@rgayeonel
|
PERDE 1 KARANLIĞIN AKSİ | Kodex Tesisi, geçmiş | Ameliyat masasındayım. Tepemde gözleri kör edecek kadar şiddetli berrak bir ışık yüzüme vuruyor. Gözlerimi kısarak açıyorum, kornealarım zarar görmesin diye sürdükleri jel görüşüme karışıyor. Lambanın görüntüsü onu çevreleyen silik gölgelerle bozuluyor. Kirpiklerimi birkaç kez kırpıp gölgelerin sahiplerini görmek istiyorum. Gölgenin biri diğerine bir şey uzatıyor. Ellerinde tuttukları nesneden yansıyan ışık gözlerimi kapatmama sebep oluyor. Soluğum hızlanıyor, dudaklarımı yalamak için ağzımı açmaya çalıştığımda... Açamadığımı fark ediyorum. Nesne, bir sanatçının parmaklarının ucundaki viyolonselin incecik tellerini okşadığı gibi zarif bir hareketle dans edercesine havada uçuşuyor. Sonra bileğimde bir acı hissediyorum ve ağlamak, kaçmak için debelenmek istiyorum. "O uyanıyor." Gözlerimi çılgınlar gibi ardına kadar açıyorum, sesin sahibini bulursam sanki beni bu durumdan kurtarırmış gibi umutla doluyor içim. "Tekrar bayıltın." İçimde filizlenen umudun bin bir parçaya ayrılışına dehşetle bakıyorum. Bir iğne tenime giriyor ve dünyam gölgelerin anlamsız seslerinden ibaret oluyor. Yeniden o aşinası olduğum, lunaparklardakini andıran dairesel tünelin içine yuvarlanıyorum. Bedenim kayıyor. Sesler anlamsızlaşıyor. Işıklar kapanıyor. Buradan çıkmam gerekiyor. *** | Günümüz | "Ekmeği masaya götürür müsün?" Elimdeki, yüzeyi parlak çelik çatala ve çatalın altında neredeyse ağlayan tereyağına baktım. Ne zaman tereyağına uzanmıştım hatırlayamadım. "Karaca? Ekmek diyorum." Teyzemin kibar parmakları gözümün önünde şaklatılınca gerçekliğe döndüm. "Tamam, ben alırım." Yanımdaki ekmeğe uzanmak için kalkınca ondan erken davrandım. Ekmeği tutup ona uzattıktan sonra sırıtmaya çalıştım. "Dalmışım," dedim gülümsemeyi bırakıp gözlerimi önümdeki tabağa indirirken. Teyzem ekmeği tutup bölerken dikkatimi çekebilmek için öksürünce yeniden ona döndüm. "Bugün sınavın vardı değil mi? Korkuyor musun?" "Pek sayılmaz," derken tereyağını iyiden iyiye tabağa yayıyordum. Teyzem gülümsedi. "Yani bu saçma olurdu. Tüm ailen ressam. Bir yerde okumuştum. Nesil ilerledikçe daha yetenekli daha zeki oluyormuş. İyi bir ressam olacaksın ki bence şimdiden öylesin." Gül reçeline bulanmış çatalıyla evimizin duvarını işaret etti. Duvarlarda, fakülteye başladığım ilk günden beri çizip boyadığım tuvaller asılıydı. Hepsinin sağ alt köşesinde de minik kendimce sevimli bulduğum imzam vardı. Büyük bir k harfini süsleyen yıldırım işareti. Karaca Yıldırım isterse havalı bir kız olabilir demekti bu. Yani en azından ben imzamla bunu başarmak istiyordum. "Teşekkürler." Teyzem pembe scrubsına dökülen ekmek parçalarını silkelerken gülümsedi. "Bugün eve gelmeyecek misin?" "Cıks," diye ses çıkardı gözlüğünü düzeltip çayına uzanırken. "Yarın akşam geleceğim. Şu sıralar işler yoğun. Biliyorsun özel hastalar gelip duruyor. Bakanlık orada hazır bulunalım istiyor." "Sanki bunun bir mükâfatı varmış gibi," dedim mırıldanarak. Teyzem on yıllık başarılı bir hekimdi. Yoğun bakımda uzman olarak çalışıyordu. Şu günlerde, yani işlerin çığırından deli saçması gibi çıktığı zamanlarda bakanlık onları durmadan hastanede nöbet tutmaya zorluyordu, karşılığında da dişe dokunur bir şey alamıyorlardı. Teyzem, ailemle geçirdiğim o kazadan sonra arabayı yenilemek istemişti ama arabalar sanki uçak fiyatı gibi artmıştı. Masayı toplarken midemin bulandığını hissettim. Sınav günleri kâbus görmek gibi saçma bir alışkanlığım vardı ve bundan nefret ediyordum. Uyandığım andan beri midem isyan bayraklarını çekmişti. "Birsen seni almaya gelecek mi?" Bulaşık makinesinin kapağını kalçamla kapatıp sırt çantasını hazırlayan teyzeme baktım. Şaka yapıyor gibi bir hali yoktu. Bıkkınca nefesimi bıraktım. "Onunla aylardır görüşmüyoruz. Artık arkadaş bile değiliz." Teyzemin çantasını hazırlayan kibar parmakları duruverdi. Bana dönerken yeniden gözlüğünü düzeltti. "Çok tatlı bir kızdı. Umarım aranızdaki problemleri çözersiniz." Elimi sabunlayıp mutfak havlusuna silerken düşünüyordum. Aramızda bir problem yoktu. Birbirimize yanlış bir şey de yapmamıştık. Şu kısa zamanda çok sıkı fıkı olup sonra soğuyan dostlar gibiydik sanki. Hem o çok ciddi bir kızdı, yeni arkadaş grubumla daha mutluydum. Salak saçma espriler yaparak beni güldürüyorlardı. Teyzem mutfak kapısına yaslanmış beni izliyordu. "Hmm?" dedim beni izleyen ifadesiz yüzüne bakarken. Perihan Savunoğlu soğuk bir kadındı. Zekiydi, annem gibiydi. Gözlerinden zekâ fışkıran şu olgun kadınlardandı. Saçları annemden bana miras kalan kuzgun siyahı bir tondaydı. Tıpkı benim gibi kâkülleri vardı ve çoğu zaman kemik gözlüğünün çerçevesine birden fazla saç sıkışmış olurdu. Teyzem çok yoğun bir kadındı. Ayda bir kuaföre gitse de aile mirası gür siyah saçlarını düzene sokmak için birden fazla ara makas gerekiyordu. "Suratıma bakıyorsun ve... Bir şey diyeceksin. Hadi söyle teyze." Sandalyenin üzerine bıraktığım çantamı koluma takıp resim dosyalarımı bazukama yerleştirdim. "Bol şans diyecektim. Bir şey olursa beni ara." Bazukayı diğer koluma takarken gözlerimi devirdim. "Yoğun bakımda telefon çekmiyor." Dış kapıyı açıp gelmemi bekledi. "Doğru ama tüm insanlar gibi ben de molaya çıkıyorum. Telefon çektiğinde sana dönerim." Birlikte sonbaharın nispeten daha fazla hissedilebilir olduğu o soğuk günlerden birini kucakladık. Yüzüme krem sürmeyi unuttuğum için kendime küfürler etmek isterken teyzem anahtarı açık kalan çantamın içine attı. Şu sınav beni öyle germişti ki geçip gitmesini beklemenin tek sancısız yolu birkaç saat sonra sınavı çoktan atlatmış olacağım hayaliydi. "Seni ben mi bırakacağım?" dedi basamaklardan inerken. Peşine takıldığımda sokağın başını gözlüyordum. Neredeydi bunlar? Bir fren sesi kulağıma dolunca gülmemek için yanağımın içini ısırdım. Arabayı Eliz sürüyordu demek ki. "Arkadaşlar alacak." Teyzemin yüzünde memnuniyetsiz bir ifade gezindi. "Şu işe yaramaz grubu diyorsun," dedi sessizce. "Çok zeki değiller biliyorum ama iyi insanlar aslında." Teyzem, "Ya tabii," der gibi mırıldanırken kendi arabasına yöneldi. "Yine de beni ara. Ya da mesaj at. Sınavın nasıl geçtiğini merak ediyorum." Başımla onaylarken Eliz evimizin önündeki soluk sarı kaldırımları ağlatıyordu. Araba birden durunca Burak, kız kardeşi Eliz'e küfür etti. "Babam bize kızsın istiyorsun. Böyle süreceksen bir daha alamazsın anahtarı. Bana ver." Eliz, erkek kardeşine hareket çekmeye hazırlanırken kapıyı açıp herkese selam verdim. Ata ve Selin arkada sessizce oturuyorlardı. Yeni sevgili olmuşlardı ve açıkçası dünyanın geri kalanı ile çok da ilgili oldukları söylenemezdi. Bazı insanlar böyleydi, sevgili yapınca arkadaşlarını unutabiliyorlardı. Araba yeniden çalıştığında Burak bir kez daha küfür etmemek için anlamsızca homurdandı. Burak ve Eliz kardeşlerdi. Onlar, okul okumaya zerre ihtiyaçları olmamasına rağmen zorla okula yazdırılmış çocuklardı. Burak üç senedir siyasi bilimler birinci sınıfta, Eliz ise iktisat ikinci sınıfındaydı. Mütemadiyen okulu astığı için bu gidişle önümüzdeki sene de ikinci sınıfta olacaktı. Selin, fizik tedavi ikinci sınıf öğrencisiydi. Parayla okuyordu ama nispeten grubun zeka seviyesini yükselttiğini düşünüyordum. Küt, zengin sarısı saçlı zeki kızlardandı. Ata ise bursluydu. İnşaat mühendisliği son sınıf öğrencisiydi. Bir süre sonra stajyer mühendis olacaktı ama okulu öyle çok seviyordu ki ihtiyaç olmamasına rağmen neredeyse her gün geliyordu. Eliz, Burak'ın ikazıyla direksiyonu sağa çevirince çizimlerimi koyduğum bazukam kucağıma düştü. "Kahve mi içsek önce?" Emniyet kemerini söküp gövdesinin yarısıyla koltukta yükselen Burak'a baktım. "Şu sevdiğin kremalı olan lattelerden? Ne dersin?" Uğruna böbreğimi verebileceğim kahvenin hayali kokusu ağzımı sulandırdı. "Hayır derim çünkü sınavım var. Gerçi Eliz böyle sürmeye devam ederse geç kalacağım." Burak kız kardeşinin ensesine hafifçe vurdu. "Arabayı ona vermemeliydim," dedi bıkkınca. Sonra tekrar bana döndü, yüzünde şu hadi her şeyi boş verip takılalım bakışı vardı. "Sınava gerçekten girmek zorunda mısın?" Normal şartlarda bu cümle Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde duyabileceğiniz en saçma söz olurdu. Ama sözler Burak'ın ağzından çıkınca normal bir şey konuşuluyor gibi gelmişti. "Girmem gerek. Teyzem beni öldürür. Hem en başarılı üç çizim sergiye çıkacak. Onlardan biri olmak istiyorum." Burak hayatındaki en sıkıcı şeyi az önce duymuş gibi boş boş suratıma bakıp ardından oflayarak yerine oturdu. Eliz'in mavi gözleri dikiz aynasından beni buldu. Konuştuğunda bakışlarını yeniden dikkatle aracı sürdüğü yola çevirmişti. "Teyzen yine somurtuyordu. Çalışmadığı zamanlar dışında hep evde oturuyor. Belki biraz sosyalleşse gerginliğine faydası olurdu." Eliz'e yanıt vermeden önüme döndüm. Artık gözlerim arkadaşlarımda değil parmaklarımın arasında tuttuğum çizim dosyamdaydı. Teyzem benimle ilgileniyordu. Sosyalleşmeye zamanı yoktu. Kadıncağızın hayatının yarısı hastane yarısı da yeğeniydi. Hayatında bir kişiye daha yer yoktu. Grup sessizliğe gömülürken camdan dışarıyı izlemeye başladım. Sınav süresi üç saatti. Ne çizileceğini bilmiyorduk. Okula altı ay önce yetenek sınavıyla kabul edildiğim için bu tarz spontane çizimlerde kendimi sıkmamam gerekiyordu ama karşıma ne çıkacağı hakkında da bir fikrim yoktu. Sürprizlerden hoşlanmazdım, sürprizler şu an olduğu gibi midemi bulandırırdı. Araba durunca Eliz başını direksiyona yasladı. "Park edemeyeceğim. Burak sen yap. Benden bu kadar. Hadi, çıkın dışarı hepiniz!" dedi pes ederek. Burak, yolcu kapısını açıp arabanın etrafından dolanırken eşyalarımı alıp çıktım. "Nereye getirdin bizi? Üniversite hastanesi otoparkı bu," dedi Burak sürücü koltuğuna geçip kapıyı kapatırken. Bir an sonra herkes dışarıdaydı. Sadece Burak'ın içinde olduğu siyah Passat yavaş yavaş görüş açımdan uzaklaşırken Eliz, hemen yanımda üstünü başını düzeltmeye çalışıyordu. "Biz buradan gideriz. Öğleden sonra görüşürüz," dedi Selin. Ata ile ikisi otoparkın içine doğru dik bir şekilde yürümeye başladıklarında çevreme bakındım. Gerçekten de okulun öteki ucundaydık. Eliz, berbat bir sürücüydü. "Yemin ederim bazen kafasını koparmak istiyorum. Benden daha önce doğdu ama o beyninde zeki bir yer yok Kar. Yemin ederim yok. Sanki her gün okula ben sürüyormuşum gibi... Nereden bileyim hangi otopark? Dekanlığa girmediğime şükretsin." Uzun altın sarısı perçemlerini düzeltip derin bir nefes aldığında nispeten daha az gergin bir şekilde gülümsedi. "Dekanlık derken binadan bahsediyorum," dedi sırıtırken. Omzunu omzuma vurunca ben de sırıttım. "Aslında kardeşin zeki biri. Pek göstermiyor sadece," diye mırıldandım. Eliz, boğuluyor gibi bir ses çıkardı. "Ya evet aynen." Dekanlığın neredeyse yarım asır önce düzenlenmiş bahçesinde duvara yaslanmış duruyorduk. Beyaz önlüklü öğrenciler oradan oraya koşuşturuyordu. Onların dersi hep sabahın köründe başlıyordu ve Eliz'e göre bu modern kölelikti. Mavi gözlerinin tıpkı bir şahininki gibi odaklandığını görünce bakışlarını takip ettim. Dekanlığın girişinin hemen yanındaki duvara yaslanmış birine bakıyordu. Simsiyah saçları olan sigarasını neredeyse bitiren uzun boylu bir çocuktu bu. "Hepsi de inek değil baksana," dedi gözlerini ayırmadan. "Adamı soydun resmen. Don atlet kaldı şimdi," dedim gülerek. Eliz'in sırıtışı karanlıklaştı. "Sen Karaca Yıldırım, ünümü zedeliyorsun. Ben bir adamı soyacağım ve donu üzerinde kalacak öyle mi?" Kendimi tutamadan bir kahkaha patlatınca çocuğun yüzü bize döndü. Bir an için göz göze geldik ardından sigarasını yere atıp söndürdü. "Sayende rezil olduk teşekkürler Kar." Çocuk sırtındaki çantayı kucağına indirip içinden katlanmış beyaz önlüğünü çıkardı. Eliz hala aç bir hayvan gibi onu izlerken önlüğünü giyip yakalarını düzeltti. Bir an sonra fakülteye giren merdivenlerdeydi. Ardından onu yutan beyaz önlüklüler ordusunda gözden kayboldu. "Hepsi çok zeki, değil mi?" dedi arkadaşım artık bahçesinde tıp öğrencilerinin dolanmadığı beyaz sarı şeritli binaya bakarken. Bileğimdeki alarm ötünce tüylerim diken diken oldu. Sınava kırk dakika kalmıştı. "Yani öyle denemez. Sadece zamanında bizden daha çok çalıştılar. Gerçi sadece çalışmak yetmeyebilir sonuçta tıp bu. Zekâ da gerekiyor, haklısın." Cümlemi bitirip saatin ekranını göstererek tırnağımla şeffaf yüzeyi tıklatınca gözlerini devirdi. Kol kola girip fakültemin yoluna doğru yürümeye başladığımızda Eliz düşünceli düşünceli konuşmaya devam ediyordu. "Onlar çalışırken biz ne yapıyorduk acaba?" Sarı iri bir yaprak önümüze düşünce Eliz topuklu siyah ayakkabısıyla üstüne bastı. "Muhtemelen sen partiliyordun," dedim bir başka yaprağa basmamaya çalışırken. "Muhtemelen," dedi mırıldanarak. Sonra bana döndü. "Ya sen ne yapıyordun?" Ben ne yapıyordum? Eskiden yani. Her şeyden önce. O kazadan önce. Keskin bir baş ağrısı gözlerime saplanınca sendeledim. "Pardon ben bir ayıyım." Eliyle kâküllerimi kenara ayırırken yüzümü yelledi. "Kazayı hatırladın yine değil mi? Boş ver. Muhtemelen sen bir köşede oturup resim çiziyordun." Bir köşede oturup çizim yapan küçük bir kız çocuğunun görüntüsü zihnimin içinde bir belirip bir kaybolurken gülümsedim. Haklıydı. Muhtemelen öyleydi. O lanet kazanın olduğu gece Erzin'deki bir düğünden dönüyorduk. Arabayı babam kullanıyordu annem de yolcu koltuğunda uyukluyordu ben ise arkadaydım. Ecel, tozu dumana katan bir pikabın görüntüsünde belirdiğinde muhtemelen İstanbul'a doğru çoktan yola çıkmıştık. Seyir halindeydik, yol boştu. Başımı koltuğa ve ardından da öndeki cama geçirene kadar hatırladığım tek şeyler bunlardı. Sonrası boşluktu. Uyandığımda yanımda teyzem vardı ve bana tüm hayatımın nasıl mahvolduğunu anlatmadan önce şunları demişti. "Her şey yoluna girecek. Söz veriyorum." Dakikalar sonra yeşillikler içindeki güzel sanatlar fakültesinin bahçesindeydik. Ortalarda hemen hemen kimse yoktu. Eliz hala koluma girmişti ve az önce hafızamı yitirip yitirmediğimden endişe eder gibi suratıma bakıyordu. "Sorun değil. Sadece başım ağrıyor bu da pek bir şey değil. Aylarca entübe halde yatan bir insan için baş ağrısı hiçbir şey." Beceriksizce sırıttım. Kazadan sonra uyanıp teyzemle konuştuğumda olayın üzerinden yetmiş gün geçmişti. Ciğerlerim zarar gördüğü içi entübe edilmiştim ve ancak iki ayın sonunda cihazlar olmadan kendi başıma nefes alabilmeye başlamıştım. Sırtımdaki yatak yaralarının geçmesi ise üç ayı bulmuştu. Sanki orada yedi yüz gün yatmış gibi on kilo zayıflamış, saçlarım belime uzamış bir halde uyanmıştım. Birsen'e göre bu bir mucizeydi. "Günaydın." Arkamı dönüp sesin geldiği yere baktım. Birsen, sırtında iki yeni bazukayla birlikte soluk kırmızı bisikletinden iniyordu. Bana seslenmişti ama gözleri daha çok Eliz'in üzerindeydi. "Ben gidiyorum," dedi Eliz hızla. "Çıkınca haber edersin. Soft'ta olacağım." Eliz memnuniyetsiz bakışlarını Birsen'in üzerinden çekmeden fakültenin girişindeki patikalardan birine doğru giderek gözden kayboldu. "Günaydın," diye karşılık verirken arkamı mı dönsem yoksa yanına mı gitsem karar veremedim. Birsen ile elle tutulur bir problem yaşamamıştık ama yine de bunca zaman sonra kendimi onun yanında bir yabancı gibi hissediyordum. Hayat bazen karmaşık olabiliyordu. "Hazırlandın mı?" Ben karar veremeden yanıma geldi. Kocaman ela gözleri kolumda asılı olan çantama kaydı. "Eminim onlarca pratik yapmışsındır," dedi gülümserken. Yavaşça merdivenleri çıkarken sırtındaki bazukaları işaret ettim. "Sen de az çalışmamışsın." Atölyeye girerken kapıdan önce benim geçmeme müsaade etti. "Pek sayılmaz. Şehir dışındaydım. Her neyse açık ozalit bulamadım. Hb kalemim kırılmış sende fazla var mı?" "Olması lazım." Boş bir masaya oturup çantamı açtım. Hb kalemlerden en az üç tane taşırdım. Taslak oluştururken çılgınlar gibi kullanırdım. Birsen de bunu biliyordu. Eskiden, yani aramızın çok iyi olduğu birkaç ay önce boş zamanlarımızda fakültenin arkasındaki ormanda manzaranın perspektifini çizerdik. Kalemi, sırasına yerleşen Birsen'e verdikten sonra yerime oturdum. Hemen önümde tokalayıp topuz yaptığı kızıl saçlarına bakarken sakin olmaya çalıştım. Asistan elinde minicik bir dikdörtgen kâğıtla sınıfa girince derin bir nefes aldım. Pekâlâ, işte başlıyorduk. *** Banklardan birine uzanmış gökyüzünü izliyordum. Sınavda öyle çok odaklanmıştım ki boynum tutulmuştu. Rahatlamak amaçlı teyzemin ağrı kesici haplarından alabilmek için ne gerekiyorsa yapacağım anlardan birini yaşıyordum. Birkaç kuş sürüye yetişmek için deli gibi uçarken bulutlar sanki önlerini kesmek için fırsat kolluyorlardı. Kendimi bir anda sürüsüne yetişmek için deli gibi kanat çırpan o kuşlardan biri gibi hissettim. Sanki ne kadar kanat çırparsam çırpayım ileri gitmek yerine rüzgâr o yıkıcı gücüyle beni geri savuruyordu. Önümdeki kuşların uzaklaşan silik görüntüleri de korkmama sebep oluyordu, sanki onlara yetişemeyecekmişim gibi. "Orada bu kadar ilginç ne var?" Eliz'in dağınık sarı saçları görüş açımı kaplayınca gözlerimi kırptım. Baktığım yere dönüp gözlerini kısmıştı. Doğrulurken yüzündeki şapşal ifadeye bakıyordum. "Hiç," dedim sırtımı silkelerken. "Sadece kuşlar." Eliz farkında olmadan beni tekrar ederken yanıma oturdu. "Sınav kötü müydü?" Elini krem rengi trençkotunun iri cebine sokup karıştırmaya başladı. "İyiydi." Telefonunu bulunca bir zafer edası suratını kaplayan gülümsemesine yansıdı. "O halde kutlanacak bir şey daha çıktı." Eliyle cep telefonunun ekranını gösterdi. Panelin hemen üzerindeki hatırlatıcı notuna baktım. İtalik bir şekilde mezunlar partisi saat 20.00 yazılıydı. "İyi de biz mezun değiliz. Adı üzerinde mezunlar. O parti için..." "Davetiyeleri Burak satın aldı bile. Bugün biraz kafanı dağıtmak istiyor. Aslında ne kadar bir öküz olsa da bu romantik bir şey sayılır değil mi? Burak için yani. Ufak tefek flört aşamasını belki böylece atlatmış olursunuz. Sevgili olabilirsiniz." Bilemiyordum. En yakın arkadaşımın erkek kardeşiyle sevgili olma düşüncesi güvenli hissettiriyordu. Öte yandan Burak, benim için doğru kişi miydi? Bilmiyordum. "Teyzem bu gece nöbette. Eğer Allah bilir neredeki partiye gidersem endişeden ölür ya da daha kötüsü, hastalardan biri falan ölür. En son eve geç geldiğimde polisleri çağırmıştı." Anıyı hatırlayınca ikimizin de yüzü birden asıldı. Pek hoş bir gün değildi. Teyzem Burakların ailesini arayıp nasıl çocuk yetiştirilmemesi gerektiği ile ilgili on dakikalık son derece bilgilendirici bir nutuk atmıştı. Burak ise bir hafta boyunca o kıymetli Passat'ının benzinini kendisi ödemek zorunda kalmıştı, Eliz harçlığı kesildiği için yataklara düşmüştü. "Söyleme. Allah rızası için bir boku da bilmesin şu Perihan." Beynimdeki tüm mantıklı hücreler ve muhtemelen omzumun üzerindeki her şeyden habersiz bir su kadar berrak iki melek bunun kötü bir fikir olduğunu düşünürken ağzımdan şu kelimeler çıktı. "Tamam." "Hadi, kalk bize gidelim. Selin de bize gelecek. Oradan geçeceğiz." Kolumu çıkarırcasına çeken tutuşundan kurtulup siyaha boyalı parmaklarımla üzerimi işaret ettim. "Böyle paspal bir şekilde partiye gitmeyeceğimi biliyorsun herhalde?" Eliz bir an için üzerimdekilere baktı. Kararmış bir gökyüzü kadar koyu bir kot pantolon, açık gri kapüşonlu bir sweat ve yine kapkara kısa bir kot ceket giyiyordum. Sıradan bir gün için güzel ama bir parti için içler acısıydım. "Benim dolapta tüm fakülteye yetecek kadar kıyafet var." Eliz'in dolabındaki elbiseler muhtemelen mükemmellerdi ama hepsinden sanki bir parçayı terzi kendi için koparmış gibiydi. Özellikle göğüs kısımlarında kumaştan baya bir tasarruf ediliyordu. Yine de onunla gitmeye karar verdim. Burak'ı arayıp bizi alabilmesi için güzel sanatlar fakültesinin önüne çağırdık. Araba geldiğinde de ön koltuğa ben geçtim. "Selam." Burak, beni başıyla selamlayıp anahtarı kontağa yerleştirirken Selin'le Ata, Eliz oturabilsin diye yana kayıyorlardı. Eliz, yolcu kapısını kapattıktan sonra bir konuşma yapmadan hemen önce her zaman ne yapıyorsa onu yaptı. Tüyü çekilen bir tavuk gibi cılız bir sesle: "Önce beni dinleyin," dedi. Sonrasındaysa çantasından büyük bir poşet çıkardı. Poşeti açıp içindeki kese kâğıdını avucunda hayatın şifresi varmışçasına sıktı. "Annemler evde yok. Yani... Partiye varmadan önce de kafa olabiliriz." Kesenin ağzını açarken yüzünde heyecandan az sonra bayılacakmış gibi bir ifade vardı. Sonrasında kese açıldı ve Ata, ıslığı bastı. "Yuh artık!" Eliz'in kucağına uzanınca kız keseyi kaldırdı. "Ben herkes için birer tane getirdim," dedi bilgece. "Onlar kek değil mi?" Sorumun üzerine hepsi dönüp bana baktı. Selin'in yüzünde de aynı sorgulayan ifadeyi görünce rahatladım. Tek değildim. "Evet. Tabii öyleler," dedi Selin Ata'ya öldürücü bakışlar atarken. Burak sırıtınca ona döndüm. "İçinde ne var?" Burak'ın mavi gözleri kız kardeşiyle benim aramda gidip geldi. "Şey var..." Yanıt gelmeyince gözlerimi devirdim. "Likör değil mi? İçine alkol sıktırdın." Oluşan mutlak sessizliği olumlu anlamda yorumladım. "Çocuk gibisiniz." Kollarımı kucağımda birleştirip koltuğuma döndüm. Herkes birer tane kek aldıktan sonra Burak arabayı tekrar çalıştırdı. Daha önce onun yarım şişe viski içtikten sonra hiçbir şey olmamış gibi havuzda yüzüşünü izlemiştim bu yüzden azıcık bir alkolle sarhoş olmayacağından emindim. Fakülteden çıkınca Burak aracı çevre yoluna çevirdi. Ata, şu bayıldığı trap parçalardan birini açınca müziğin sesi hepimizinkini bastırdı. "Bu kadar somurtma," dedi Eliz arkamdan uzanıp saçımı hafifçe çekerken. "Alt tarafı bir kek. Bizi şişmanlatmaktan başka hiçbir şey yapmaz." Yüzümün asılışına engel olamıyordum. Alkole karşı falan değildim sadece her şeyin bir yeri ve zamanı vardı. Burası ise... Eh pek sırası değildi. Burak çevre yolunda bir yarım saat ilerledikten sonra arabayı yolun kenarına çekti. "Hadi gömelim gitsin." Herkes elindeki keki tutup şerefe dercesine birbirine değirip ardından yemeye başladı. Ben ise onlara bakıyordum. Ata, kekin tamamını bir sincap gibi ağzının iki tarafına doldurduktan sonra öne uzanıp müziğin sesini açtı. "Dany Elfman. The little things," dedi sevinçle. Ardından yerine geçip kendi kekini inceleyen Selin'e baktı. "Tadı güzel." Kızın elindeki keki kapıp dudağına sürttü. Selin ağzını açıp kekten bir ısırık alınca kendimi tutamayıp gülmeye başladım. "Öyle salak görünüyorsunuz ki." Burak, Eliz'in kucağındaki keki alıp burnumun ucuna getirdi. "Bir ısırık al hadi." Neredeyse burnuma giren keki tuttum. "Sen kendininkini bitirdin mi?" Başıyla onaylarken müziğin sesini daha da açtı. Bir ısırık aldım. Ve donuverdim. Lokma hala ağzımdayken dönüp diğerlerine baktım. Sadece kendilerinin bildiği bir espriye gülüyor gibiydiler. "Bu ne? Bu alkol değil." Burak uzanıp elimdeki keki alırken ağzımda çoğalan lokmayla ne yapacağımı düşünüyordum. Bu zıkkım neydi? "Onu ben yerim canım." Kalan keki tek lokmada ağzına atıp kocaman gülümsedi. "Eliz?" dedim hayretle ona dönerken. Eliz kendinden geçmişti. Bir yandan ağlıyor bir yandan da gülüyor gibiydi. Selin ile Ata, manasız güçlü kahkahalarla aracı sallarken ben, lokmayı çıkaracak bir şey arıyor ama bulamıyordum. En sonunda kek ağzımda bulamaç halini alınca yutup bıkkınca nefesimi bıraktım. "Hepiniz geri zekâlısınız." Kimseden yanıt gelmedi. Herkes kendi manyaklığının içinde kaybolmuştu. "Ne yapacağız şimdi? O kekte ne vardı?" Burak'ın aheste hareketlerle dudaklarını yalayıp kontağı çalıştırışını hayretle izlerken yutkunamadım. "Sen dedin ya. Likör vardı." "Saçmalama. Doğruyu söyle. Ne vardı?" Araba çalışırken Burak ofladı. "Of Karaca! Uyuşturucu tabii ki. Hadi biraz kendini akışa bırak, daha partiye gideceğiz." Arkamı dönmeden elimle kız kardeşini işaret ettim. "Ne halde görüyor musun? Kafayı yemiş sanki. Nöbet geçirmeye beş dakika uzaklıkta." Burak kahkaha atınca irkildim. "Ya evet tabii. Eliz bunu arada yapar. Şimdi arkana yaslan ve pencereni aç. Kendini rüzgâra bırak." Araba hareket edince iki elimle torpido gözüne tutundum. "Hayır, bu halde araba kullanamazsın." Ama Burak kullandı. Müziğin sesi daha da açıldı. Tıpkı benim git gide büyüyen gözlerim gibi. Çığlık çığlığa bağırmamı engelleyen tek şey Burak'ın dikkatini dağıtırsam kaza yaparız düşüncesiydi. "Vallahi komik değil Burak. Lütfen kenara çek ve taksi çağıralım." Burak gaza basmadan hemen önce tekrar güldü. "İstanbul'da bir taksi ne zaman çağrıldığında gelmiş?" Allah kahretsin! "Hayır ciddiyim. Bak bu komik değil. Önünü görebiliyor musun?" "Of Karaca biraz sakin ol. İlk uyuşturucum değil bu. Arkana yaslan ve bana güven." "Senden nefret ediyorum." Ağlamaya başladım. Öyle hızlı gidiyorduk ki karşımıza bir şey çıksa ne yapardık bilmiyordum. Zihnim teyzeme kayıp gidiyordu. Eğer beni görseydi korkudan oracıkta ölürdü, ben de ölecektim gerçi. Korkudan kalbimin durmasına ramak kalmıştı. "Daha hızlı sür. Bu araç daha iyisini hak ediyor." Ata, yüreklendirici sözlerinin tesirini arttırmak için iki eliyle Burak'ın omuzlarına vurdu. "Hadi oğlum!" Gözlerim çaresizce Selin'i aradı. Eliz'in saçlarını yüzünden çekiyordu. Eliz öğürüyordu. "Kızlar hemen kendini kaybediyor," dedi Ata sırıtırken. Öfkeyle bakan gözlerimle karşılaşınca, "Senin dışında tabii Kar," diye ekledi hemen. "Onu cesaretlendirme. Arabayı durdurması gerekiyor." Ata, omzunu silkip yeniden koltuğuna yerleşince saçlarımı yolmak istedim. Gözlerim hız ibresindeydi. Hızımız iki yüzdü. Bir yerlerde bir tırı sollamıştık. Ellerim titriyordu. "Lütfen yavaşla. Yoksa arabana kusarım." Burak'ın umursamaz mavi gözleri dikiz aynasına kaydı. "Eliz o işi hallediyor zaten," dedi gülerek. Normal şartlarda arabasına değil kusmak bir simidin küncüsünü bile düşüremezdiniz. Herif kafayı yemişti. Varsa eğer içindeki azıcık mantıklı olan parçaya seslenebilmek için derin bir nefes aldım. "Bak. Ailem. Onların nasıl öldüğünü biliyorsun. Bana bu korkuyu yaşatma, lütfen." Burak'ın heyecanla parlayan yüzü bir an için bana dönünce içimde saf bir umut yeşerdi hemen sonra Burak tekrar önüne döndü. "Bak bir ders vardı. Psikoloji mi sosyoloji mi ne. Her ne haltsa. Onda diyordu ki korkunun üzerine gitmelisin filan. Dosdoğru. Ancak yüzleşirsen geçermiş." O lafın, tam olarak öyle olmadığından emindim. Gözlerimi kapattım. Bu hızla gidersek ölecektik. Ya şu uçurumdan yuvarlanacak ya da karşımıza çıkan arabaya çarpıp parçalara ayrılacaktık. Her halükarda ölecektik. "Seninle," dedim nefeslerle bölünen sesimle Eliz'in öğürmelerini bastırmaya çalışırken. "Eğer durmazsan." Burak sinirli bir şekilde küfretti. "Eğer durmazsam ne?" "Eğer durmazsan seninle bir daha asla görüşmeyeceğim geri zekâlı!" Burak tüylerimi ürperten öyle bir kahkaha attı ki içim buz keser gibi oldu. "Demek öyle," dedi sıkılı dişleri arasından. Ardından daha da hızlandı. Hipnoz olmuş gibi yola bakarken ellerimle tutunacak bir yerler aradım. "Hayır!!" Bir karaltı gördüm. Belirli belirsiz. Şekli... Bilmem. Belki de bir karaltıydı sadece. "Burak dur. Bir şey var. Burak!" Burak frene bastı. Evren bir an için karardı. Biri kahrolası tüm ışıkları söndürüverdi. Frenin çığlığı kulağıma dolarken karanlığın içinde kaldım. Yanağıma sertçe bir şey çarpında inledim. Görüntü yavaş yavaş yerine gelirken Burak'ın dirseğini gördüm. Yanağıma çarpan şey oydu, hava yastığı açılmıştı ve geri zekâlı yastığa vurarak kemerini çıkarmaya çalışıyordu. Hemen arkamdaki kapı açıldı ve bir kız midesinde ne varsa kustu. Biri ağlıyordu, biri küfrediyordu ben ise donmuştum. Nefes alıp almadığımdan emin değildim. Ölmemiştim! Ölmemiştik! Burak, nihayet kemerden kurtulup kapıyı açtı ve bir anlığına hareket edemedi. Ensem deli gibi yanıyordu. Başımı koltuğa çarpmıştım, elimle kafamı tutarken daha iyi görmek için gözlerimi birkaç kez kırptım ama görüntü ne yaparsam yapayım netleşmiyordu. "Göremiyorum," diyordum papağan gibi ama kimse beni duymuyor gibiydi. Burak donmuş gibi dikilmeye devam ederken Ata arabadan çıkıp yanına gitti. "Hassiktir!" Eğilip görüş açımdan çıktı. Yerimden hafifçe kalkıp ne yaptığını görmeye çalıştım. Kusuyordu. Titreyen parmaklarımla kapıyı açıp kendimi serin havaya bıraktım. Başım lanet gibi dönüyordu. Arabaya tutunarak onlardan tarafa gitmeye çalışıyordum ki aniden durdum. Bir an için adımım havada kaldı ya da bastım emin değildim. Gördüğüm şeye bir anlam vermeye çalışıyordum. Metrelerce ötede bir karaltı yerde duruyordu. Dağılmış gibiydi. Görüntü net değildi. "Biz," diyebildim çatallaşan sesimle ama kimse beni duymadı. "O öldü mü?" "Sence?" "Allah belanı versin Burak." Ata ağlıyordu. Burak ise önümüzdeki karaltıya bakıyordu. Biz neye vurmuştuk? "Sakin ol. Halledeceğiz. Bana yardım edeceksin." Burak, Ata'nın yakasını tutup çekiştirmeye başladı. Ata direnince Burak daha sert çekmeye başladı. "Onu uçurumdan aşağı iteceğiz." Bozulan görüntüye artık kayıp giden sesler de eklendi. Sözler anlamsız gelmeye başladı. Her şey anlamsız gelmeye başladı. "O adamı öldürdük." Selin'in sesi fazla yakından gelince ona dönmeye çalıştım ama yapamadan dengemi kaybedip yere düştüm. "Karaca düştü. Eliz yardım et." Arkadaşlarım başımı yerden kaldırırken gözlerim karaltıyı itekleyip çekiştiren Buraklardaydı. "Karaca? İyi misin? Ne olur bir şey de." Yüzüme Eliz'in kusmuğa bulanan saçları değiyordu ben ise tam karşıya bakıyordum. "Bizi mahvedecekler," dedi biri. "Bundan kurtulamayacağız," dedi bir başkası. Ben mi? Ben tepemde parlayan ışığa bakıyordum. Yusyuvarlak kocaman beyaz parlak ışığa. Ona gidiyordum. |
0% |