Yeni Üyelik
1.
Bölüm

Eve Dönüş

@resmaelz

 

..Keyifli okumalar..

 

Bölüm şarkısı: Beach Weater: High Driving

 

 

Kör bir kuyuydum sanki. Yıldızların ışığının dahi ulaşamadığı, hiçbir hayat belirtisinin olmadığı kör bir kuyu...

Elimi neye atsam ölüm getirdiğim, güneşi diledikçe daha da karanlıklaşan benliğim, gözlerimdeki o cılız ışık bile artık beni kurtaramayacak kadar zayıf...

Bir masal dinledim, annemden yıllar önce; masalın prensesi çok kötü kalpli bir cadıya esir düşen ve her şeye rağmen iyiliğin kazandığı, cadının yok olduğu, prensesin özgürlüğüne kavuştuğu, ömrünün sonuna kadar mutlu yaşadığı bir masal... Anne demek isterdim ki; “Bende esir düştüm, çok kötü kalpli bir cadı tarafından. Karanlığa çekildim anne, çok korktum; kaçmaya çalıştım ancak kaçamadım. Yenmeye çalıştıkça o daha çok büyüdü; ben çok küçük kaldım karşısında. Ellerimle ona umutlar verdiğimde ellerime, avuç içlerime; senin hep öptüğün avuç içlerime közler döktü.

Canımı yakan bu cadıya esir düştüm anne.

Çok çabaladım, kiminle savaşıyorum diye çok merak ettim; ama uzun bir süre yüzünü hiç göremedim. Bir gün yine onunla savaşırken nasıl oldu bilmiyorum; ama pelerini omuzlarından düşüverdi ve ben yüzünü o gün gördüm.

Yüzü belki çok korkunç olmalıydı, yüzünde uzun yara izleri olmalıydı, dişleri mesela siyah ve çürük olmalıydı, burnu kocaman ve burnunun üstünde bir ben olmalıydı, saçları bembeyaz olmalıydı, seyrek olmalıydı ne bilim belki de dağınık olmalıydı; ama değildi anne...

Yüzü çok güzeldi, sapsarı saçları vardı. Burnu küçük ve kalkıktı, dişleri inci gibi parıldıyordu. Dudakları kalın ve dolgundu. Hele gözleri anne aynı benimki gibi masmaviydi; ama sen benimkilere bakıp hep; “Gökyüzünü almışsın, gözlerinin içine,” derdin ama onunki buzdan şatolara benziyordu. Sol yanağında, boynuna uzanan tarafında benimki gibi küçük bir leke vardı.

Anne sana demek isterdim ki her masalın bir iyisi bir kötüsü olmazmış; bazen masalların kötü kalpli cadısı da güzeller güzeli prensesi de aynı kişiymiş.

Karşımda duran kötü kalpli cadı da bendim anne.

Güzeller güzelli prensesin 12 yaşında, kötü kalpli cadı ise 27’ nin sonlarında. Ben kendi masalımın esir düşen prensesi hem de kötü kalpli cadısı...

Sen olsan sana sormak isterdim anne. Söylesene anne derdim, prenses kazansa kötü kalpli cadı yok olsa yine de ben kazanabilecek miyim ya da kötü kalpli cadı kazansa güzeller güzeli prenses kaybetse yine kazanan ben olabilecek miyim?

Sen yoksun ve ben biliyorum cevabını. Hayır kazanamayacağım; çünkü ikisi de benim ve biri kaybetse, biri eksilse anne, yok olmaya mahkum olacağım.”

Derin bir nefes aldıktan sonra gözlerimi açtım ve tüm düşüncelerimi tozlu ve yıpranmış raflarımın ardına sakladım. Ellerim istemsizce yukarıya doğru kalktı. Uzun, kemikli parmaklarımın üzerinde görünmez kan lekeleriyle süslenmiş izler vardı. Havayı derince soluduğumda genzimi yakan koku kanın verdiği metalik hazdı.

Kan kokuyordu. Kan kokacaktı. Bunu nerden mi biliyorum, ben azrailim. Kendi dünyamın azraili...

Belime sarılan eller içimi ısıtmadı; bilakis gerçekleri bir tokat gibi yüzüme çarptı. Yukarıda cansız gibi duran ellerim, arkamda bana sarılan adamın boynuna sarıldı.

-“Hadi sevgilim, bu bizim için iyi olacak. Hem bugün bizim yıl dönümüz. Bence biraz uzaklaşmak, birbirimizin teninde daha çok vakit geçirmek hakediyoruz. Bir süre iş ve işe dair hiçbir şey görmek istemiyor. Sadece seni istiyorum.” Ramen Aser. Fransız bir iş adamıydı. Ayrıca yer altı dünyasının en tehlikeli liderlerinden yalnızca bir tanesiydi. İki yıldır beraberdik. Sağ bacağımı sol bacağının gerisine uzattım. Hoşuna gittiğini gösteren bir gülümseme peydah oldu, yüzünde. Ayağımı ayağının altından geçirince sırt üstü yere düştü. Canı yanmış gibi durmuyordu. Kalıplı vücudu sanki onu her şeyden koruyabilecek kadar sağlamdı. Üzerine çıkıp onu yüzüstü çevirip, ellerini arkadan birbirine kelepçeledim. Karşılık vermiyordu. Güven vardı.

Tehlikenin diğer adıydı, güven. Bu yüzden tehlikede olduğunun farkında bile değildi.

-“Bebeğim bu şakalarının bazen abartı olduğu konusunda seni uyarmam gerekiyor, sanırım.” Aksanı erkeksi sesine çok yakışıyordu. Kulağına yaklaşıp cezbedici bir tehlikeyle fısıldadım.

-“Son isteğin ne, sevgilim?” Çapkın bir gülüşle karşılık verdi, gerçeklerden uzak bir şekilde.

-“Sonsuza kadar kollarında yaşamak.” Bu sefer gülen bendim. Kollarımda ömür boyu yaşamayı istemek sadece lânetin getirisi olabilirdi. İmkânsızdı; zira lanet sadece yok etmeye karşı arzu gösterirdi.

-“Bir katilin kollarında ölmek istediğini bilmiyordum.” Her şey saniyeler içinde oldu. Bir anda döndüğünde dengemi kaybettim, yana doğru düştüm. Son isteğini sorduğumda, dikkatimi dağıtmış ve kelepçelerden kurtulmuş olmalıydı. Fazla duygusal davranıyordum yoksa bu dikkat dağınıklığının başka sebebi olamazdı. Üzerime çıkan oydu. Ellerimi başımın üstüne getirip sıkıca tuttu. Başını yana doğru hafifçe eğdi.

Keskin yüz hatları, bir erkeğe tezat oluşturacak derecede olan dolgun dudakları, ela gözleri, kemikli güzel burnu, herkesi kıskandıracak derece güzeldi. Bir tabloyu izler gibi onu saatlerce izleyebilirdim. Üstelik hiç sıkılmadan, yorulmadan... Nefes almayı unutmamak için çaba verebilecek kadar hem de.

-“Bir katilin kolları, hiç bu kadar güven verici olmamıştı.” Gülümsedim. Dudaklarıma doğru eğildiğinde kalbimde bir acı varoldu. Dudakları dudaklarımın üzerine örtüldüğünde dudaklarım sıcak dudaklarına karşılık verdi. Tutuşu gevşemeye başladığında bunu fırsat bilen ellerim, yanaklarına doğru sürüklendi. Boşta duran elleri göğsüme kaydığında nefes alışverişi daha da hızlandı.

Bunu fırsat bilerek manolya şeklindeki yüzüğümün sistemini devreye koymak için orta ve serçe parmağımla, yüzük parmağımda aksesuar gibi duran yüzüğe baskı uyguladım. Manolyanın yaprakları, bir bir yukarıya doğru yükseldi. İçinden ince bir iğne çıktı. Tene battığı anda, tek damlasında ölümü getirecek olan zehri pompalayan küçük bir sisteme sahipti. Bu sistem şimdilik kimsede yoktu. Kendi tasarımım olan, kendi ürettiğim en tehlikeli silahların bile yanında sönük kaldığı ufak bir araçtı, benim için. Ellerimi ensesine koyduğumda bu sefer onu üzerimden atarak, üstüne tekrar çıktım.

-“En çok üzüldüğüm kurban sensin, Ramen.” Parmaklarımın tersi pürüzsüz yüzünde gezinmeye başladı. Sol elimdeki zehri ona enjekte edeceğim esnada telefonumun sesi yatak odasında yankı buldu. Ramen isteksizce ofladı.

-“Açmamanı istemek kötü bir şey mi? Son kurbanın kollarında ölümü bekliyorken hem de.” Derin bir nefes aldım. Bu imkânsızdı. Bana ulaşan kişiler belirliydi. Boşuna aranmış olamazdım. Bu yüzden ona farkettirmeden ellerimi yere koyarak bastırdım. Orta ve serçe parmağımla yüzük parmağıma baskı uyguladığımda, zehirli iğne manolyanın içine çekilerek yapraklarını kapattı. Üzerinden kalkarak komidinin üzerinde duran telefonu aldım. Telefon ekranında yanıp sönen isme uzunca baktım. Tam telefon kapanmak üzereydi ki aramayı cevaplayarak kulağıma yasladım.

-“Bir dakika.” Ramen’e doğru döndüğümde ayağa kalktığını ve beni izlediğini farkettim. Bakışlarımız kesişince gitmesi gerektiğini anlar gibi adımları bir bir odayı terketti.

-“Evet, seni dinliyorum Lorez.” Tüm dikkatimi beni arayan adama verdiğimde bu konuşmanın nereye gideceğini ön göremiyordum. Neden aradığına, özellikle görev başında kendini neden belli etmeye çalıştığına... Fakat beklemediğim gelişmeler olduğu kesindi. Lorez’i tanıyalı on yılı aşkın bir süre olsa da, telefonla olan görüşmelerimiz bir elin parmak sayısını geçmezdi. İlişkimizde arama son sırada bile yer almazdı, bu yüzden. Genellikle karanlık sokaklarda ve görünmez yerlerde, sıfatlarımızdan arınarak görüşürdük. Kendine verdiği isimle Hayalet’ti. Görünmez olmak, ona göre daha çekiciydi.

-“Görev bitti. İzlerini yok et ve Türkiye’ye geri dön.” Erkeksi ve kalın sesi bana ulaştığında şaşırmadan edememiştim.

-“Neden peki? Böylesine bir görevin başına gelmişken, üç yılımı verdiğim dosyayı bir anda kapatmam ne kadar akla yatar ki? Üstelik son bir işim kalmışken.” Ahşap parkenin üzerinde kulaklarıma yankı yapan adım seslerim bile ne kadar gergin olduğumu kanıtlar nitelikteydi.

-“Verilen kararlar sorgulanamaz.” Net ve keskin sesi, bu konu üzerinde herhangi bir yetkimin olmadığını vurguluyordu.

-“Görev bitmeden geri dönmeyeceğim. Kaç saatim var?” En az onun kadar keskindim. Onların kararlarına bağlı kalsam da kendi kurallarımla yaşardım.

-“Ceza alacaksın, Elzem. Görevler net ve bellidir. Kuralların dışına çıkarsan, zararlı çıkarsın.” Telefuzu o kadar iyiydi ki onun bir Amerikalı olduğuna inanmak çok zordu. Uyarı da bulunsa da onu pek dinleyeceğim söylenemezdi.

-“Bir iyilik borcun vardı, Lorez. Borcunu ödeme vakti.” Aldığı derin nefes sesi, bir ikilemde kaldığını açıkça hissettiriyordu. Hiçbir iyilik karşılıksız kalmamalıydı, en azından konu iş olunca.

-“Ne istiyorsun, Elzem?” Sıkıntılı sesi, az önceki kadar keskin değildi. İsteyeceğim şeyden korkuyordu. Küçük şeylerle yetinmeyeceğimi bilirdi.

-“Bir görüşme, bunu sağlayacak tek isim sensin.” Kabul edeceğini biliyordum, aksi bir durum mümkün değildi.

-“Senden karşılıksız bir iyilik beklemek benim için büyük bir hataydı.” Birkaç saniye boyunca telefonun açık olduğunu gösteren Lorez’in sıkıntılı dolu nefes seslerinden başka bir şey değildi. Kendince bir şeyleri tartıyor gibiydi. “İstediğin kabul yalnız çok vaktin yok. Yarın sabaha kadar orayla vedalaş ve bir hayalet olduğunu unutma. Uçağa binmeden önce sana ulaşacağım.” Telefondan “bip” sesi yankılandığında buradaki hayatımın bitmesine artık saatler kaldığını biliyordum.

Bugünün hayaliyle yanıp tutuşan közden kalbime inat, her defasında bugünün gelmesini istemeyen ölü vedaların hissiydi, içimde yaşayan.

Ancak her şey için çok geçti. Kader kalemini çıkarıp yazmaya başlamış, beni bu oyuna sürüklemeye hazır bir şekilde bekliyordu. Bundan korkuyor değildim, bilakis bugünü uzun zamandır bekliyor oluşum ve kaybını vereceğim tüm kayıplarım için yeni bir başlangıç yazmanın verdiği bir burukluk vardı, içimde. Bazı başlangıçlar kanla başlar, kanla biterdi; fakat benim tüm başlangıçlarım kanla başlayıp, kana tutsak olarak biterdi.

Alkol dolabına yönelip bir şişe çıkardım. Dudaklarıma dayadığımda, yıllardır suya hasret kalmış bir bedevinin suya kavuştuğu anda kana kana içmesi gibi kana kana içtim. Parmaklarımla oynarken kemikli uzun parmaklarımı süsleyen, tehlikeli olduğu kadar ıstırabı içinde yeşerten yüzüğümü çıkarıp sehpaya koydum. Ölüm acılıydı; en azından zehrin acısı olmamalıydı.

İki yılımı geçirdiğim, ruhumun çığlıklarına aşina olmuş, karanlığımı kendi duvarlarına hapsetmiş yatak odama son kez göz gezdirdim.

Koyu laciverde boyanan sade ama kendini bir o kadar da cezbeden duvarlar, Ramen’e göre masmavi gözlerimin güzelliğini ortaya çıkarıyor gibi olsa da benim için ruhumun çığlıklarını içine çekmiş, kendiyle bağdaştırmış gibiydi. Bembeyaz örtüler içindeki yatak, başlığında ince oymalar ve zarif bir işçilik barındıran Fransız işlemeleriyle, antika bir görünüme sahipti. Yatak örtüsünün kenarları, Fransız dantelinin en zarif detaylarıyla süslenmişti. Bembeyaz yastıklar, el işi dantel ve zarif işlemeleriyle süslenmiş, yatak örtüsüyle mükemmel bir uyum içindeydi.

Yatağın iki tarafında da bulunan, beyaz komodinlerin üzerinde bronzdan dökülme şamdanlar bulunuyordu. Galiba en çok bu şamdanları seviyordum. Bu yüzden olsa gerek odanın birçok yerinde bulunuyordu. Özellikle duvarlarda, tarihi bir esinti gibi duran görüntüsü beni bir masalın içinde yaşıyormuşum gibi hissettiriyordu. Duvarlarda asılı birçok işlemeli çerçevelerin süslediği tablolar, portreler bulunuyordu.

Hemen yatağın karşısında, kenarları yatak başlığıyla aynı işlemelere sahip, bir tuvalet masası bulunuyordu. Üzerinde Ramen’e ait birçok fotoğraf bulunuyordu. Hepsini ben çekmiştim. Özellikle antrenman yaparken, karın ve sırt kaslarının gözlerimin önüne serildiği hiçbir fırsatı kaçırmamış, her birini ölümsüzleştirmek ister gibi çekmiştim. Ramen istemese bile her birini çıkartmış, çerçevelemiş ve bize ait bir dünyaya sunmuştum.

Pencerenin tam karşısında kadife, koyu mavi bir koltuk ve ayaklarında oymalar bulunan küçük bir sehpa vardı.

Büyük ve geniş pencereyi kapatan ağır perdeler, odanın tarihi havasını vurguluyordu. Üst kısımlarında bulunan bordürler, özellikle güneş doğduğu zaman odaya bir ışıltı katıyor ve kendimizi o anın güzelliğine kapılırken, güneşin doğuşuna tanıklık ederken buluyorduk.

Kristal küçük ve büyük taşlarla bezeli büyük avizeyse modernliğin, tarihi havayla uyumunu vurgular gibi odanın ambiyansına uygundu.

Bir de tabi benim gelişimle beraber odaya koyulmuş, içinde birçok alkolün bulunduğu, kapakları camdan oluşan ahşap düz bir dolap vardı. Benim bu eve taşınmamla bu odada yer almıştı; çünkü Ramen içmeyi sevmezdi, benim aksime.

Tarihin esintilerini taşıdığı kadar moderndi de.

Bulunduğumuz villa tarihiydi. Birçok restorasyona uğramasına rağmen hiç değişmemiş ve en güzel haliyle yeni mimarlara taş çıkartacak cinstendi. Fransızların bu özelliğine bayılıyordum. Tarihe oldukça önem veriyorlardı; bu yüzden olsa gerek hiçbir yapı restorasyona uğradığında değişmez sadece daha sağlam ve eski haline dönmesi amacıyla ufak tefek değişimlere uğrardı.

Kendimi koltuğa attığımda, ayaklarımı uzatarak sırtımı kolçağa yasladım. Az bir vaktim vardı ve ben burda oturmuş alkol alıyordum. Belki de kalan son saatlerimin keyfini çıkarmak istiyordum. Sehpada duran sigara paketinden bir dal çıkarıp yaktım. Vücudumda gezinen zehre her defasında bir yenisi eklendi. Zaman daraldı, önümde şişeler devrildi, kül tabağı sönmek üzere olan sigaraların yeni yuvası olarak, onları birer izmarite çevirdi... Kaçıncı olduğunu bilmediğim bir sigarayı daha içime zehrini salsın diye dudaklarımın arasına yerleştirip, çakmağın aleviyle ucunu tutuştururken kapı açıldı.

-“Umarım artık tüm vaktin bana aittir.” Beni uzunca süzdü. Bu hâlime alışıktı. Alkol ve sigara tüketimim fazlaydı. Hele ki Fransa’ya geldiğim günden beri daha da artmıştı. Önümden dolanıp perdeleri açtığında tüm dikkatim havanın güzelliğindeydi. Pencereleri açtığında ağustos ayının sıcak dalgaları odanın içine sızmaya başladı. Karanlığın geleceğini haber veren ışınlar bir bir kendini geriye çekmeye başlamıştı.

Sırt kasları gözlerimin önündeydi. Üzerindeki ince, beyaz gömlek bile saklayamıyordu. Geniş omuzları, şekilli duran poposu yutkunmama olanak vermiyordu. Ellerimi teninde gezinirken hayal etmekten öteye gidemiyordum.

Onunla olmak hayal gibiydi, en azından birçok kız için.

Ben hayatına girene kadar kimseyle uzun bir ilişki yaşamamıştı. Kendi benliğini gizliyordu ancak bilmediği bir nokta vardı. O sadece Elzem Zerel’den saklanabilirdi, halkın efsanesi olan Sosyetik Katil’inse ağındaydı.

Sosyetik Katil, tam karşısında onunlaydı. Sosyetik Katil, acımasız ve merhametsizdi. Ölünce kurtulacağını zanneden tüm kurbanlarının bedenleriyle oyun oynamayı seven bir psikopattı.

O, bendim. Pek bu ismi tercih etmesem bile halkın efsane olarak sunduğu ismim buydu. Kurbanlarımı süslüyor oluşum ve son isteklerini sorup yerine getiriyor oluşum halka göre bir katile nazaran fazlasıyla narin duruyordu. Tabi beni yine bir efsane olarak doğuran insanlar, kurbanlarımın yakınlarıydı.

Bana doğru döndüğünde sağ elini yapılı bacaklarını saran kumaş, siyah pantolonunun cebine koydu.

-“Bazen bu kadar dumanın içinde nasıl nefes aldığını anlayamıyorum, sevgilim.” Tebessüm ettim, sahteydi; ama o bunu asla bilemeyecekti.

-“Benim ciğerlerime nefes olanın oksijen olduğunu kim söyledi?” Gözlerim, ela gözlerine esirmiş gibi takılı kaldı. Son bir kez daha zehri davet ettim, ciğerlerime. Küllüğe bastırıp söndürdüm, yanan sigarayı; ama içimdeki ateş hâlâ diriydi. Herkesi yakmak için sadece zamanını bekliyordu.

Sözlerime karşılık derin bir nefes aldı. Ona doğru yaklaştım. Üzerimde duran kırmızı, mini geceliğin askılarını omuzlarımdan aşağıya indirdiğimde, ince ipek gecelik üzerimden kayarak ayaklarımın dibindeki yerini aldı. Bedenimi örten bir kumaş parçası artık yoktu. Ona doğru atılan adımlarım karşısında durmamla son buldu. Gördüğü görüntüyle yutkundu. Yüzündeki tüm çizgiler haz içinde kıvranmaya başladı.

Avuç içlerim yüzünü bulduğunda dudaklarım, dolgun dudaklarının üzerine örtüldü. Dudakları her zaman sıcaktı. Öpüşüme karşılık verdiğinde içimdeki tutku giderek büyüdü. Elleri belimden kalçama doğru kaydığında dudaklarımdan bir inleme kaçtı. Saniyelik de olsa duraksayıp beni daha da kıvrandıracak bir şekilde fısıldadı.

-“Duymaktan bıkmayacağım tek şey bu olabilir, sevgilim.” Sıcak dudakları dudaklarıma tekrar kapıldığında bacaklarımı beline bağlayıp kucağına çıktım. Tutkuyla öpüşürken tek dileğim bu anda kalmaktı.

-“Belki de soğuk ve seks dolu bir duş almalıyız, sevgilim.” Kucağından atlayıp, ondan ayrıldım.

"Ölüm, ölüm geliyor." Zihnimden yükselen ses gittikçe artıyor, zihnimin duvarlarına çarpıp bir yankı oluşuyordu.

"Zavallı, öleceğimizi düşünüyorsun; ancak senin zihninde, bize yaptığın gibi seni öldürmek için bekliyor olacağız."

"En büyük savaşın vazgeciş olduğunda yeniden yükselip, seni bu kayıpların arasında uğurlayacağız." Bir kahkaha yükseldi. Cadının siyah pelerini savrulurken pürüzsüz teni gözler önündeydi.

"Ben buradayım ve kaybeden yalnızca sizlersiniz." Sesler bir bir kayboldu. Cadı, hepsinin ölüm fermanını elleriyle yazmış, onları kana boğmuştu.

Banyoya doğru giderken tek düşündüğüm kafamdaki seslerin bir bir ölmesiydi. Biliyordum ki ben ölene kadar o sesler hiç susmayacaktı. Belki de ölüm o sesler için varolmamıştı.

Adımlarım bir bir atıldı ahşap, beyaz kabartmalı işlemelerle süslenmiş kapıdan dışarıya. Çıplak ayaklarım ahşap parkenin üzerinde gezinirken banyoya doğru yürüdüm. Lavanta rengine boyalı duvarlar, altın varaklı süslemeler, duvarlarda asılı duran işlemeli tablolar, duvarlara monte edilmiş bronz şamdanlar...

Belki bu üç yılın içinde sadece buraya geldiğim beri yaşıyormuş gibiydim. Ahşap işlemeli kapıdan içeriye girdiğimde çıplak ayaklarımın beyaz mermere değmesiyle, soğukluğun getirdiği ferahlıkla bedenimin gevşediğini hissettim.

Karşımda duran ayaklı, zarif dökme demirden oluşan küvete doğru ilerledim. Altın varaklı musluğu çevirerek soğuk suyu açtım. Küvetin dolmasını beklerken küvetin üzerinde bulunan rafta duran şişeleri incelemeye başladım. İçlerinden lavanta yağını alıp dolan soğuk suya birkaç damla damlattıktan sonra banyo tuzunu ekledim. Köpük banyosu şişesini alarak suyun içine yavaşça ekleyerek köpüklerin yükselişini izledim. Su yeterince dolduğunda suyu kapattım.

Küvetin hemen karşısında duran lavabo ve lavabonun üzerinde büyük altın varaklı, oyma desenli, oval bir ayna vardı. Lavabonun solunda, en köşede klozet bulunuyordu.

Duvarda ahşap, üstünde kabartmalı işlemeler bulunan dolaplar, vintage komodin ve üzerinde duran vintage bir tepsi ve içinde sarılmış üst üste dizili beyaz havlular, mumlar ...

Ahşap dolaba doğru yaklaştığımda, kapağını açarak siyah, spor çantamın ön gözüne önceden yerleştirdiğim şırıngayı açarak elime aldım. Tekrar küvete doğru ilerleyip bedenimi soğuk bir o kadar da rahatlatıcı olan suyun serinliğine bıraktım. Bedenime temas eden soğuk suyla ürpersem bile yılların getirdiği alışkanlıkla rahatladım.

Başımı geriye yaslayarak köpüğün ellerimin arasında dans edişini izledim. Elimdeki köpüklerle kaplanmış şırıngayı küvetin hemen yanına, sol tarafa koydum. Parmaklarım suyun üst yüzeyinde dans ederken, kendimi geçmişin acılı sayfalarına bıraktım. Kapının açılmasıyla bakışlarım kapıya kaydı.

Üzerindeki beyaz gömleğin düğmelerini sonuna kadar açmıştı. Kusursuz teni ve asla doyamayacağım karın kasları gözlerimin önünde bir sanat eseri gibiydi. Dudaklarım kıvrılırken elinde duran bir şişe ve iki kadeh vardı.

-“Beni çok beklettin.” Duyduklarıyla yüzünde muzip bir gülümseme varoldu. Bana atılan adımları karşımda durmasıyla son buldu. Elindeki kadehi uzattığında elinden alarak bir yudum aldım. Kırmızı şarap... Elindeki şişeyi küvetin üstündeki rafa koydu.

-“Aramam gereken bir yer vardı. Unuttum, önemli olmasa bekletmek istemezdim, sevgilim.” Üzerindeki gömlek ve pantolondan kurtulduğunda bu anı bekliyordum.

Suyun içine, arkama yerleştiğinde banyoda yankı yapan bizden yükselen şehvet dolu seslerdi. Bedenim bedenine esir oldu. İçimde hiç doymayan bir kadın vardı. Belki de sessizce vedasını eden, kötülükle kaplanmış, yıllar içinde susmuş, sustukça kaybolmuş; ancak tam da bu anda yaşamak için çırpınan hislerimdi.

Tüm vücudumun onunla son kez zirveye çıkışının tadını çıkardım. İçimdeki doyumsuz taraf ona doyamayacaktı. Geçen dakikalar, tenindeki izlerim, tenimdeki ona dair izleri, hissettiğim ıslaklık, bedenimin kıvranışları, her defasında gelen rahatlama, her defasında yeniden başlama istediği, onu içimde hissetmek için verdiğim uğraşlar....

Geri çekildiğinde bir öpücük kondurdu, alnıma. Göğsümüz o kadar hiddetli inip kalkıyordu ki nefes almak bu baş döndürücü etkide çok zorluydu. Tenlerimiz suyun ıslaklığıyla değil, birbirimizde bıraktığımız hazla ter içinde kalmıştı.

-"Sana doyamayan tarafıma nasıl engel olunur, bilmiyorum." Telefuzu o kalın sesinde o kadar hoş duruyordu ki, birazdan susacak olmasının ne hissettireceğini bilmiyordum.

"Neden bu kadar zorlanıyorsun? Sevmiyorsun; ancak seni zorluyor, neden?"

İç sesime verecek bir cevabım yoktu. Sevmek bana uzaktı; ancak duygularımdan tam olarak arınmış da değildim. İnsanlar duygusuz varolamaz ki!

Ramen, geriye yaslandığında çıplak, kaslı, pürüzsüz göğsüne başımı dayadım. Kalbinin atışlarını dinlerken derince bir iç geçirdim.

-"Seni seviyorum." Ellerimi küvetten dışarıya çıkardığımda başımı hafifçe kaldırılarak yüzüne baktım. Ela gözleri zevkin izlerini taşıyor gibi baygındı. Dudakları öpüşmekten şişmiş, saçları ıslanmış ve tutamları alnına yapışmıştı.

Kendimi dikleştirip dudaklarına doğru eğildim. Dudaklarım dolgun dudaklarının tadına son kez bakarken, Ramen'se son nefeslerini alıp veriyordu. Vedaları sevmezdim; ama veda etmek Ramen'in hakkıydı. Son öpücük Ramen'e olan vedamdı, o bunu bilemese bile.

Büyük ellerini belime doladığında geriye çekilerek alnını alnıma yasladı.

-"Doyumsuzsun, sevgilim." Gözlerimi kapatıp alnıma son öpücüğünü bırakırken son sözleri buydu. Küvetin dışına taşmış ellerim şırıngayı bulduğunda buruk bir şekilde gülümsedim. Sırtına doğru sürüklenen ellerim boynuna kadar uzun bir yolculukta gibiydi. İğnenin ince sızısını hissettiğinde beni üzerinden atmak için hamlede bulunmuştu ki artık çok geçti. Zihnimde gezinen zehir Ramen'in kanında geziniyordu. Tek farkımız ben zehrin etkisiyle daha da acımasız bir kadına dönüşürken o, son nefeslerini alıyordu. Bana yeni benlik getiren zehir onu öldürüyordu. Beni son gücüyle ittiğinde ayağa kalkarak küvetten çıktım.

-"İyi uykular, sevgilim." Sağ eli boynuna çıktığında elimdeki boş şırıngayı bulunduğu küvetin içine attım. Doğrulmaya çalıştığında yalpalayarak yüz üstü köpüklü suyun içine düştü. Soğuk su köpükler içindeki bedenime sıçradığında, içimde saniyelik olsa da bir ürperti geçti. Çıplak ayaklarım mermer zemindeyken üzerimden akan damlalarla küçük bir gölet oluşturmuştu.

Ramen kalkmak için çaba verdiğinde son olduğunu anlar gibi başını son bir çabayla bana doğru çevirdi. Güzel yüzünün bir kısmı suya gömülüydü, kalan kısmıysa köpüklerin kuşatılmasına esir kalmıştı.

-"Ne..ne...neden?" Sorduğu sorunun cevabı açıktı, yalnız ölüm anında huzurlu olmasını dilediğim için cevap vermek yerine birkaç saniye boyunca onu izledim.

-"Son isteğin ne?" Artık yabancıydım, ona. O ise ölmek üzere olan bir kurbandı. Almaya çalıştığı ancak yeterli gelmeyen nefeslerin sonucu göğsünün hızla inip kalkmasına sebep oluyordu.

Canı yanacaktı; ancak ölümün acısını tadacaktı. Zehir onu uyuşturuyor ve bilincini yavaş yavaş yok etmeye çalışıyordu.

Tüm zehirler ölümü getirse de aynı acıyı vermezdi. Verdiğim zehir en acısız olandı; ama ihanet en büyük acıydı. Onun gözlerinde acının emaresi değil, ihanetin getirdiği acı vardı.

Kan çanağına dönen ela gözleri daha birkaç saniye önce bana aşkla bakıyordu. Gözlerinden akan yaşları saklayan köpükler, mide bulantısını daha da bastıran lavanta kokusu...

-"S...se...sen..." Telefuzu artık aksanından dolayı bozuk değildi; alamadığı nefeslerin sonucuydu. Sadece bir dakika geçmişti; ancak benim için sanki saatler geçmiş gibiydi. Bitmek bilmiyordu, bir türlü.

Kim olduğumu artık biliyordu. Katilin kolları arasında koskoca iki yıl geçirmişti; yalnız katil olduğunu anlayamayacak kadar aşık olmuştu.

-"K..kasa, on...onu yo..ke...t." Neyden bahsettiğini bilmiyordum; ancak öğrenmem yakındı. Ölümün kollarında verdiği çırpınışları izlerken söylediği şeyin önemli olduğunu bilsem de düşünmek istemiyordum.

Elleri sanki ona bağlı değilmişcesine istemsizce kalkıp indiğinde aldığı hırıltılı nefeslerin artık daha da yüksek hırıltılara dönüştüğünde son anları olduğunu biliyordum. Karşısında çıplak bedenimle duygusuz gibiydim. Sessizce onu izledim. Son anlarını aklıma yazar gibi her hareketini, her çığlığını izlerken sessizce mateme kapattım, içimdeki savaş veren küçük prensesi.

Banyoyu dolduran bitkin sesi, üzerimden sessizce dökülen, çırpınışlarıyla etrafa saçılan köpük ve su damlalarına karışırmış gibi yok oldu. Sesi sonsuza dek hasret kalacağım notalara dönüşerek gökyüzüne doğru yükselip kayboldu. Ruhu özgürlüğüne kavuşurken, bedeni ruhunun yok olmasıyla küvetin sularına gömüldü. Heybetli vücudu artık köpüklü ve birkaç dakika öncesine kadar ikimizin hazlarıyla dolmuş olan suyun içinde cansızdı.

Bedeni cansız, ruhu farklı bir evrendeydi.

Bedenini örten köpüklü suların altındaydı. Dilimde yine aynı şarkı dolanıyordu.

 

Kırgın kalbimi sana emanet ettim sevgilim

Sen sever, değer verir özlersin

Benim yerime sahip çıkıp incitmezsin

Gitmeliyim sevgilim, ne çok sevmişim seni

Kendimden bilip öpmüşüm tüm hislerini

Üzgünüm sevgilim, çok önceden gitmeliydim belki

 

Onu tanıdığımdan beri benim gözümde Yunan Tanrı'sı gibiydi. Şayet vücudu Ares olmak için yaratılmıştı. Ona uyan en iyi tanım buydu.

Hazırlığını çok önceden yapmıştım. Banyo dolabında duruyordu. Dolabı açıp içinde duran spor, düz, siyah çantayı aldım.

"Cansız bir beden daha."

"Ölü bir zihnin içinde ölü bir beden daha," diye fısıldadı cadı. Ölüm hiç bitmeyecekti, ölü bir zihin asla durmak bilmeyecekti.

Onu son yolculuğuna hazırlamak için yanına yaklaşıp suya gömülen yüzünü kaldırdım. Yüzü köpükler içindeydi. Sırtını küvete dayadığımda ellerimi koltuk altından geçirerek onu küvetin içinden sürükleyerek çıkardım. Küvetteki suyun akmasını engelleyen tıpayı ellerimi soğuk ve köpüklü suya daldırarak çıkarıp bir köşeye fırlattım. Bizden kalan son duygular da giderden bilinmez bir yolculuğa çıkarken sessizce, suyun boşalırken çıkardığı sesle Ramen'i son kez tanıdığım hâliyle izledim. Birazdan bana bile yabancı olacaktı, bana ait olan bedeni.

Onu hazırlamam gerekiyordu. Bunun için ihtişamlı ve uzun bir hazırlık süreci vardı.

Kullandığım tekniğe body marbling deniliyordu. Boyalarla vücudu sanata dönüştürme eylemi. Benim en büyük farkımsa canlı olan bedenleri değil, ellerimle ruhunu katlettiğim bedenleri boyuyor oluşumdu. Bu teknik boyanın dağılmasını engelliyor ve sekiz ila on saat arasında bozulmasını engelleyerek ilk halinde kalmasını sağlıyordu. Ebru sanatıyla benzer olsa da boyaların içeriği ve vücutta kalıcılığı pigmentasyon olarak daha yüksekti. Kurulama işlemi en önemli noktalarından biriydi. Sıcak hava üfleyen bir aletle kurutmak hem bulaşmasını önlüyordu; hem de kalıcılığını koruması için oldukça önemliydi.

Soğuk suyu tekrar açtığımda küveti suyla doldurdum. Çantada duran beyaz boyaları çıkararak suya damlattım. Fön makinesini kabartmalı ahşap dolaptan çıkararak küvetin hemen ilerisinde duran prize takarak hazır hâle getirdim. Soğuk suyun yüzeyine tutunan beyaz boyaya Ramen'in kollarından tutarak tüm vücudunu suya batırmak için kaldırdım. Ağır bedeni beni zorlasa da kendimi oldukça sıktım. Küvetin üzerinden onu suya yavaşça bıraktığımda, alnımda oluşan ter damlaları onun heybetini bir kez daha kanıtlar nitelikte yanaklarıma doğru süzülmeye başladı. Beyaz boya Ramen'in göğsüne, sırtına, bacaklarına tutunduğunda onu küvetten çıkararak oturur vaziyete getirdim. Alnımdan süzülen terlerle iş birliği yapan fön makinasının sıcak dalgalarıydı. Daha çok çoğaldı, daha da sıktı beni. Nefes alamaz gibi hissetsem de işimi yarım bırakamazdım.

Boyayı kurutma işlemi oldukça zaman alan ve en zorlayıcı noktaydı. Bunun için yeterli zamanımın olmaması işimi daha çok zorlaştırsa da yapmam gereken son şey, onu bu yolculuğa hazır etmekti. Özellikle de verdiğim savaşın ilk kaybı olmasa da içimdeki prensesin vedası için çok önemliydi.

Bazı vedalar için zaman eksik ve yetersizdi.

Aynı işlemi defalarca kez tekrar etmek zorunda kaldım. Soğuk suya ter damlalarım katılırken şafak vaktine çok az bir zaman kalmıştı. Zorlayıcı dakikaların ardından Ramen, artık bembeyaza boyanmış bir hâlde önümde duruyordu. Hazırlığım tam anlamıyla bitmemiş olsa da; bu hâliyle bile bir Yunan Tanrı'sı gibiydi.

En güzel ölümler, en güzel insanlardaydı.

Onu yatağa taşımam gerekiyordu; ancak bunun için yeterli gücümün olmadığının farkındaydım.

"Ne zamandan beri bir şeyler için gücün yok? Ben varım. Bunu yapacak olan sen değil, benim." Zihnimdeki cadı, baskın bir ses tonuyla kendini hatırlatır derecesine zihnimin duvarlarında yankı yaptığında duygularımdan uzak bir şekilde gülümsedim.

Onu sürüklemek zorunda kalacağım için banyonun kuru olduğundan emin olmak için etrafa bakındım. Normalde kullandığım teknik ve boyalar sayesinde boyaların çıkması ya da dağılması neredeyse imkânsızdı; ancak işimi şansa bırakmadan halletmek doğamda vardı.

Ahşap dolaptan birkaç tane temizlik bezi çıkarıp yerleri kurulamaya başladım. İşim bittiğinde mendilleri siyah çantama koydum. Ellerim Ramen'in koltuk altına yerleştiğinde onu yatak odasına doğru sürüklemeye başladım. Bembeyaz yatağın yanına vardığımda kalan son gücümle onu yatağa uzattım.

Son kez eğilip dudaklarına bir öpücük kondurdum. Dudakları soğuktu, ölümün soğukluğu ilk dudaklarını bulmuştu. Doğrulduğumda artık her şeyin sonlanacağı yerdeydim.

Özel olarak "toga" hazırlamıştım. Toga yaklaşık altı metre uzunluğundaki bir kuşağın vücuda dolanmasıyla elde edilen ve üzerine bir tunik giyilen Antik Roma'nın en karakteristik giysisiydi. Kırmızı ve beyaz, masumiyet ve kan, savaş ve ihtiras...

Son kez giydirdim, onu. Giymeyi hayal bile edemeyeceği bir elbise vardı, üzerinde. Çok güzeldi; fakat artık anlamı olamayacak kadar ölüydü.

Atılan adımlarım banyoya doğru sürüklendi. Siyah spor çantamı yerden alıp son detaylar için Ramen'in yanına gittim.

Çantada duran miğferi çıkarıp başına miğferini taktım. Başında ona yabancı olan miğfer, Ares'in ünlü miğferiydi. Düşmanlarının korktuğu, yüzünde bir savaşı taşıdığını düşündüren, sadece bir Tanrı olmadığının en büyük göstergesiydi.

Kızıl ve siyahın karışımı olan bir renk paletine sahipti. Miğferin üstünde savaş kaosunu ve Ares'in vahşi doğasını simgeleyen alevlerin ve savaşçı figürlerin kabartması bulunuyordu. Ön yüzünde düşmanlarını dehşete düşüren ve Ares'in gözlerini koruyan bir yılan figürü yer alıyordu. Miğferin kenarları savaş meydanında düşmanlarının kılıç darbelerinden korunmak için sivri uçlarla bezeliydi.

Kılıcını çantadan çekip çıkardığımda yakutlarla süslenmiş, iki başlı kartal figürü gözlerimi alacak kadar parlaktı. Parmaklarımı kılıcın yüzeyinde gezdirdiğimde tenimi parlayacak kadar keskindi. Parıldayan çelik yüzü ölümün diğer yüzünü gösterebilecek kadar şiddetliydi. Bu kılıç savaşın kaçınılmaz sonunu müjdeleyen bir semboldü.

Kılıcı yanına, sağ elinin altına yerleştirdiğimde artık hazırdı. Ramen artık her anlamda Yunan Tanrı'sı "Ares"ti.

Ares, savaş tanrısıydı. Benim savaşımın ilk adımı Ramen'di. Bu yüzden dönüşümün ilk sembolü Ares'ti.

 

Evet... İlk bölümün sonuna geldik. Bölümle alakalı düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Loading...
0%