@resmaelz
|
KEYİFLİ OKUMALAR
BÖLÜM ŞARKISI: PAPTİRCEM: ÖL İÇİMDE
Her şey yeniden başlıyor olsa da buna çok önceden hazırlanmıştım oysaki. Böyle olmamalıydı. Böyle hissetmemeliydim. Böyle kırılmamalı, böylesine bir boşluğa düşmemeliydim.
Osman Sayar’ı öldürmek, beni yeniden inşa etmek demekti. Onu öldürmek yeni bir yol çizmek demekti; ancak onu öldürmek daha çok esaret demek olduğunu bilmiyordum.
“Ölünce kurtulacağını mı düşündün?” Duyduğum sesle başımı gömdüğüm dosyaların arasından kaldırdığımda onu gördüm. Kanlı canlı karşımda duruyordu. Her zamanki gülümsemesi yüzündeydi. Üzerine giydiği lacivert takımla beyaz gömleğin uyumu aynı çocukluğumdaki gibiydi. Yüzündeki en ince kırışıklıklarla toprak rengindeki gözlerini kısmış beni izliyordu.
“Hayır, imkânsız. O, öldü.”
“Ölmedi, zihninde.”
Seslerin varlığı kendini belli edercesine derindi. Başımı sağa sola salladığımda her şeyden arınmak istedim. Zihnimin uydurduğu bu sahneden kurtulmak istedim. Boğazımda düğümlenen her şeyden kurtulmak, nefes alabilmek istedim; fakat sadece istemekle kaldım.
“Ben ölünce zihninin esareti altına girecektim, değil mi? Cadı sana hep bunu fısıldadı.” Onu öldürdüğümdeki hâlinde değildi. Daha yapılıydı. Boyu daha uzun duruyordu. Teni pürüzsüz, dudakları daha dolgun gibiydi. Yüzündeki tüm kusurlar kapanmış gibiydi. Yüzünde her zamanki gibi bir gülüş vardı; alaycıl, bencilce...
Ayaklarıdaki kunduralar kalbi gibi zift gibiydi. O, zalim bir adamdı; fakat ben ondan daha zalimdim.
Zihnimin küçük oyunlarına yenilecek kadar güçsüz değildim. Hissettiğim acıyı ancak direnerek unutabilirdim.
-“Esaret, dört yıl boyunca yaşadığım şey değil miydi? Artık bir ölüsün ve sadece silik bir görüntüden ibaretsin.” Sesim fısıltılı ve derindi. Önümdeki dosyayı bir hışımla kapattığımda gözlerimi kapattım. Derin bir nefes aldım. Görüntüler gerçek değildi. Bunu kabullenmem gerekiyordu. Hissettiğim hiçbir şey gerçek değildi. Atışları kulağıma dolan közden kalbimin sesini duymak istemiyordum. Kanımda dolaşan bu öfkenin beynime ulaşmasını istemiyordum.
“Sana demiştim, ölürken bile peşini bırakmayacağım. Sana olan aşkım her şeyden daha ağır. Seni sevmek, sana dokunmak, seni o yatak odasına hapsetmek, her şeyin olmak ve her şeyini almak... İşte bunlar bizim tek gerçeğimizdi.” Kulağımda fısıltılarla dolaşan sesle beraber elimi kaldırarak masaya ani bir tokat indirdim. Zihnimin oyunu olsa bile yaşadıklarım gerçekti. Zehir yalnızca ellerimde değildi, zihnimdeydi de.
-“Sus artık.” Gözlerimi açtığımda tepemde duran, beni anlamsız bakışlarla süzen Yağız’ı gördüm.
-“İyi misin, Liz?” Elimle alnımı ovaladım. Onu öldürmek bir lânetti ve bu lânet benim lânetimle birleşmişti. “Sadece saat çok geç oldu, Liz. Biraz dinlensen iyi olacak. Yani istersen devam edebiliriz de.” Yutkundum. Ona hayal gördüğümü söylemezdim. Ona değil de Osman’a, bugün ellerimde can veren adama bağırdığımı söyleyemezdim. Sadece biraz zamana ihtiyacım vardı. Masada duran çantamı alıp ayağa kalktım.
-“Biraz dinlensek iyi olur. Yorucu bir gündü.” Önden ilerlemeye başladığımda beni arkadan takip etmeye başladı. Cengiz Zerel’le konuştuktan sonra Yağız’la beraber şirkete çıkmak için yola koyulmuştuk. Tabi yol üstünde bir giyim mağazasına uğramış, üstümdeki yükten kurtulmak adına bir giyim mağazasına girmiştik.
Çok fazla düşünmeden elime ilk gelen haki rengindeki ince askılı, derin bir göğüs dekoltesi bulunan, sırtında da aynı göğüs dekoltesine benzer dekolteli mini bir elbise almıştım.
Daha sonra şirkete geçmiş, bana ait olan odamda kendim için tasarladığım giyinme odasına geçmiştim. Krem renginde kapıyla açılan küçük bir alandı. Odamın hemen içinde bulunuyordu, giyinme odası. Duvara dayalı bir gömme dolap vardı. Eskiden dolap elbiselerle, takılarla ve ayakkabılarla doluydu; ancak buradan giderken bana ait olan her şeyi atmıştım. Bunlara astığım tablolar, odanın içinde eskiden bulunan bir yatak ve bir masa ve masayı süsleyen minimal süs eşyaları da dahildi. Bu yüzden oda şimdilik ruhsuz ve bomboştu.
Öylesine aldığım haki rengindeki elbiseyi giymiş, ayakkabı almak için durmak istemediğim içinde önceden giydiğim siyah yüksek topuklu ayakkabılarımı değiştirememiştim. Sarı saçlarımı tepeden at kuyruğu şeklinde toplamış, yüzümdeki ağır makyajı silmiş, yeniden daha hafif bir makyaj yapmıştım; ancak zehirli dudaklarım hâlâ kıpkırmızıydı.
Üzerimi değiştirdikten sonra şirkete ait tüm dosyaları, anlaşmaları, gelir düzeyini gösteren tüm belgeleri bir bir incelemiştim. Şirket şimdilik bana ait değildi; ancak çok yakında benim olacaktı. Anka varisi olmam nedeniyle Zerel’lere ait her şey bana ait olacaktı.
Buna ihtiyacım yoktu. Kendi paramı kendim kazanıyordum. Zaten mevzu da para değildi. Anka varisi olmak bile bize çok uçuk rakamlar kazandırıyordu. Bir iş adamının bir yılda kazandığı parayı biz neredeyse bir ayda kazanıyorduk. Hiçbirimizin şirkete ya da herhangi bir mesleğe ihtiyacı yoktu; ancak işlerimiz bizi maskeliyordu ve tabi saygınlığı ve başarıyı da beraberinde getiriyordu. Böylelikle istediğimiz her yerde serbest olabiliyorduk. İstediğimiz her yere girebiliyor, dikkat çekmeden Anka için her türlü görevi yapabiliyorduk.
Bakışlarım koridorda, duvara asılı duran saate takıldığında bihayli geç olduğunun farkına varmıştım. Osman Sayar’ın ölümü her yerde duyulmuştu. Şirkette yas ilan edilmişti, bu yüzden üç gün boyunca kimse şirkette olmayacaktı. Aradaki açığı kapatmak için iyi bir zamandı. Üç yıl boyunca uzak kaldığım şirketteki tüm evreleri bir bir incelemek için sessizliğin hakim olduğu üç gün yeterdi.
Bembeyaz duvarların arasında yürüyen bedenim, kapkaranlık bir ruh taşıyordu. Mermer zeminde yankılanan adımlarıma Yağız’ın rahatsız edici sessizliği eşlik ediyordu. Kıvrandığını biliyordum. Bir yöneticiyi öldürmüş, tüm kuralları alt üst etmiştim. Bunu benden öğrenmemişti. Ona gelen küçük bir telefonla tüm gerçeği öğrenmişti. Bunu kapının önüne çıkıp konuşurken duymuştum; ancak içeriye girdiğinde sadece gözlerime bakmış, buz gibi attığı bakışlarla şimdilik sessiz kalmayı tercih etmişti. Endişe duyuyordu ve tabi ki bu hikâyenin arkasındaki gerçekleri merak ediyordu. Bunu anlatmaya gücüm yoktu. Bu gece için sadece sessizlik istiyordum.
Asansörün önüne geldiğimizde Yağız, tuşa bastı. Gözlerim buz gibi sadece karşımdaki metal, iki kanatlı kapıyı izliyordu. Düşünmek istemiyordum. Bitmişti.
Kanatlar açıldığında asansörün içinde Zen, vardı. Yüzündeki düşünceli ifade gözlerimden kaçmadı. Bizi sanki sonradan farketmiş gibi gülümsedi.
-“Liz, bende sizi almaya geliyordum.” Bir anda ellerini belime doladığında ona karşılık verdim.
-“Sorun ne, Zen?” Derin derin aldığı nefesleri hissedebiliyordum. Hem düşünceli olması hem de sürekli bana sarılması tüm bunların sadece özlemle alakalı olmadığını gösteriyordu. Bunu görebilecek kadar onu çok iyi tanıyordum.
-“Burdasın ve inanamıyorum.” Geriye çekildiğinde yüzünde garip bir ifade vardı. Sanki canlı hâlimi değil de cansız bedenimi bekliyormuş gibiydi. İşin altında yatan bir gerçek vardı; ancak bu gerçek şu an aramızda bir sis bulutu gibi önümüzü karartsa da kendini açıkça belli etmiyordu. Sadece bunu anlamak için zamana ihtiyacımız vardı.
-“Emin misin?” Onu anlamaya çalışırken o, sadece gülümseyip başını aşağı yukarı salladı.
-“Drama Queen olmaya mı karar verdin, Kara Şeytan?” Yağız gergin ortamı yumuşatmaya çalışırken Zen, burnunu kırıştırdı. Sessizliğe gömülen Zen, geriye doğru bir adım attığında tekrar asansörün içindeydi. Yağız ve bende asansöre bindiğimizde Zen, tuşa bastı. Kanatlar kapandığında Zen, başını Yağız’ın omzuna dayadı.
-“Çok yorgunum.” Yağız, Zen’in saçlarıyla oynarken Zen’in yüzünde bir tebessüm belirdi.
-“Zaten yorgun olmasaydın şu ana dek beni beşe katlamış olurdun.” Zen gülümsedi. Attığı lafa karşılık vermeyişini yorgunluğuna bağlıyordu. Pek öyle olmasa bile sessiz kalmıştı. Fazlasıyla şüphe uyandırıcıydı.
Onları izlerken, onları ne kadar özlediğimi farkettim. Bu hallerini çok özlemiştim.
Otoparka indiğimizde Yağız ve Zen arkadan ilerlerken ben, önden ilerliyordum. Zen, taksiyle gelmiş olmalıydı; çünkü otoparkta Yağız’ın sonradan istediği araçtan ve Çetin’e ait olan araçtan başka araç yoktu. Siyah, lüks cipe ilerlediğimde kapıyı açıp arka koltuğa oturdum. Zen, yanıma oturduğunda Yağız’sa şoför koltuğuna yerleşmişti.
Uzun ve sessiz bir yolculuk bizi bekliyordu. Hepimiz eteğimizdeki taşları dökmek için zaman kolluyorduk. Özellikle de Yağız, sürekli aynadan kaçamak bakışlar atıyordu. Zen ise başını cama yaslamış, akan yolu izliyor gibi görünse de düşüncelerinde boğulduğunu gösteriyordu. Biliyor muydu yoksa onu bu düşüncelere iten başka bir şey mi vardı? İşte bunu şimdilik bilmiyordum.
Yolculuk bittiğinde Yağız, aracı bahçeye parketti. Aşağıya indiğimde, gökyüzü karanlıktı. Dolunayın cılız ışığı bile bu geceyi aydınlatmaya yetmiyordu. Etrafta yemyeşil ağaçlar bulunuyordu.
Derin bir nefesi içime çektiğimde, özlemimin ne kadar büyük olduğunu, kendimi buraya ait hissetmesem bile sadece bu evde varolabildiğimi anladım. Çok da büyük sayılmayacak bir bahçemiz vardı. Yerler çimlerle kaplıydı. Bakımı yeni yapıldığı belliydi. Zen, kendine ait olan her şeye çok iyi bakardı. Villada beraber yaşıyor olsak da Zen’e aitti.
Villa toplam 5 katlıydı. Hepimize ait birer kat vardı. Bodrum bizim için çalışma alanıydı. Burda spor yapardık. Önemli görevlere hazırlanırdık. Giriş kat bizim ortak alanımızdı. Salon ve mutfaktan oluşuyordu. Ekstra odalarda vardı ancak; genellikle kullanmazdık. İkinci kat Yağız’a aitti. Üçüncü kat Zen’e, dördüncü kat bana aitti. Beşinci katta ise teras vardı. Hobilerimiz için küçük bir alan oluşturmuştuk. Bilardo, tenis, bowling gibi çeşitli oyunların bulunduğu küçük bir alan vardı. Eskiden boş olduğumuz vakitlerde, özellikle karanlık çöktüğünde burada beraber vakit geçirirdik.
Yağız önden kapıyı açtığında içeriye ilk giren bendim. Havayı derince soluduğumda özlem buram buram ruhumda yeşerdi. Hâlâ aynıydı. Yeri değişen tek bir eşya dâhi yoktu.
Salon Amerikan bir mutfağa sahipti. Mutfağın hemen yakınında beyaz bir yemek masası ve üç sandalye vardı. En köşede oturma alanımız vardı. Gri koltuklar ve karşısında LC ekran bir televizyon vardı. Duvarlarda asılı onlarca tablo vardı. Tabloları özenle Zen seçmişti.
İçlerinden en çok dikkatimi çeken tabloda elinde siyah bir fötr şapka olan, siyah takım elbiseli bir adam ve önünde duran simsiyah saçlara sahip olan bir kadın vardı. Kadının elinde bir mektup vardı, adamın bir eli arkasındaydı. Adamın yüzü gölgelerin arasında saklanmış gibi karanlıktı. Kadınınsa simsiyah saçlarına tezat pürüzsüz ve bembeyaz bir teni vardı. Üzerindeki çiçekli uzun elbise gözleriyle aynı uyumda gibiydi ve elbisenin etekleri uçuşuyor gibiydi. Farklı bir auası vardı. Her gördüğümde tekrar tekrar bakmamı sağlıyordu.
Duvarlarda bizden birçok iz vardı. Birçok fotoğrafımız vardı. Galiba Zen’in yemek yerken Yağız’a zorla çektirdiği fotoğrafları en ilginçleriydi. Zira Zen’in ağzı her fotoğraf karesinde dolu doluydu.
Haberimizin olmadan çekildiği birçok resim vardı. Zen’in Yağız’a bakarak gülümsediği onlarca kare, Yağız’ın Zen’in saçlarını çekiştirdiği bir iki kare, tatil yaptığımızda çektiğimiz ve daha niceleri...
Beyaz bir dolap vardı köşede. İçinde birçok şişe ve çeşit çeşit kadehlerle bardaklar vardı. Evimiz oldukça sade; ama bir o kadar karışık bir dizayna sahipti. Üç farklı kişiliğin yansıması olduğu belliydi.
Salon gri, beyaz ve siyah renklerden dizayn etmiştik. Kararsızlık, masumiyet ve karanlık... Bizi anlatan renkler bir bir işlemişti, bu karanlık evin duvarlarına, eşyalarına.
Yağız, bana doğru döndüğünde sımsıkı sarıldı bana. Bu açıklamadan önceki karşılayıştı. Gözlerimi kapatıp kendimi bu ana bıraktığımda birkaç saniye sonra ayrıldı benden.
-“Liz, hoşgeldin evine, ailene.” Aile... Bazen aile olmak için kan bağı gerekmezdi. Bunun en büyük kanıtı Yağız, Zen ve bendim. Zen ise sessizce izledi. Onda bir şeyler vardı; ama ne olduğunu anlamak mümkün değildi.
-“Çok yorgunum. Dinlenmek istiyorum. İyi geceler.” Konuşmak isteyen yanıma karşılık bu geceyi odamda geçirmek isteyen çaresiz bir prenses vardı. Ölümler bazen kurtuluş değil, esaret olabiliyordu. Adımlarım bir bir atıldı merdivenlere; ancak Yağız’ın sesini duymamla duraksadım.
-“Bize ne olduğunu anlatmayacak mısın?” Ona doğru döndüğümde, kollarını birbirine bağlamış pür dikkat beni izlediğini gördüm.
-“Anlatacak bir şey yok.” Dik duruşumla karşısına geçtim. İstediği tek şey bana bir şey olmayacağını onlara ispat etmemdi.
-“Bir yöneticiyi öldürdün ve bir şey yok mu diyorsun?” Aramızdaki gerginlik elle tutulabilecek cinse evriliyordu. Her ne kadar konuşmak istemesem bile bu konuyu konuşmak zorundaydık. Zen, bir smda bana dönüp sesini kontrolsüzce yükseltti.
-“Ne, bir yöneticiyi mi öldürdün? Yoksa... Liz, sen ne yaptın?” Zen, şaşkın bakışlarla beni süzmeye başladığında iki kaşının ortasında beliren ince derin çizgi kendini belli etmişti.
-“Evet, Osman Sayar’ı öldürdü! Bu sabah gördüğümüz adam bir yöneticiydi!” Yağız, öfkeliydi. Onlara bunu söylememiş olmam, onu öfkelendiriyordu. “Üstelik ondan değil bir başkasından öğrendim.” İmalı imalı bakışlarla beni süzmeyi de ihmal etmiyordu.
-“Lanet olsun, Liz. Nasıl yaparsın bunu?” Bir elini alnına dayarken, beni bundan nasıl kurtaracağını düşündüğünü biliyordum. Yüzünde endişenin emareleri yerini alırken, gözleri biriktirdiği yaşları akıtmaya hazırlanıyordu.
İkisi de bir açıklama bekliyordu; fakat ben sadece boş bakışlarla karşılarında bir put gibi duruyordum. “Liz, bize bir açıklama yapmak zorundasın.” Gri renkli tekli koltuğa oturduğumda Yağız’sa karşımdaki tekli koltuğa oturmuştu. Bundan bir kurtuluşum yoktu. O yüzden sessizce oturdum. Zen, beyaz dolabın camdan oluşan kapaklarını açtığında, elinde bir viski şişesi ve üç kadehle geri dönüp aramızdaki üçlü koltuğa oturmuştu. Kadehleri doldurup önümüze bıraktı. Kadehi önüme bıraktığında, kadehi sehpadan alıp bir dikişte içtim.
-“Galiba bizi ancak bu sakinleştirir.” Yüzü kırmızılaşırken kendini içten içe sakinleştirmeye çalışıyordu. Aldığı derin nefesler, şişeyi tutan parmaklarını defalarca kez kırıp açması, ayağını aynı ritimde sallaması... Sakinleşmek için hep aynı şeyleri yapardı. “Hâlâ aynısın.” Dalgınca dudaklarından dökülen kelimelere şaşırmış gibiydi. Beli de zamanı değildi. Zira onlara açıklamam gereken mevzu derin bir mevzuydu. Buna rağmen sanki beni gördüğü anda değiştiğimi düşünüyordu da şimdi tüm yargıları dağılmış gibi bir hâli vardı. Boşalan kadehi yerine koyduğumda şişeyi önüme bıraktı. Bu gece içmeye ve sessizliğe ihtiyacım vardı.
-“Hiçbirimiz aynı değiliz, Zen. Değiştik, değişim kaçınılmaz sondur.” Başını ağır ağır salladığında Yağız yeniden araya girdi.
-“Sizce zamanı mı? Liz, bir yöneticiyi öldürdü ve bizim mevzumuz değişim mi?” Hâlâ öfkeliydi. Belki de bunu benim yerime yapmayı istediği içindi öfkesi; ancak bunu asla onlara ya da bir başkasına bırakamazdım. Tüm bedellere rağmen yapacak, onu öldürecek tek isim bendim. Bir fedaiye ihtiyacım yoktu.
-“Liz’in benim kuzenim olduğunu unutuyorsun Yağız. O asla düşünmeden hareket etmez.” Zen, beni en iyi tanıyan insanlardan biriydi. İlk duyduğunda şaşırmış olsa dâhi duruşumun altında duran gerçeği seziyordu. Bu yüzden oldukça sakinleşmiş görünüyordu. Derin bir nefes aldıktan sonra aklına takılan soruları bir bir sormaya başladı.
-“Geldiğimizde o kişinin Osman olduğunu neden söylemedin?” Sesi kırgından daha çok endişeli çıkıyordu. Onları gördüğümde hissettiğim tek şey özlemdi. O anda sadece onlara sarılmak istemiştim. Geçmişi ve geleceği bir kenara bırakıp, sadece o anda kalmak istemiştim.
-“Anlatacak kadar önemli değildi.” Keskin sesim aslında bunun bir önemi olmadığını vurgulasa bile önemi vardı; ancak o anda bu nasıl anlatılırdı ki? Oradan bir an önce çıkmak isteyen yanıma nasıl karşı gelinirdi ki?
-“Peki şimdi ne olacak? O, bir yöneticiydi. Anka buna nasıl izin verdi? Başın dertte mi?” Sesi duygu yüklüydü. Hüzünlü çıkan sesi, alıp verdiği derin nefesler endişeli olduğunu gösteriyordu; fakat adımlarım temkinli ve yavaştı. Bugün için tam on üç sene beklemiştim.
“Onu öldürmenin sana bir dönüşü olacaktır, bunu biliyorsun ve bu dönüşün ne olduğunu en az senin kadar iyi biliyorum!” Yağız’ın sesiyle yüzünü kırıştıran Zen, ona doğru döndü. Ne olduğunu bilmiyordu. Yüzünde bizi anlamaya çalıştığını belli eden bir ifadeyle Yağız’a bakıyordu.
-“Aldığı her nefesin bana dönüşü çok daha ağır oldu.” Akıllarında daha fazla soru işaretini yarattığımın farkındaydım. Bu yüzden onları rahatlatmak adına devam ettim. “Sorun yok. Bir anlaşma yaptım. Osman Sayar’ın ölümüne karşılık onlara istedikleri şeyi vereceğim.” Tam itiraz edecekleri esnada işaret parmağımı kaldırıp başımı sağa sola doğru salladım. “Sakın hiçbir şey söylemeyin. Bunu yapmam gerekiyordu ve yaptım. Karşılığı ne olursa olsun vermeye hazırım. Gereksiz yere dram yaratmayın lütfen. Bitti. Olanları geri alamayız.” Göğsüm o kadar hiddetle kalkıp iniyordu ki, ne kadar gergin olduğum bir kilometre öteden bile görülebilirdi. Onlara değer vermemiş olsaydım kesinlikle bu açıklamayı yapmazdım.
Gözlerim yaşardığını, hislerim kanadığını hissediyordum; fakat dudaklarımda sadece bir tebessüm belirdi. Ne gözlerimdeki yaş aktı; ne de kanayan hislerimin kırmızı boyası kendini bedenimde gösterdi. Tenim yanıyor gibi alev alev yanarken yapabildiğim tek şey dik durmaktı. Bunu onlara anlatamazdım. Onlardan o kadar çok şey çalmışken şimdi onlardan destek bekleyemezdim. Bu onlara haksızlık olurdu.
-“Ne yaptı sana, o it herif Liz? Neden anlatmıyorsun? Gözünü karartacak kadar, kuralları çiğnetecek kadar ne yaptı sana?” Yağız’ın öfkesi dinmiyordu. Dövmelerinin süslediği boynunda şişen damarından belliydi. Dövmelerle süslenmiş ellerini sürekli havada sallayor, sanki ne yaptığının farkında değilmiş gibi bir o yana bir bu yana hareket ettiriyordu.
-“Önemi yok.” Dudaklarımdan çıkanlar bir yalandan ibaretti. Önemi vardı; ancak artık yoktu. O, ellerimde can vermişti ve yaşanılan hiçbir şeyin geri dönüşü yoktu. Yağız’a baktığımda simsiyah gözlerinde gördüğüm tek şey hayal kırıklığıydı; ancak direnmekten vazgeçmiyordu.
-“Anlat artık, Liz. Sabahtandır, kendi kendime bir şeyler kurmaktan yoruldum.” Yağız, dövmelerle kaplı elini alnına koyup ovaladığında aslında gözlerindeki yaşları saklamak istediğini biliyordum.
-“Üç yıldır yokum. Bunu daha sonra konuşabiliriz.” Sesim tüm duygulardan yoksundu. Anlatmaya niyetim yoktu. Hiçbir acımı anlatmazdım; fakat bildiklerini biliyordum. Sadece benden duymaya, onaylanmaya ihtiyaçları vardı. Benimse buna gücüm yoktu.
-“Konuyu kapatmaya çalışıyorsun; ancak bunun sana ne gibi bir dönüşü olacağından haberinin olduğunu artık sanmıyorum. O it ölürken bile sana zarar veriyor!” Yağız sağ kolumdu. Her şeyi bilirdi. Vereceğim karşılığı bu yüzden çok iyi biliyordu. Endişesi bu yüzdendi. “Bir kere, sadece bir kere bize içini döksen ne olacak? Neden yaptın dediğimizde hiçbir şey anlatmıyorsun. Neden Liz? O eğitimler hepsi yalandı, değil mi? Sana zarar verdi. Sikeyim, böyle adaleti sikeyim. Bilseydim bu zamana kadar yaşamasına izin vermezdim.” Acı çekiyordu, bazı şeyleri yeni anlıyor gibiydi. O dört yıl aldığım eğitimlerden sonra bendeki değişimleri sezmişlerdi. O zamanda Yağız sürekli sorgulasa da cevap vermemiştim. Şüphelerinin bugün gerçek olduğunu artık biliyordu.
-“Her şey bitti. Geçmiş artık sadece geçmişten ibaret. Bu yüzden bu anlamsız konuşmaya devam etmeyeceğim.” Daha fazla durmak, aynı konuyu konuşmak istemiyordum. Osman Sayar, benden bir çocukluk, bir gençlik çalmıştı. Efsanevi katil olan Sosyetik Katil, kendi katilini öldürdükten sonra bile acı çekiyordu. Ne kadar da abes bir durumdu! Kimseye acımayan ben, öldürdükten sonra süsleyen ben, ilk defa birini öldürdükten sonra bu kadar acı çekiyordum.
“Peki annen? Anneni öldürünce de böyle acı çekmedin mi?”
Zihnimdeki sesler kendini belli etmeye başladığında, boğazıma bir yumru takılı kalmış gibiydi. Göğsümde oluşan baskı, közden kalbime en büyük zararı veriyordu.
-“Küçük ve masumdun. Anneni öldürünce büyüdün. Bir günde yüzyıllar tükettin. Kirlendin. Sen bir cadıya dönüştün.”
Kahkaha sesleri beynimin içinde yankı oluştururken sessizce fısıldadı. “Küçük ve masum prensesin, kötü kalpli cadıya dönüşme masalı, bu.”
-“Amcamla konuştum. Yarın defin işlemleri gerçekleşecek.” Zen’in sesiyle beraber zihnimdeki ses kendini zihnimin odalarına hapsetti. Zen’in bunu anlatmasının nedeni katillerin dönüp dolaşıp öldürdüğü kurbanın yanına dönmesinden kaynaklanıyordu. Son kez gitmemi, öldüğünü kabul etmemi, içimde ölen her şeyin tekrardan dirileceğini kabul etmem gerektiğini düşünüyordu; ancak her şey için çok geçti. “Yanındayız, Liz.” Benim içinde zor olduğunu anladığı için olsa gerek elleriyle destek verir gibi ellerimi sıktı. Elleri buz gibiydi, benim ellerimse ateşe tutmuşum gibi yanıyordu.
Zen, artık sorgulamayı bırakmıştı. Gözlerimde her ne gördüyse sorgulamak istemiyordu. Belki de yüzleşmek onun içinde ağır geliyordu. Uzun kirpiklerinin süslediği yeşil gözleri sulanmış, hafif dolgun, pembemsi dudakları ince bir çizgi halini almıştı.
-“Sikeyim, onu da mezarını da sikeyim. O mezarı patlatmazsam beni de siksi...”
-“Sus Yağız.” Zen, bir anda öfkeyle bağırdığında Yağız şok olmuş bir vaziyette Zen’e baktı.
Viski şişesini alıp dudaklarıma dayadığımda sadece rahatlamayı istedim. Her şeyin bir anlığına silikleşmesini, beni her şeyden uzaklaştırmasını, içimdeki bu savaşın ilk kaybını veren o küçük prensesin sesini, ölü seslerin ve kötü kalpli cadının sesini, bir anlığına dahi olsa susturabilmesini istedim.
-“Her şey kontrolüm altında. Bunu bilmeniz yeterli.” Ayağa kalkıp kendi odama geçmek için merdivelere yöneldim. Cevap vermelerini ya da herhangi bir atak yapmalarına izin vermeden ayrıldım. Parkelerle kaplı merdivenlere attığım her adımda topuk seslerim evin içinde rahatsız edici bir melodi gibi yankı bıraktı.
Kapının çarpma sesi geldiğinde Yağız’ın evi terk ettiğini anlamıştım. Kapı ikinci kez kapandığında Zen’in de ayrıldığını anlamıştım. Büyük bir ihtimalle bundan zararlı çıkıp çıkmayacağımı öğrenmek istiyorlardı ve bunun için Cengiz Zerel’in kapısına dayanacaklardı. Zen, kesinlikle Yağız’ın yanlış bir şey yapmaması için arkasından çıkmıştı. Zen, yine Yağız’ı kurtarmak için Cengiz Bey’in karşısına dikilip, uzun bir konuşma yapacaktı. Gece onlar için uzun olduğu kadar benim içinde uzun olacaktı.
Ev tamamen sessizliğe gömülmüştü. Sessizlik hiç bu kadar rahatsız edici olmamıştı. Topuk seslerim acıyı ezmek ister gibi çarpa çarpa yankılanmamıştı. Adım attığım her ahşap merdiven basamağında sessizliği kendime pay edindirdim. Her katta kendimden geriye sadece benden yankılanan birkaç topuk sesi bıraktım.
Kendi odamın önüne geldiğimde beyaz, düz kapıyı izledim. Buraya girmeye cesaretim var mıydı? Eskisi gibi mi duruyordu acaba? Değişen bir şey var mıydı?
Gümüş tokmağı çevirdiğimde üç yıldır adım atamadığım odam karşımdaydı. Aynıydı, Yağız ve Zen bilirdi ki odama birilerinin girmesini istemezdim. Benden izinsiz tek bir eşyanın değişmesi bile benim için büyük bir problemdi.
Attığım adımla beraber artık odamın karanlık duvarlarında içinde bulunan bir ben vardı. Eski ben ve yeni bir ben...
Değişen bir tek zaman değildi. Değişen yalnızca bendim. Gözlerimi kapatmak belki de özlem duyduğum bu odaya hiç girmemek istedim. Simsiyah duvarlar şahit olmuşken tüm acılarıma silebilmek, üstünden bembeyaz bir çizgiyle geçmek istedim.
Beyazlar içinde bir süs eşyası gibi duran yatağım ve karşısında duran buzlu suyla uykularımı bana acıyla sunan bir jakuzi vardı. Yatağımda uyuyamazdım, kendimi sadece birazcık normal hissedebileyim diye koyduğum, bir gün bile uyuyamadığım siyah, düz yatağım, üzerinde benden daha temiz bir yatak örtüsü taşıyordu; beyaz ve incilerle bezenmiş bir yatak örtüsü...
Yatağın iki yanında siyah, vintage iki tane komodin bulunuyordu. Beyaz, düz gece lambaları vardı. Bir de sağ taraftaki komodinde bulunan bir kitap...
Kitaba uzanmak için adım attığımda topuklularım, topuk seslerimi susturan beyaz, yumuşacık, tüylü bir halıyla buluştu. Kendimi yatağın üzerine attığımda elimi uzatarak kitabı elime aldım.
Bilinmeyen bir kadının mektubu...
Rastgele bir sayfayı açtığımda defalarca kez okuduğum o alıntı, yine gözlerimin önündeydi.
“Kendi kendimi acılardan ve yalnızlıktan oluşma karanlık bir dünyaya gömmüştüm.”
Hissettiğim tek şey bir boşluktu. Bu gecem en iyi gecem değildi. Bu gecem yeni bir hayatın prangalarını boynuma dolamakla eş değerdi. Yastığı başımın altına çektiğimde ayaklarımı uzatıp kitabın ilk sayfasını açıp okumaya başladım. Zaman geçtikçe sayfalar bir bir değişti. Defalarca kez okuduğum kitabı bir kez daha okudum. Son sayfayı da okuduğumda kitabı kapatıp eski yerine koydum.
Ayağa kalkıp birkaç adımda köşede, yatağın karşısında duran siyah, simetrik bir yapıya sahip olan jakuzinin musluğunu açıp soğuk suyla doluşunu izledim. Jakuzinin hemen yanında bulunan küçük dolabı açtığımda içinde bulunan buzları çıkarıp soğuk suyun içine attım. Üzerimde beni rahatsız eden kıyafetleri çıkarıp, kendimi soğuk suyun etkisine bıraktım. Soğuk suyun tenime temas etmesiyle birlikte ilk başta ürpersem bile birkaç saniye sonra rahatladım. Yılların getirdiği alışkanlıkla hissettiğim tek şey yanan bedenimi söndürecek olanın soğuk suyun olmadığıydı. Jetleri çalıştırdığımda suyun dalgalanışı bugünün tüm yorgunluğunu alıp götürecek cinstendi.
Gözlerimi kapattığımda bu gecenin son bulduğunu kendime tekrar edip durdum. Güçlü ve kararlı olma zamanıydı. Bugün attığım adımla beraber tüm hayatımın yeniden başladığının göstergesiydi ve ben yeni hayatımda eskisi gibi olamayacaktım. Çok kan dökecek, daha çok esarete girecek, her şeyi yeniden ve en kötü hâliyle tadacaktım. Bazı şeyleri bilmeye gerek yoktu. Çoğu şey hissedilir ve yaşanırdı. Hissettiklerim ve yaşayacaklarım birbirine zıt olmayacaktı.
Zihnimde bir lânet taşırken o lânete kapılmadan yaşamak imkânsızdı. Lânetim cadıydı, lânetim bu hayata adım atmaktı, bir Anka varisi olmaktı, annesini göğsünden vuran 9 yaşındaki küçük bir kız çocuğu olmaktı ve bu lânet ölünceye dek asla peşimi bırakmayacaktı.
🌸🌸🌸
Bölüm hakkında ne düşünüyorsunuz? |
0% |