ben yanındayım. Zora düşersen o öpücüğü hatırla ve ona sımsıkı sarıl. Bizim bizimiz var ve kimse yenemez bizi,” demiştim ve o günden sonra hep birbirimize aynı şeyleri söylerken buluyorduk kendimizi.

 

Gözlerim arabanın camından çığlık çığlığa bağıran kuzenime kaydı. “Amcacığım, amcam...” Üç yılın ardından ilk defa gözlerim takıldı, villanın kapısında duran adama. Babam, Cengiz Zerel...

 

Zen, boynuna atıldığında sımsıkı sardı kollarını beline. Ne konuştuklarını duymuyordum; ama kahkahaları bahçeyi dolduruyordu. Bunu görebiliyordum. Beraber içeriye doğru girdiklerinde gözlerim tekrardan Yağız’ı buldu. Tebessüm etti; ama biliyordum ki bu tebessümü acılıydı. Belki de Zen’in yerinde olması gerekenin ben olmam gerektiğini düşünüyordu. Ben ve Cengiz Bey’i hiçbir zaman baba kız olarak görmemişti. Belki merak ediyordu belki de böyle olmasını istiyordu; fakat iki azılı düşmandık biz.

 

-“Bu öpücükler bende olduğu sürece güç bende.” Aracın kapısını açıp indim, araçtan. Temiz hava ciğerlerime nüfuz ederken aslında havanın temizliği değil de Yağız’ın varolmasıydı, beni bu denli sakinleştiren. Ardıma bakmadım. Bir Zerel asla ardına bakmazdı. Topuk seslerim villanın bahçesinde yankılanırken kendimden emin adımlarla yürüdüm.

 

Gözlerim buradaki mutlu anılarımızı aradı; ancak o anılar bir toz bulutu olmuş zihnimizin tozlu raflarında duran, tozlu sayfalardan başka bir şey değildi.

 

Yerlerdeki çimler aynı çocukluğumdaki gibi bir santimlik uzunluktaydı. Büyük bahçeden evin önüne uzanan taşlık bir yol vardı. Taşlar üçgen şeklinde, irili ufaklı, gri renktelerdi. Evin girişinde üç basamaklı bir merdiven vardı. Merdivenlerin hemen yanında uzun bir balkon vardı. Eskiden orada annem kitap okuyabilsin diye bir sehpa ve beyaz salıncak koltuk vardı.

 

Şimdiyse o balkonda yalnızca adını dahi bilmediğim çiçekler vardı. Birçoğunun yaprağı büyük ve çiçeksizdi. Balkonu boydan boya saran sarmaşıklar vardı. Yerlerdeki beyaz mermer yeşile çok yakışmıştı.

 

Hâlâ yerinde mi bilemesem bile evin arka kısmında büyük bir kamelya vardı. Yıllardır görmediğim, yıllar önce kovulduğum yuvam, şimdilerdeyse sanki bildiğim tarihi bir yapı gibi geliyordu. Özlemim eve değil, burada ailemle mutlu olduğum zamanlaraydı.

 

Villanın kapısının iki yanından, ikinci katına uzanan sarmaşıklar sanki getireceğim lânetten evi korumak ister gibiydi; ancak ben lânetimi daha dokuz yaşındayken toprağa ekmiş, karşılığındaysa içimde bir cadıyı, Elzem’i varetmişti. Ektiğimi fazlasıyla biçmiştim.

 

Adımlarım villayı bulduğunda kapının önünde duran Çetin’i gördüm. Kulağında bandaj vardı. Ellerini önünde bağlayarak başını hafifçe aşağı yukarı salladı.

 

-“Cengiz Bey’in haberi yok.” Sesi duyabileceğim kadar kısıktı. Umrumda değildi. Söylemesi ya da gizlemesi hiçbir anlam taşımıyordu benim için.

 

Merdivenleri tırmanıp kapı pervazından villanın içine doğru baktım.Gözlerime ilk takılan şey oturma alanıydı. Bembeyaz koltuk takımının süslediği oturma alanının önünde beyaz büyük bir sehpa vardı. Annem meleklere takıntılıydı. Her yerde mutlaka bir melek figürü vardı. Bu yüzden sehpanın üzerinde birçok şekil ve büyüklükte melek bibloları vardı.

 

Bir zamanlar annemle babamı burda karşılardık. Yemek alanına döndü gözlerim. Büyük kahverengi eskitmeli bir yemek masası ve dört sandalyesi vardı. Her akşam mutlaka yemek yenirdi bizim evde. Babam hiçbir zaman dışarda yemek yemezdi. Annemin yemeklerine bayılırdı. Sofrayı kurarken anneme yardım eder, baş köşeye kurulur, annemi de karşısına oturtarak yemek boyunca onu izler dururdu.

 

Sol taraftaki ise mutfak vardı. Annemin yaptığı yemeklerin kokusu ordan yayılırdı. Orası değişmiş midir? Annemden sonra her şey değişmişti, dört duvarla kaplı bir evin değişmemesi pek olası değildi galiba.

 

Annem sevdiği için bembeyaz uzun bir kütüphane vardı sağ tarafta. Ahşap, cam kapaklı, alkol dolabının hemen yanındaydı. Babam alkolü çok kullanırdı, annem çok kızsa da bir türlü azaltamamıştı. Annemse kitaplara, şiirlere bağımlıydı.

 

İki farklı insan, bir aşk ve yıkılan dört farklı hayat...

 

Geçmiş bir zaman kayması gibi gözlerimin önünden geçerken içerden gelen seslere odaklandım. Zen, Cengiz Bey’in yanında oturmuş telefonundan bir şeyler gösteriyordu. Cengiz Bey’in sesinden belliydi ne kadar mutlu olduğu. Bakışlarını Zen’den alıp bana doğru döndüğünde üç yılın ardından ilk kez göz göze geldik.

 

Ellilerinin sonunda, saçlarının bir kısmı beyazlamış, mavi gözlerine yorgunluk çökse de bedeni dimdik ayakta duruyordu.

 

Yüzünde yılların yorgunluğu vardı; eğer onu tanımasam bu yorgunlukların bile onu çok güzelleştirdiğini söylerdim; ama hayır çok çökmüştü. Hâlâ çok yakışıklıydı; fakat kalbi çürümüştü. Zen’in yanından kalkıp birkaç adımda yanıma ulaşıp sarıldı, bana.

 

Karşılık vermek istedim; fakat veremedim. İçimdeki öfke beni hep ondan geride tutuyordu ve biliyordum ki bu yaptığı sadece gövde gösterisiydi. Bana hâlâ babanın sevgisine muhtaç küçük bir kızsın demeye çalışıyordu; fakat küçük prensesin esaret altında olduğundan haberi dâhi yoktu.

 

Benden ayrıldığında dikkatli bir şekilde beni süzdü. Bakışlarında özlem yoktu, bakışlarında hâlâ ayakta olduğum için öfke vardı. Belki göstermiyordu; ama ben onun tüm yüzlerini görmüştüm.

 

-“Anlaşılan hala öfkelisin babana; ama şunu bil ki güzel kızım her şey senin için. Bu düzene layık olup o koltuğa oturman için.”

 

Düzen, Anka... Babamın lider olduğu örgüt. Sıradaki lider bendim. Biz sadece Anka’nın görünen yüzleriydik. Bizim arkamızda saklanan yüzlerse çok daha acımasızdı.

 

Bizler için hayat çok farklı başlardı. Çocuk olamazdık, sadece savaşçı olarak yetiştirilirdik. Çok küçük yaşlarda eğitim başlanırdı ve en iyi kardeş Anka yöneticisi olmaya hak kazanırdı. Tabi ben istisnaydım çünkü beni Anka değil babam yetiştirmişti. Kutay bir istisnaydı çünkü Anka’nın ya da Cengiz Bey’in acımasız eğitimlerini almamıştı.

 

Anka yaklaşık 6 nesildi vardı ve ben 7. Nesil Anka Yönetici’si olacaktım.

 

Gözlerim Zen’e doğru dönünce balkon kapısını açarak dışarı çıktı. Çıkmadan önce dudaklarını hafifçe oynattı.

 

-“Yapma, Liz.” Biliyordu, bu bir yüzleşmeydi. Kırılacağımı biliyordu. Bu yüzden yapmamı istemiyordu. Cengiz Bey’e döndü bakışlarım, yüzümde alaycıl bir gülümsemeyle.

 

-"Aslında bu kadar insancıl karşılanmayı beklemiyordum. Sizde arzu ederseniz ki hâlâ bunun şokunu yaşıyorum.” Sesim buram buram asilik kokuyordu. Siz ve sevgili kızım, bu iki kelime maskemizdi bizim.

 

Eğitimlerde kafama vura vura; “Baban yok, Elzem. Eğer ki bir savaş meydanı görürsen baban yok sadece Cengiz Bey var,” derdi. Zamanla babamı geride bıraktım ve bu yolu Cengiz Bey’le yürüdüm. Hayır yürümedim, süründüm.

 

Hâlbuki bir savaş meydanı varsa en iyi saklanacak, en güvende olacağınız yer babanızın kanatlarıydı. Benim hiç kanatlarım olmamıştı.

 

-“Bu kadar abartma Elzem, hâlâ babanım senin ve iyi olmanı istiyorum.” Sesinde şefkat yoktu. Alay vardı.

 

Elzem... Cehennem ateşi...

 

Peki ben doğduğumdan beri neyin bedelini ödüyorum? Ya çocukluğum ne uğruna bitti? Peki ben niye bir katilim?Her ne kadar sormak istesem de içimdeki o cadı susturdu, beni.

 

Yanından geçip koltuğa oturup, sağ bacağımı sol bacağımın üzerine koydum. Rahat görünüyordum, gamsız, umursamaz; ama işin aslı öyle değildi. Çok fazla gergin hissediyordum. İçimdeki küçük prenses çığlık çığlığaydı.

 

-“Peki bu ani dönüşümün gerekçesi nedir?” İçimdeki tüm ölü hislerin susmasını istedim. Prensesin çığlıklarını örtmek istedim. Bu bir yüzleşme değildi. Cengiz Zerel’in isteği üzerine yapılmış onu tatmin etme çabalarıydı.

 

Rahat görünen tavrıma karşılık sadece beni izledi, bir süre. Sonra elini havaya kaldırdı. Köşede bizi izleyen Çetin, başını salladıktan sonra geri çekildi ve elinde iki kadeh, bir şişeyle içeri geldi. Kadehleri doldurduktan sonra yine kapının önünde dimdik bir şekilde durdu.

 

-“Görevin tamamlandı ve ait olduğun yerdesin.” Bir kahkaha firar etti dudaklarımdan, acılı ama bir o kadar gür.

 

-“Ait olduğum yer burası mı?” Bir zamanlar kovduğu yere ait olduğumu düşünmesi sahtelikten ötesi değildi. Sakin adımlarla yürüyüp karşıma oturup derin bir nefes aldı.

 

-“Kabul edip ya da etmemen hiçbir şeyi değiştirmez, sevgili kızım. Anka, artık seni yanında istiyor. Sonuçta çok yakında yönetici bir Anka olacaksın ve düzenin içinde bulunman, uzak kalmaman lazım. Bunun için çok fazla adamımız var. Senin tek görevin burada bulunman.” Söyledikleri yalana bulanmış birkaç sözcükten ötesi değildi. Amacı neydi? Beni öldürmek mi? Bunun için çok geç kalmıştı. Zira attığım her adım sadece intikam içindi.

 

-“Sadece Anka istedi diye öyle mi? Üç yıldır uğruna çalıştığım dosya bir anda kapandı. Önce Ramen’le birlikte olma emri verildi. Çok kısa bir süre sonra Ramen’in ölümü istenildi. Dosyayı kapatacağım esnada da Ramen’in serbest kalması gerektiği bildirildi.” Kafamda birçok soru işareti vardı. Amacını anlamak istesem bile şimdilik anlamaktan çok uzaktım.

 

-“Yuvana dönme vaktiydi, sevgili kızım.” İstesem bile cevap alamayacağımı bildiğim için sessiz kaldım. “Hem Ramen’i öldürdüğünü biliyorum. Bunun için ceza alman gerekir biliyorsun. Anka bunun için bir şeyler yapacaktır ve tabi bir yöneticiyi öldürdün.” Duygu yoktu sözlerinde. Birilerini kaybetmenin acısını en son annemde tatmıştı ve o acı onu bir canavara dönüştürmüştü.

 

-“Bence bunu kutlamalıyız. Sonuçta ayak bağından başka bir şey değildi.” Tek kaşını kaldırıp biraz düşündü. Hoşuna gidiyordu. Anka’nın vereceği kararı merak ediyordu. Yıkımımı görmek istiyordu; ancak yıkılmam için hâlâ çok erkendi. Zira Lorez sayesinde arkamızda gizlenen güçlü isimlerden birkaç tanesiyle konuşmuş, Osman’ı tarihe gömmek için bir anlaşma yapmıştım.

 

-“Sen bir varissin, bir yöneticiyi öldürme hakkına sahip değilsin.” Omzumu silktim. Üç yılda duygularımdan arındığımı düşünmesini istedim. Gözlerinde gördüğüm tek şey bana asla inanmıyor oluşuydu.

 

-“Ama yakında lider olacak bir varisim.” Ona geçmişi anlatmadım. Acılarımı göstermedim. Anlamazdı ki beni! Babam beni anlardı; ama Cengiz Bey beni hiçbir zaman anlamazdı. Tekrar konuştuğunda konuyu dağıttı. Umursadığı şey ben değildim, umursadığı tek şey ona verdiğim güçtü.

 

-“Bu üç yılda Anka için çok şey yaptın ve bir baba olarak beni gururlandırdın, sevgili kızım. Seni yetiştirirken hata yapmadığımı bir kez daha kanıtladın, bana.” Sözleriyle beraber yutkunamadım bile, boğazıma dizildi tüm cümlelerim. Anne rahmindeki bir çocuğun yerinden edilmesi gibiydi. Çocukluğum, gençliğim, hayallerim hepsi oturup bir köşede ağladı. Cadıysa kahkalarla güldü.

 

“Sen beni yetiştirmedin, sen bir canavarı yerleştirdin içime. Daha sonra onu besledin, büyüttün. Benim sonumu yazarken sen cadının başarılarına sevindin. Sen kızına hiç üzülmedin baba, sen kızını yok ettiğin için hep kendinle gurur duydun.” Küçük prensesin haykırışı sadece zihnimde asılı kaldı. Kadehi havaya kaldırıp bir yudum aldım.

 

-“İnanın bana Cengiz Bey, düşüncelerinizle hiç ama hiç ilgilenmiyorum.” Artık bu tavrımdan rahatsız olmuştu. O Cengiz Zerel’di, kimseye tahammül edemezdi. Ben Elzem Zerel’dim, cadıydım, kindardım; ancak Beliz’in, küçük ve masum prensesin yokoluşuna tahammül edemezdim. İçimde bir yerlerde esir bile olsa incindiğini biliyordum. Bu yüzden daha fazla burada kalmak istemiyordum.

 

-“Oldun olası hep cesur bir kızdın, Elzem; fakat bir sözümü unutmuşsun.” Sözünü keserek, bu konuşmanın daha fazla uzamaması adına devam ettim.

 

-“Cesaret ve aptallık arasında ince bir çizgi vardır, Cengiz Bey. Ben unutmadım fakat siz unuttunuz Elzem Zerel asla o ince çizginin üzerinde yürümez.” Kadehte kalan son yudumu da içip masaya bıraktım. “Elzem’in sahip olduğu bir babası da yok. Buraya da ben babanım, nasihatlerimi dinle demeye beni davet etmediniz. Şimdi asıl konuya giriş yaparsak ikimiz için daha iyi olacaktır.” Bu sefer benimle alay eden oydu.

 

-"Aslında sözümü dinlemeyeceğini biliyordum. Seni bu yüzden yurtdışına gönderdim. Buranın sefasını anla ve emirlerime karşı gelme diye; ama anlıyorum ki büyük bir yanılgı! Sen hiçbir zaman benim kızım olmayı haketmedin. Bunu bir kez daha anlıyorum. Bu yüzden işte Beliz hiç varolmadı!” İçimdeki tüm parçalar binbir parçaya bölündü. İçim kan ağladı; ancak sesim çıkmadı. Cadı ayağa kalktı ve baskın bir ses tonuyla konuştu.

-“Beni yetiştiren sizsiniz ve hatırlatırım size az önce bununla gurur duyuyordunuz. İçime bir canavarı yerleştirip haketmedin diyemezsiniz. Sizin isteğiniz baştan beri buydu.” Yanından dolaşıp birkaç adım attım; fakat sesiyle birlikte duraksadım.

 

-“Seni ben yetiştirdim; ama o içindeki canavar hep vardı, Elzem. Ben sana sadece o canavara hükmetmeyi öğrettim. O canavardan seni kurtaran da bendim. Eğer seni kurtarmasaydım şu ana kadar çoktan seni yok etmişti. Bunu ikimizde biliyoruz, sevgili kızım.”

 

İntihara kalkışmıştım, 11 yaşımda. Cengiz Bey beni bulup durdurmuştu. O gün beni Osman Sayar’ın yanına eğitim için vermişti. Dört yıllık bir esarete kurban etmişti beni. Kurtarmak dediği buydu. Hayatta tutmaktı. O gün miladım olmuştu. Sessizce dinlemeye devam ettim. Hiçbir sorumun cevabı onda değildi, bilakis tüm sorular zaten oydu.

 

-“Neva...” Derin bir nefes çekti, içine; fakat sanki o nefes hiç ciğerine ulaşamamıştı. Nefessiz kalan yalnızca o değildi. Göğüslerimiz çok hızlı inip kalkıyordu. Arkam dönüktü belki; ama nefes alışından bile anlardım, ben. Nefes alıyorduk; ama ciğerlerimize ulaşmıyordu.

 

-“Neva öldükten sonra her şey çok değişti, sevgili kızım. Bizler öldük ve ikimiz de farklı insanlar olarak devam ettik. Biz sadece Neva’ya karşı iyiydik. Senin içinde bir canavar duruyordu, benim içimde o canavarın babası. Sen her zaman Elzem’din, hiçbir zaman Neva’nın Beliz’i olamadın. Unuttun mu sevgili kızım, annen her zaman anlatırdı? İlk doğduğunda avuçlarında kan vardı. İlk kanın o gün avuçlarındaydı, sonraki kanın ise annenin kanıydı! Yanılan sensin kızım, her bebek süt kokarken sen sadece kan kokuyordun. Kan kokan bir kadın sadece kana tutsak olabilir!” Sesinde öfke vardı. Kızına duyduğu derin bir öfke. Onu yaralayan buydu. O, sadece sevdiğini kaybetmemişti, onunla beraber ailesi de yok olmuştu. Kızına düşmandı, oğluna uzak, sevdiği kadına ise hasret...

 

Anılar canlanmak için hazırdı. Hep bugünü bekliyor gibiydi. Gibisi fazla anılar daima canlı kalmak isterdi. Bu yüzden derinlerden bir şeyler koptu.

 

Bir ses duydum, içimdeki küçük prenses usulca ardına döndü. İşte şimdi her şey eskisi gibiydi. O ihtişamlı villayı ihtişam içinde yeşerten o kadın oradaydı, gülüşleri, kahkahaları, sevgi dolu sözcükleri...

 

 

 

20 YIL ÖNCE

 

 

YAZARIN ANLATIMINDAN

 

Tanrı herkesi özel ve güzel yaratmıştır; ancak genç kadın sanki bir sanat eseri gibi herkesten uzak büyüleyici bir güzelliğe sahipti. Kalbinin saflığı, yüzünün güzelliği, onu kusursuz eden en ince ayrıntıları, Tanrı’nın ona bahşettiği kusursuz bedeninde, ruhunda gizliydi.

 

Genç kadın yavaşça küçük bebeğini beyaz tüllerle kaplı, bembeyaz örtülerle bezeli beşiğe uzattı. Üzerinde duran pudra kısa kollu, diz altında biten elbisesini düzeltti. Gözleri sanki denizleri içine almış da bir okyanusa çevirmiş gibi derin ve suyun verdiği saflıkla yıkanmış gibiydi. Küçük ve kalkık burnu, dolgun dudakları, ince kaşları, uzun boyu, bembeyaz teni...

 

Gülümserken iki yanağında oluşan iki derin çukura bakan herkes hayatın o iki çukurda yeniden varolacağını anlayabilirdi.

Kokusu masmavi duvarlarda, çeşitli çizgi film karakterlerinin, hayvan figürlerinin süslediği dört duvarla kaplı odaya sızmış, cenneti küçük bir odaya taşımış gibiydi.

 

Meleklerin bile hayran olduğu o kadın, eski bir zaman diliminde canlı kanlı ve çok mutluydu.

 

Genç kadın, yorgun gözlerle son kez baktı bebeğine. Sapsarı, ince saçları olan, tombul, beyaz tenli bebeği onu çok yormuş, onu yorarken de çok yorulmuş olmalı ki sabahın beşinde uyanan ve daha yeni uykuya teslim olan bebeği huzurla uyuyordu. Derin bir nefes aldı, genç kadın. Bebeğinin dişleri çıkıyordu ve onu uzun, yorucu bir süreç bekliyordu. Yorgun gözleri kendi kendine fısıltıyla şarkı söyleyen küçük kızına döndü. Yüzündeki yorgunluk tebessüme döndü. Küçük kızı, onun bir kopyası gibiydi. Uzun, düz saçları, masmavi gözleri, küçücük bir burnu ve bembeyaz bir teni vardı.

 

-“Sonunda uyudu, Farecik.” Genç kadın, kızına bakarak konuştuğunda küçük kız şarkı söylemeyi bırakmış pür dikkat annesini dinliyordu. Küçücük ellerini ağzına kapatarak kıkırdamaya başladı. Annesinin kardeşine farecik demesini garip bulmuştu; ancak hoşuna gitmişti. Zira kardeşine Fare lakabını takanda oydu. Aynı jeryy’e benziyordu. Uslanmaz, durmaz, beş dakika susmaz...

 

-“Yakında dişleri çıkacak galiba çok yordu, bizi bugün. Çok huysuzlanıyor. “ Genç kadın, gözlerini kızından ayırarak beşiğin hemen üstünde asılı olan saate baktı. Saat 19.37 olmuştu.

 

-“Saat geç olmuş baba gelmek üzeredir.” Genç kadının dilinden dökülenlerle küçük kızı ayağa kalktı.Uzun zamandır babasının gelmesini bekliyordu. Babasını ilk o, karşılamalıydı.

 

-“Hadi gel babanı karşılayalım.” Genç kadının sözlerini duymazlıktan gelerek atıldı, küçük kız. Odadan çıktığında aşağı kata inen uzun, ahşap parkelerle donatılmış merdivenlere atıldı.

 

-“Yaşasın babam geliyor. Baba, babacığım...” Küçük kız o kadar mutluydu ki, saatlerdir babasını görmemişti. Onu görmek, ona sarılmak, aklında olan tüm soruları ona sormak istiyordu. Arkasından koşturan annesinin sesini duydu; ancak umursamadı.

 

-“Beliz, sessiz ol lütfen Farecik uyanacak yoksa...” Bebeği uyanmasın diye sessizce konuşmaya çalışan genç kadın, kızı için endişe duyuyordu. Babasına olan aşkı, sanki küçük kız için büyük bir probleme dönecekmiş gibi hissediyor, kalbi daralıyordu.

 

Onu umursamayan küçük kız merdivenlerin ilk basamağına adım atmıştı. Annesinin onu uyaran sesini defalarca kez duymasına rağmen dönüp bakmamıştı. Genç kadının kalbi kızına bir şey olacak diye daralırken, kızının kalbi babasına olan aşkıyla doluyordu.

 

-“Beliz, bebeğim dikkat et, koşma.” Genç kadın, kızını ne kadar uyarsa da dinlemiyordu. Uyarı dolu sesi bebeğinin uyanmaması için değil de küçük kızın yara almaması içindi. Kızı küçük olduğu için çok fazla yara alıyordu. Özellikle babasının yanındayken sürekli ayağında morluklar oluşuyor, dizleri kanıyordu. Tüm bunların yanında küçük kızının kas ağrılarını düşünmek bile istemiyordu!

 

Merdivenleri yarılayan küçük kız, ahşap trabzanları bile tutmadan zıplıyordu. Kapı bir anda açıldığında beklediği kişi artık kapının önünde yorgun ama mutlu olan babasıydı. Küçük kız, babasını görünce sevinç çığlıkları atmaya başladı, annesiyse hâlâ arkasından uyarı dolu cümleler kurup duruyordu. Yorgun babanın gözleri küçük kızına ve arkasında, merdivenlerin başında olan eşine kaydı. Onu görür görmez aşık olmuştu. Lise aşkıydı, onlarınki. İki çocuğu vardı, aşkından; fakat gel gör ki, onu görünce tekrar aşık olası gelmişti. Onu her gördüğünde, tekrar tekrar aşık oluyordu. Bu döngü asla kırılmıyor, aksine en başa dönüyordu.

 

Küçük kız, babasına bakarak ne kadar güçlü ve yakışıklı olduğunu düşündü. Üzerinde duran pembe, kabarık eteği bulunan gelinliğinin eteklerini tutmuştu. Gelinliğinin üzerinde minik minik çiçekler ve kelebekler bulunuyordu. Kolları yarıya kadar tülden oluşuyordu. Arkasından uzanan küçük bir kuyruğa sahipti. Büyüyünce babasıyla evlenmeyi hayal eden küçük kız, gerçeklerden çok uzaktı. Dağları deviren; ancak sevgi dolu olan bir babası vardı, onun gözünde.

 

-“Babacığım...” Küçük kız, kalan birkaç basamağı da atlayarak babasının kollarına atıldı. Genç adam, aniden onu güçlü kollarıyla sardığında, düşmesinden korkmuş gibi sıkı sıkı sarılmıştı, küçük kızına.

 

Küçük ve masum prenses nerden bilebilirdi ki ilk çelmeyi babasından yiyeceğini, babasının güvenli kollarından kötü kalpli cadının ateşten kollarına atılacağını?

 

-“Babacığım yavaş ol, düşüceksin.” Küçük kız, babasına sımsıkı sarıldı. Babası bir öpücük kondurdu saçlarına. Bir tane daha sonra bir tane daha... Belki üç belki beş saymak imkânsızdı, o öpücükleri. Babası en çok sapsarı, güneş gibi parıldayan saçlarını severdi.

 

-“Hiç laf dinlemiyor konu sen olunca.” Genç kadın, eşi ve kızının yanındaki yerini almıştı. Eşine bakan genç kadın, binlerce kez şükretti, böylesine bir aileye sahip olduğu için. Bilemezdi ki, ailesini yokedecek olan o ve onu öldürecek olan küçük ve masum kızının olacağını.

 

-“Babayı özledik demek.” Küçük kız, konuşan babasına bakmak adına başını o çok sevdiği, yüzünü sakladığı boynundan kaldırıp babasının kendi gibi olan gözlerine baktı. Babasının yanağına sulu öpücüklerini kondurdu.

 

-“Babayı çok seviyorum; hem de anneden çok.” Tekrardan yüzünü sakladı, babasının boynuna.

 

-“Hoşgeldin, sevgilim.” Genç kadın, eşini öpmek için atıldı; ancak küçük kız izin vermedi. Babasının yanaklarını iki küçük eliyle kapattı. Genç kadın ve genç adam ne kadar uğraşırlarsa uğraşsın babasını kıskanan küçük kız, izin vermedi annesinin babasını öpmesine. En sonunda pes eden adam, birkaç adımda bembeyaz koltuğa oturdu. Genç kadın eşinin hemen yanına oturdu. Başını kaldıran küçük kız, babasına baktı.

 

-“Baba ben nasıl doğdum? Anne anlatmıyor; ama ben bilmek istiyorum.” Bir nevi annesini şikâyet ediyordu, aslında. Tüm gün annesine sorsa da cevap alamamıştı.

 

-“Hmm...” Bir süre düşündü, genç adam. Bunu nasıl anlatabilirdi ki küçük kızına?

 

-“Hatırlıyor musun kardeşinin, annenin karnında olduğu zamanları?” En iyi böyle anlatabilirdi, galiba.

 

-“Evet babacığım hatırlıyorum, karnı kocamandı; ama Farecik küçücük doğdu.” Küçük kız elleriyle karnını kocaman yaparak gülümsedi. Onun bu hâline annesi kahkahalarla güldüğünde babası da annesine bakarak aşkla gülümsedi. Küçük kız, küçük olsa da aradaki aşkı görüyor, babasını kıskanmaktan geri durmuyordu.

 

-“İşte bir zamanlar sende annenin karnındaydın ve artık bizimle tanışmak için doğmak istedin. Böylelikle sende aramıza katıldın.” Dediklerini kendince tartan küçük kızın aklına yatmıyordu. Onu leylekler getirmiş olmalıydı. Prensesleri leylekler getirmez miydi? Kardeşi bir fareydi, ona göre; ancak o bir prensesti!

 

-“Ne yani masallardaki prensesler gibi beni leylekler getirmedi mi?” Annesi bu haline kahkahalara boğuldu, babasıysa çok fazla ciddi kalamadı. Aynı eşi gibi keyifli bir kahkaha attı. Küçük kız üzülmüştü. Hep havada leyleğin onu süzerek ailesine getirdiğini düşünmüştü, oysaki.

 

Fareciğin olduğu anı hatırlamaya çalıştı, küçük kız. İtiraz bayrağını çekmeye hazırlanmış, bunu kabul etmeyen tarafına hemen hak vermişti.

 

-“Beni leylekler getirmedi. Bir de ben kirli miydim?” Dudaklarını büzdü, küçük kız. Fareciği yıkamak için götürdüklerinde görmüştü.

 

“Her yeri kirliydi, sanki böyle boya yapmış gibiydi, her yeri kırmızı boyayla kaplıydı.” Diye düşündü küçük kız. Düşünceleriyle yüzünü ekşitti. Kötü bir hâldeydi, ona göre. Prensesler her zaman temiz ve güzel olmalıydı.

 

-“Hayır bebeğim, sen çok temizdin.” Dedi babası; ancak hemen sonra devam etti. “Sadece ellerinde ... “ Dediğinde genç kadın boğazını temizleyerek, küçük kızının ellerinden tutup avuç içlerini öptü. Genç adam susmak zorunda kaldı. Genç kadın, bunu söylemek istemese bile eşi bunu bilmesini istiyordu. Bu yüzden ona küçük ve beyaz bir yalan söylemek zorunda kaldı. Bundan hiç memnun değildi; ancak bunu annesinden duyması daha iyiydi. Bakışlarını yanında oturan annesine çevirdi, küçük kız. Merakla onu dinlemeye başladı. Hayatının en büyük gerçeğini ilk kez annesinden süslü bir yalanla dinleyecekti.

 

-“Sen karnımdayken resim yapmayı çok seviyordun bebeğim, bu yüzden avuç içlerinde boya lekeleri vardı. Sen çok temizdin.” Annesi içten içe buna inanmasını, eşinin dediği gibi bunun bir lânet olmadığını herkesin görmesini istiyordu. Kızı çok saf ve temizdi. Kimse onu kirletemezdi.

 

-“O zaman Farecik boya yapmayı becerememiş miydi?” Soruları büyüyen küçük kız, masumca kardeşini sordu.

 

-“Bence boya yaparken eli değmişti ve boya üzerine dökülmüştü.” Annesi yalan söylerken eşine baktı. Yalan söylemek zorunda bıraktığı için içten içe onu asla affetmeyecekti. Eşini ne kadar severse sevsin kızını herkesten daha çok seviyordu.

 

Küçük kız, bir süre düşüncelere boğuldu. O boya yapmayı sevmezdi ki! Babasının kucağından bir hışımla atlayan küçük kız, anne ve babasının karşısına dikildi. Kırgın gözlerle ikisini uzunca izledi. İki elini önünde birbirine bağladı. Son isyanları olmayacaktı; ancak son tatlı isyanları olacağından habersizdi. Küçük bir aklın verdiği son küçük isyanlardı. Tam üç yıl sonra isyan edeceği şeyler yaşından çok daha büyük olacaktı.

 

-“Ama anne, ben boya yapmayı sevmiyorum ki ben şarkı söylemeyi seviyorum. Ben büyüyünce şarkı söyleyeceğim. Farecik boya yapsın.” Yüzünü sağa doğru çevirip anne ve babasıyla küstü. Babasının ve annesinin kahkahaları tüm salona yayıldı. Yorgun olan babası çok ama çok mutluydu.

 

Geçmişin tozlu rafları aralandı, anılar yeniden rafların ardına saklandı. Zaman bir anda hızlandı, raflar kayboldu. Salonu dolduran o kahkaların yerini rahatsız edici bir sessizlik kapladı.

 

Yorgun ama mutlu olan baba yaşlandı. Yaşlandı; fakat mutluluğu elinden alındı. Sadece yorgunluğuyla kalan bir adam kaldı geriye.

 

Küçük kız büyüdü, serpildi, genç bir kadın oldu. Onun da elinden her şeyi alındı. Oynadığı oyuncağı bile, ona verilmedi. Adam kadından sonra şeytan oldu, küçük kız kadından sonra Cehennem Ateşi oldu. İkisi de yandı, ikisi de çürümüş bir bedenin içinde yaşam mücadelesi vermeye başladılar hem de birbirlerine karşı.

 

Kadın varken baba ve kız aşkla baktı, birbirlerine; fakat kadın yokken baba ve kız birer düşman oldular. Sırtları birbirine dayalı iki azılı düşman...

 

Belki her defasında yara alan o küçük kızdı; ama hikaye yeni başlıyordu, onlar için. Artık küçük kızın ardında bir cadı vardı. Cadı ellerindeki kanlı bıçağı verdi, küçük kızın ellerine. Babasının sırtına uzun uzun baktı, küçük kız. Cadıya döndü gözleri bıçağı alıp ellerinin arasına sakladı.

 

Babasına döndü tekrar küçük kız, boynuna atılmak istedi. “Baba babacığım...” Diye sımsıkı sarılmak istedi; ama babası çoktan annesiyle beraber ölmüştü. Boş bir cesetti karşısında, onunla konuşamazdı, sarılamazdı, onu koruyamazdı; çünkü artık tehlike oydu ve küçük kız bunu görebiliyordu. Boynunu büktü küçük kız, elinde olmayan oyuncağına sarılır gibi kanlı bıçağa sarılarak kötü kalpli cadının ardına saklandı. Gözlerini kapattı ve babasına doğru hiç dönmedi.

 

İkisininde ellerinde kanlı birer bıçak vardı.

 

 

Bir zamanlar karısı ve kızı tarafından paylaşılamayan bir adamdı. Şimdilerdeyse kimsesizdi aynı o küçük kız çocuğu gibi. Paylaşılamayan baba artık kendi kızının katiliydi; çünkü artık kalbi çürümüş ve güzel tüm duygularını öldürmüştü. Neva ölürken o güzel adamı da cesede çevirmişti.

 

Anılar bir bir kaydı ve geçti. Baba ve küçük kızdan geriye kalanlar ise sadece acıydı. Geçmiş daima canlıydı, ölense yalnızca ikisiydi.

 

 

 

ŞİMDİKİ ZAMAN

 

 

BELİZ ELZEM ZEREL

 

Yutkunduğunu gördüm. O da hatırlamıştı, gerçek bizden kalan anıları. Bir zamanlar çok sevdiği kadını ve karısının canına mâl olan, kendi elleriyle büyüttüğü kötü kalpli cadıyı. İşte şimdi öfkesi yorgunluğundan daha çok yüzündeydi.

 

Artık anılar bana ait değildi. O anılar Beliz’indi. Daha fazla durmak anlamsızdı. Konuşmak ise fazlasıyla gereksiz bir eylemdi. Bu yüzden bir zamanlar onun bana yaptığını yaptım, ardımda bıraktım onu. Tam çıkacakken tekrar duyuldu sesi; fakat bu sefer ses tonu kırgındı.

 

Annemi hatırlamak onu kırıyordu, aynı benim Beliz’i hatırladığım gibi. O, beni kırmaya çalışırken her zaman ikimizi beraber kırar, yok ederdi. Belki bana olan kininden belki de ikimizi de suçladığından. Kim bilir, Cengiz Zerel konu aşkı olunca belirsiz bir adamdı ve bazen bazı aşklar bazı adamların sonu olurdu. Cengiz Zerel’in aşkı onu yaşayan bir cesede çevirmişti.

 

-“Davet var, sevgili kızım. Anka gelişini kutlamak istedi.”

🌸🌸🌸

Loading...
0%