Yeni Üyelik
3.
Bölüm

Bölüm 3- Gündüz Düşleri

@rgayeonel

PERDE 3

GÜNDÜZ DÜŞLERİ

"Tüm gün uyudu. Bir arkadaşını görmenin iyi geleceğini düşündüm."

Teyzemin sesini duyuyordum, bir süre önce gelen Birsen'in sesini de duyuyordum ama yatağımdan kalkmak istemiyordum. Gördüğüm rüyadan sonra çarşaflara sarınıp saatlerce yataktan çıkmamıştım.

Elbette bu basit bir rüya değildi.

Bu korkunç bir anıydı. Hayatımı yüz seksen derece değiştiren trajik bir hatıranın kalıntıları uykumda karabasan gibi üzerime çöküyordu.

Kaza belki netti ama sonrası bulanıklıktan ibaretti. Kazanın ardından bir hastaneye götürülüp bayılmamdan sonrasını hatırlamıyordum. Tam yetmiş gün sonra uyandığımda her şey değişmişti. Zaman, insafsızdı. Her şeyi değiştirivermişti. Oturduğum ev, birlikte yaşadığım insanlar hatta aynadaki görüntüm bile değişmişti. Yara bere içinde saçları upuzun zayıf bir kıza dönüşmüştüm. Artık ne güzel vücut hatlarım ne de güldüğümde aydınlanan bir yüzüm vardı. Ve bana tek yardım eden kişi teyzem olmuştu. O olmasaydı şu an burada olamayacağımı biliyordum.

"Bence uyumuyor. Geldiğimin gayet farkında sadece görmek istediği kişi ben değilim. Eliz'e haber verdin mi?"

Aralık bırakılan kapım tekrar kapandı. Teyzemin öfkeli sesi koridorda kayboluyordu şimdi.

"Bu hale gelmesini o salak arkadaşlarına borçlu. Onu haddinden fazla yalnız bıraktın."

Başımı büktüğüm çarşafların içine gömdüm. Basit bir parti bir insanda bu denli yıkıma neden olmazdı. En fazla akşamdan kalma olunurdu. Böyle rezil bir halde ölümü beklermiş gibi yatılmazdı. Başımın hemen üzerinde bir hareketlilik hissedince yukarı baktım. Kedicik saçlarımın arasına yerleşerek oturdu.

Artık nasıl içtiysem partiyi hatırlamak yerine kafamdan anı uydurmaya başlamıştım. Düşünmeye çalıştığım her seferde kendimi arkadaşlarımla Burak'ın arabasında hayal edebiliyordum. Son sürat bir halde kavga ederken karanlık bir yolda ilerliyorduk.

Sonra? Sonrası yok.

"Ben ona bir bakayım," dedi Birsen. Sesi kapının hemen önünden geldi. Kedicik kapı açılırken başımdan kalkıp yatağın altına girerek gözden kayboldu.

"Günaydın," dedi Birsen sonrasında kapıyı arkasından kapatıp çalışma masamın hemen yanında durdu. "Hiç kalkmayı düşünüyor musun?"

"Hayır."

Göğsünü şişiren derin bir nefes alıp zekice parlayan ela gözlerini gözlerime dikti. "Teyzene bana değil de başka birine ihtiyacın olduğunu söyledim ama..."

Yorganı yüzümden indirdim.

"Aslında kimseyle görüşmek istemiyorum." Yüzüme gelişigüzel yayılan kâküllerimi kulaklarımın arkasına tıkmaya çalıştım. "Sadece yorgunum. Dünyanın sonu falan değil. İnsanlar yorgun olduklarında dinlenirler."

Birsen sandalyemi çekip tam karşıma gelecek şekilde oturdu.

"İnsanların hepsi senin gibi berbat şeyler yaşamıyorlar."

Tuttuğum nefesimi bıkkınlıkla bırakıp yatakta doğruldum. "Ben büyüdüm. Kötü şeyler herkesin başına gelebilir. Bu beni istisnai biri yapmıyor. Kimseyi yapmıyor. Öyle yorgunum ki... Uyuyamıyorum bile."

Bacak bacak üstüne attı. "Kâbuslar mı?" İsteksizce başımı salladım. Birinin sizin aslında nasıl biri olduğunuzu bilmesi iyi bir şey değildi. İnsanlar maske takardı, gerçek hayatta maskelerimizin ardına sığınmak zorundaydık. Bir an bile o maske inecek gibi olursa karşınızdaki, gözlerinizin ardındaki tüm gerçekleri görebilirdi. Sizi nereden nasıl kıracağınızı bilir, canınızı yakmanın ne denli kolay olduğunu anlardı.

Öte yandan... İnsan olmak ara sıra o sikik maskeleri evde unutmak demekti. Bazen seçtiğimiz ya da seçmediğimiz insanlara aslında nasılsak öyle görünürdük. Birsen de onlardan biriydi. Beni tanıyordu, biliyordu ve bu his bir süre sonra beni savunmasız hissettirmişti. Hayatta birine daha bağlanmak istemiyordum.

"Teyzen bir doktor. İstediğin zaman sana uyku ilacı yazabilir."

Sırtımı yatak başlığına dayadım. "O çağırdığında geldiğin için teşekkürler." Arkadaşımın başı üzgün üzgün öne düştü, şimdi bana değil kendi dizlerine bakıyordu. "Elimden geleni yapıyorum Kar. İnan bana." Başını yeniden kaldırdığında gözleri parlıyordu. "Destek olmak istiyorum. Yanında durmak istiyorum ama sen beni itiyorsun."

Haklıydı. Dizlerimi birleştirip karnıma dayadım. Mızmız çocuklar gibi göründüğümün farkındaydım ama kimse şu belalar belası kafamın içinden neler geçtiğini anlayamıyordu.

"Bir yerlere gidelim. Sahile gidelim. İnsanları izler çizim yaparız. Eski günlerdeki gibi. Olmaz mı?" Başımı büktüğüm dizlerime yasladım. "Belki başka bir zaman."

Bir süre ikimiz de konuşmadık. Birsen odama ben de ona baktım. Gözleri ağır ağır çalışma masamın üzerine yapıştırdığım küçük not kâğıtlarında gezinirken hiç konuşmadı. Aklından ne geçiyordu anlamak imkânsızdı.

"Öyleyse ben gideyim," dedi en sonunda. Sessizliğin uzayıp gitmesi canımı o denli çok sıkmıştı ki bir an için rahatladım. "Ben de seni geçireyim," dedim ayaklanırken. Birlikte odadan çıkarken içime belli belirsiz inceden bir hüzün oturdu.

Ona ne diyebilirdim ki? Gördüğüm kâbusları, gündüz vakti uyumadan gördüğüm görüntüleri mi anlatacaktım? O da soluğu teyzemin yanında alırdı. Sonrası ise hoş geldin psikiyatri servisi. İnsanlar durduk yere saçma şeyler görüp duymazlardı. Burak ile hiç etmediğim bir kavganın anısını kime nasıl anlatacaktım?

O gittikten sonra oturma odasında televizyon izleyen teyzem bana seslenemeden kendimi tekrar odama kapattım. Az önce Birsen'in oturup ısıttığı sandalyeme yerleşip masanın köşesinde duran telefonumu açtım. Hem Eliz hem Burak bir sürü mesaj bırakmışlardı. Eliz'inkiler bir yerden sonra yerlerini yazılı mesajdan ses kayıtlarına bırakmıştı.

İlk üç tanesinden sonrakiler küfürlüydü. Ağzımla sıkıldığım zamanlarda yaptığım tuhaf şekilleri yaparken rehberde adını bulup aradım.

"Alo? Yaşıyor musun sen be?"

Sweatimin üzerindeki beyaz yumuşak tüyleri çekiştiriyordum. "Sayılır."

Ufacık bir gürültüden sonra telefon el değiştirdi. Selin'in endişeli sesi adeta kulak zarımda patladı. "Evde misin?" Gözlerim akşamüstü güneşinin içeri girmeye çalıştığı yarısı kapalı pencereme gitti.

"Evdeyim."

Telefon tekrar el değiştirdiğinde konuşan Burak'tı.

"Seni almaya geliyorum."

Kedicik jalûzinin ipini çekiştiriyordu. "Teyzem bugün evde. Gelirsen pek memnun olmayacaktır." Hattın diğer ucundan bıkkın bir nefes bırakış duyuldu. Kedicik hala iple oynarken istemeden de olsa jalûzinin yarısı açık parçalarını komple açtı. Şimdi güneş doğrudan gözlerime giriyordu.

"Yarın sabah o zaman?" dedi Eliz, sorar gibi söylemişti. "Kahvaltıya gideriz. Avmde biraz takılırız. Selin'e ablasının düğünü için tuvalet alacağız. Dolanırız biraz, ne dersin?" Sweatime işkence etmeyi bıraktım. "Olur." Telefonu kapattıktan sonra ayağa kalkıp tekmeleyerek odamın kapısını açtım. Sonra da koridoru geçerek koltukta uzanan teyzemin yanına geldim.

"Görünmez değilsin," dedi gözleri hala televizyondayken.

"Biliyorum keşke olsam."

Ben hareket etmeyince teyzem başını kaldırıp burnuna düşen çerçevesinin ardından bana baktı. "Bir şey diyeceksin herhalde?"

"Kedilere gidebilir miyim? Çok bunaldım evde." Ben bana milyonlarca kelimeyi art arda sıralayacağını düşünürken teyzem yeniden ekrana döndü. "Git," dedi sadece. "Nöbetim zaten akşam. Biraz kestiririm belki."

Odama gidip kapının arkasına astığım koyu lacivert kot pantolonumu giydim. Gri sütyenimi elime alıp çevirdim. Caddenin karşısına geçerken sütyen giymeme gerek yoktu. Bu yüzden uzun kollu beyaz tişörtümün üzerine kot ceketimi giyip odadan çıktım.

Portmantoya geldiğimde başımı çevirip teyzeme baktım. Gözlüğü masanın üzerindeydi, tv açıktı ve o uyuyordu. Yarıya kadar dolu mama kabını ayakkabılıktan alıp spor ayakkabılarım elimde dışarı çıkarken kıpırdamadı bile.

Hava mis gibiydi. Güneş on dakika önceki kadar insanın gözüne gözüne girmiyordu, tepelerde bir yerde bulutların içinde işine gücüne bakıyordu. Beyaz bez spor ayakkabılarımı giydikten sonra mamamı kucağıma alıp basamakları inerken gölgenin keyfini çıkarıyordum.

Önce evimin yanındaki çöpe gittim ardından yolun karşısındakine. Mama, kabın içinde iyiden iyiye azalırken de harabenin önündeki çöpe gitmeye hazırlanıyordum.

Ve onu gördüm.

Don atlet geçen sefer gördüğüm köşede, benim tam olarak pijamamla eğildiğim yerde çömelmiş bir şeyle uğraşıyordu.

"Yine mi sen?"

Yabancı sitemli sesime rağmen benden tarafa bakmadı bile. Yığının hemen yanına eğilmiş bir şeyler yapıyordu.

Tamam, işte haklıyım. Okulda o da beni görmüş olmalı. Bu üç yapar. Artık beni takip ettiğinden eminim.

Öfke içimde pompalanırken adımlarımı hızlandırdım. "Beni takip ediyorsun," dedim yanına yaklaşırken sesimi yükselterek ama o yine bana bakmadı.

Görüşüm mavi muşamba örtülmüş manav kasalarının arkasına doğru genişlerken soluğumu tuttum. Çocuk bir şeyin üzerine eğilmişti, bir şey değil birinin. İki siyah conversenin yerdeki duruşunu görünce elimdeki mama kabını neredeyse düşürüyordum.

"Bu ne be?"

Don atlet dediğim çocuğun yüzü aniden bana dönünce soluğum kesildi.

Yabancı, "Sessiz ol," dedi uyarırcasına. Ardından hemen önünde yatan çocuğa döndü. "Kalkabilecek misin? Neden geldin ki buraya?" Bir adım daha atarak yerde yatan çocuğu görmeye çalıştım. Yabancı elini çocuğun sırtına koyup bedenini doğrultmaya çalışırken bir adım daha yaklaştım.

"Seni arıyordum Aram. Burada olduğunu söylediler."

Yerde yatan çocuk, ayaktaki yabancı çocuğa söylemişti bunları.

"Adın Aram mı?" dedim tereddütle onlara yaklaşırken.

"Sana sessiz ol demiştim," dedi bıkkınlıkla ardından kendisi de hafifçe doğrulup çevresine baktı. Bense üsteledim.

"Ambulansı arayabilirim. Arkadaşının nesi var?"

Yabancının gece karası gözleri yeniden benimkileri buldu.

"Yardım mı etmek istiyorsun?"

Başımı onaylar gibi salladım. Topluluk içinde bayılmak, dengeyi kaybetmek, kriz geçirmek, migren atağı geçirmek gibi normal olmayan şeyler hakkında pek hoş olmayan azımsanmayacak sayıda tecrübem vardı. Yardıma ihtiyacı olan birine yardım etmek, kendimin ne denli kırılmış olduğunu unutmama yardım ediyordu.

"Aram," dedi çocuk bir kez daha. Ardından az önce hafifçe yükselen bedeni koyu ahşap rengi tahta kasalardan birinin üzerine düştü. Endişe içimde kanat çırpan bir kuş gibi bedenime sığmayıp çıkacaktı sanki. Ürperiyordum, yardım etmek istiyordum ama beynimde alarm sinyalleri çalıyordu. Amigdalam koşup buradan toz olmamı emrederken içimdeki merhametten nasibini almış bir parça kalbim yardım et diyordu.

"Onun nesi var?"

Aram bana bakmadı. Arkadaşının yüzünü bir sağa bir sola çevirip ona bakması için çabalıyordu. "İlyas. Hadi koçum aç gözlerini." Eliyle çocuğun yüzüne dağılan ıslak sarı saçları geriye itti. Çocuğun ten rengi öyle soluktu ki baktıkça bedenim soğuyordu sanki.

"O iyi mi?"

Artık tamamen yabancı olmayan yabancı, "Değil," dedi bana bakmadan. "Gel de onu kaldıralım. Arabam şurada, taşımama yardım et." Yanına yaklaşıp diz çöktüm. "Ambulansı arayalım."

"Gerek yok ben götürürüm." Bir anlığına telefonunu çıkarıp ekrana hızla bir şeyler yazdı ardından telefonu arka cebine koyup yeniden arkadaşının üzerine eğildi. Tek kolunu kaldırıp beline dolarken gözleriyle diğer tarafı işaret etti.

"Ne yani, ben de mi taşıyacağım?"

Aram, gözlerini kapatıp sanki dünyanın en saçma sorusuyla baş etmek zorundaymış gibi derin sesli bir nefes aldı. "Yardım etmek istediğini söylemiştin," dedi gözlerini açarken.

"Diğer tarafa geç. Arabam şurada."

Dediğini yapmak için yerde emekleyip sarışın çocuğun pelte olmuş kolunu kavradım. Bir elimle incecik kolunu omzumun gerisine atarken diğer elimle hala mama kabını tutuyordum. "Kaldıralım," diye buyurdu Aram ve birlikte zor da olsa ayağa kalktık. Arabanın yerini işaret edip iki eliyle İlyas dediği çocuğun bedeninin üst tarafını kavradı, ben pek işe yarıyor muydum bilmiyordum ama elimden geleni yapıyordum.

Aram, benden yaklaşık otuz santim uzundu, İlyas ise incecikti ve Aram'dan sadece birkaç santim kısa bir çocuktu. Böyle tiplerin hafif olmasını beklerdiniz ama sanki çuvallar dolusu patatesi kürek kemiğimle taşımaya çalışıyormuşum gibi hissediyordum.

Bez ayakkabılarımın zemini bana küfürler ederken eski asfaltta birkaç metre daha yürüdük. Sokağın karşısına geçip ana caddeye görünmeden yeni tesviye edilmiş inşaat alanına geldik. Aram cebinden anahtarını çıkarana kadar onun arabasına yaklaştığımızı fark edememiştim.

En az on- on iki yaşında siyah bir Chevrolet'nin yanındaydık şimdi. Arabanın kilidi açılınca Aram sağ eliyle arka kapıyı açtı. "Tamam bana bırak," dedi sakince. Dediğini yaparken ihtiyatı elden bırakmadım. Aram, önce İlyas'in başını ardından da tüm gövdesini arka koltuğa yerleştirdi. Bacaklarını tutarak kaldırıp ön koltuğa değecek şekilde çevirdikten sonra kapıyı kapatıp sırtını arabaya yasladı.

"Hastaneye mi götüreceksin? Aslında teyzem doktor ve gerçekten yakın oturuyoruz. Yardım ede..."

Göğsü inip kalkarken alnında minik ter damlaları oluşuyordu. İlyas'ın neredeyse tüm ağırlığını o taşımıştı. Şu an canı çıkıyor olmalıydı.

"Gerek yok. Teşekkürler. Kalanını ben hallederim."

Bana bakmadan doğrulup ön kapıyı açtı. Koltuğuna otururken kapıyı kapatmak için dışarı uzanınca ondan önce davranıp kapıyı tuttum. "Emin misin? Tıp merkezi hemen ana caddede. Eğer istersen birlikte götürebiliriz sonra beni eve bırakırsın. Olmaz mı?"

Aram kapıyı parmaklarımdan kurtarmak için ileri geri çekince bırakıverdim. Ardından kapıyı kapatıp anahtarı kontağa taktı. "Ben hallederim."

Gözlerimi devirdim. "Arabaya zor taşıdık. Tekrar onu indirmen için birine ihtiyacın olacak. Off! Ben de geliyorum." Bir şey demesine fırsat vermeden arabanın önünden dolaşıp yolcu kapısını açtım. "Arkadaşın iyi olsun bana sonra teşekkür edersin," dedim ters ters. Sonrasında koltuğa oturup kapımı kapattım ve uzunca bir süredir çok sevdiğim emniyet kemerimi taktım.

Bir süre hiçbir ses olmayınca ona döndüm. "Ee hadi çalıştırsana."

Aram aracı çalıştırınca başımı çevirip omzumun üzerinden arkada yatan çocuğa baktım. Araç geri geri çıkarken gözlerim hala bir ölü gibi yatan çocuktaydı. Göğsü hareket ediyor muydu göremiyordum.

Araba anayola çıktığında önüme dönüp kucağımdaki mama kabını ayakkabımın yanına yerleştirdim.

"Benim adım Karaca bu arada," dedim sessizce. Aram yanıt vermeyince başımı çevirip ifadesiz yüzüne baktım. "Onun nesi var? Epilepsi nöbeti mi geçiriyor?" Aram, yarım ağızla gülünce şaşırdım. Komik bir şey dememiştim ki.

"Tıbbi şeyleri biliyorum diyorsun yani öyle mi Karaca?"

Adımı söyleyişi öyle tuhaftı ki. Sanki bana değil başkasına konuşmuş gibi gelmişti.

"Teyzem doktor. Demiştim zaten." Tekrar önüme döndüm ve gözlerimi bu kez yoldan ayırmadım.

Dakikalar sonra caddenin aşağısındaki son ışıklarda bekliyorduk. Çevredeki binalara bakıp nerede olduğumuzu anlamaya çalışırken ona döndüm. "Tıp merkezinden uzaklaştık. Burada değil. Yolu bilmiyorsan eğer..."

"Lüzumu yok. Oraya gitmiyoruz." Bir an doğru duyup duymadığımdan emin olamadım. Yoksa kulak çubuğuyla kulağımı fazlaca karıştırıp sağır mı olmuştum?

"Anlamadım."

Yeşil yanınca araç hareket edip adadan döndü. Şimdi yoldaki tek araç bizdik. "Anlamayacak bir şey yok," dedi Aram kısaca. Sonra bana dönüp simsiyah saçlarının gölgelediği ifadesiz bakışlarını yüzümde gezdirdi. "Oraya gidemeyiz."

Omzumun üzerinden neredeyse son nefesini verecekmiş gibi duran çocuğa baktım. "Arkadaşının bilinci kapalı. Kafayı yemediysen eğer en yakın acile gitmen gerek." Aram da benim gibi dönüp İlyas'a kısacık bir an için baktı ardından tekrar yola döndü. Gaza bastığında saçlarım yüzüme uçuştu.

"En yakın acil gibi bir şeye gidiyoruz zaten."

"Gibi bir şey?"

Aram'ın direksiyonu tutan elleri sıkılaştı. "O uyuşturucu kullandığı için bu halde. Muhtemelen de aşırı doz. Legal bir yere giderse başı belaya girer. Eğer kendinde olsa inan bana o da bunu isterdi."

Uyuşturucu kelimesinin uğursuz ağırlığı bedenime çökerken derin nefesler almaya çalıştım. Uyuşturucu, otoyolda hızla giden siyah bir araç... Sikik bir dejavunun içindeydim sanki.

"Ne?! Tamam boş ver daha fazla anlatma. Beni indir, ben eve gideyim siz de ne haliniz varsa görün. Olur mu?"

"Olmaz," dedi Aram ama yavaşlıyor gibiydik. Ayağını gazdan çekince rahatlayıp derin bir nefes aldım. Buradan hemen siktir olup gitmem gerekiyordu. Teyzemin araması an meselesiydi. O an aklıma bir şey geldi.

"Teyzeme mesaj bıraktım," dedim sesimin sakin çıkmasına özen göstererek. "Birazdan polisleri peşimize takar. Beni yolun kenarında indir. Söz veriyorum kimseye bir şey anlatmayacağım."

Aram öyle bir güldü ki bedenimdeki tüm tüyler diken diken oldu. "Evet tabii," dedi gülerken. "Annenle babana da haber vermişsindir hatta." Bir an aptalca suratına baktım ardından dizginleyemediğim saf bir öfke içimde patlayıp sol elime doluştu.

Uzanıp yanağına sertçe tokadı patlattım.

Araç bir anlığına sağa sola kayınca yerimde zıpladım.

"Manyak mısın be?"

"Beni hemen indir!"

Aram, sanki az önce şampiyon bir Kick Boksçu yüzünü yumruklamış gibi ağzını açıp çenesini oynattı. Araç yeniden normal seyrine dönerken de ters ters bana baktı. "İndiremem. Vakit kaybediyoruz. İlyas'ı hemen onlara götürmem lazım. İki saat içinde evine dönersin."

Sakin olmalıydım. Telefonum bendeydi. İstediğim zaman bu işin içinden sıyrılabilirdim, değil mi?

"Polisi arayacağım."

"Ara. İlyas'ı doktorlara götüremeden ensemize çöksünler. O da ölsün." Bir anda frene basıp bizi sarsarak arabayı durdurdu. Yolun ortasında duruyorduk şimdi. Alacakaranlık etkisini yavaş yavaş gösterirken yolun yanındaki sokak lambaları tek tek yanmaya başlamıştı.

"Hadi ara. Gelsinler. İlyas'ı düşünme. Kimsesi yok zaten. Kimse o öldü diye ağlamaz. Rahat ol sen."

Gözlerime doğrudan değen simsiyah irislerde herhangi bir duygu yoktu. Sözler, öfkeli dudaklardan dökülmüyordu. Bıkkın bile değildi. Dümdüz konuşuyordu.

Öyle korkunç bir insandı ki ondan etimle kemiğimle nefret ettim.

Ona bakmaya daha fazla tahammül edemediğim için gözlerimi kapatıp koltuğumda geriye yaslandım. "Senden tiksiniyorum. Sadece sür tamam mı? Sür."

Anahtar kontakta döndü ve araç tekrar çalıştı. Sol yanımda vitesin hareket ettiğini hissettim. Aram'ın parmakları bir an için bacağıma değince gözlerimi açtım. "Vites değiştirdim," diye bildirdi hemen. "Korkma."

"Senden neden korkacağım ki? Tekinsiz belalı görünmeyi havalı zanneden ezik bir tipsin sadece." Ve tekrar aynı şey oldu. Aram yine güldü ama bu kez gülüşü öyle içtendi ki şaşkınlıktan neredeyse ağzım yırtılacaktı.

Ben mevcut durumun saçmalığına alışamadan Aram ifadesini düzeltip şöyle dedi. "Daha fazla ağlamana gerek yok geldik işte." Başını eğip benden taraftaki cama dikti gözlerini. Baktığı yere dönünce hiçbir şey göremedim. "Orası orman," dedim yavaşça. Bir bina, bir tabela, herhangi bir yazı bari bir ışık olsaydı ama yoktu işte.

"Organ mafyasına getirdin bizi."

Dönüp hala camdan dışarıyı gözleyen heyecanlı yüzüne baktım. "Benim bir ciğerim neredeyse çalışmıyor gibi bir şey. Yani pek matah bir şey götürüyorsun sayılmaz."

Aram'ın dışarıyı gözleyen gece karası gözleri yüzüme indi.

"Tamam onlara bunu söylerim. Ciğerini çıkarmakla uğraşmazlar."

Gözlerim ardına kadar açılınca ekledi.

"Böbrek ve karaciğerin yeterli." Bir şey söylemek için ağzımı açacakken "Şşşh," dedi azarlar gibi. "Ne girişte, ne de içeride sana bir şey sorulursa yanıtlama. Hatta arabadan bile çıkma. Söz veriyorum işimiz bittiğinde seni evine götüreceğim."

Aracımız lambasız bir patikaya döndüğünde Aram sis lambalarını açtı.

"Bana güven tamam mı?"

Sinirle gülerken kendime hâkim olamadım.

"Sana güvenmek mi. Evet olur."

Aram, yanıt vermeden sessizce sürmeye devam etti. Yoldaki taşlar tekerlerin canına okurken kâküllerim zıplayıp duruyordu. Yaklaşık yirmi metre ötedeki binayı görünce gözüme giren kâkül problemi tüm önemini yitirdi.

Anayoldan uzakta, sık iğne yapraklı ağaçların arasında neredeyse gizlenmiş gibi duran kocaman binalar topluluğuydu bu. Yakınlarında ne tabela ne de başka bir şey vardı. Biz ağır ağır yaklaştıkça ana bina olduğunu düşündüğüm kocaman gri beton yığını gözüme daha büyük görünmeye başlamıştı.

Başımı eğip binanın kaç katlı olduğunu anlamaya çalışırken, "Burası neresi," diye sordum. Aram fısıldıyordu şimdi. "Bir fabrika," dedi sadece. Araba çitlere yaklaşmaya devam ederken ilk yaşam belirtilerini de görmüş oldum. Bir elipsin çeyreği gibi görünen kocaman çelik bir başlık iki yanındaki küçük güvenlik kulübelerin üzerinde yükseliyordu. Çelik şeridin üzerinde beyaz boyanın üstünde soluk bir kırmızıyla şu yazılıydı. E. M. Dezenfektan İlaç ve Endüstriyel Ürünleri San. Tic. Ltd. Şti.

"Bir dezenfektan fabrikası," dedim tıpkı onun gibi aptalca fısıldayarak. Sonra oturuşumu düzelttim. "Burada arkadaşına ne gibi bir yardım bulmayı bekliyorsun?"

Güvenlik kulübesine metreler kala Aram daha da yavaşladı.

"Sana demin dediklerimi unutma tamam mı? Sadece sessiz ol."

Bana bakışlarında görmeyi hiç ummadığım bir şey vardı. Korku muydu bu, yoksa endişe mi? Her neyse bu tipi ürküttüyse beni mahvedecek demekti bu yüzden birkaç saat sonra her şeyin normale döneceği hayaline tutunup çenemi kapalı tuttum.

Araç öyle yavaşlamıştı ki sanki yürümüyor da emekliyor gibiydik. Aram, aracı sağdaki kulübeye yanaştırıp camı indirmem için parmaklarıyla işaret verince tuşa basıp camı indirdim. Bir asker araca yaklaşınca kalbimin atışı hızlanmaya başladı. Ne çeşit bir firmanın güvenliğinde asker bulunurdu ki?

Asker eliyle dur işareti yapınca Aram durdu. Gözlerim bir ona bir de yüzlerimizi görmek için eğilen askere gidiyordu. Ensemdeki tüm tüyler diklenirken sakin olabilmeye çalışıyordum. Kendimi gümrükten kaçak şarap geçirmeye çalışan yeniyetme kaptanlar gibi hissediyordum.

"Araç tanıma amblemi var. Neden durduruyorsun beni?" Aram elini uzatıp direksiyon tarafında cama yapıştırılan küçük stickera parmaklarıyla tıklattı. Asker ambleme bakmadı bile. "Kimliklerinizi alabilir miyim?" Aha sıçtık, dedi amigdalam. Bir an için amigdalam olduğu için Allah'a sessizce şükrettim çünkü Aram, kendisininki yok gibi davranıyordu.

"Kimlik mi? Numara diyecektin herhalde?"

Asker yanıt vermeyince Aram ofladı.

"Sen yeni misin? Dün de mi buradaydın? Ben seni görmedim."

Asker bu kez emin değilmiş gibi sağa sola baktı ardından tekrar eğilip arabanın içine konuştu.

"Çarşamba günü başladım. Siz personel misiniz?" Aram başıyla onayladı.

"01, 03 ve 35 diye ilet onlara. Personellere ve..." Bir anlığına susup bana baktı. "Çalışanlara kimlik sorulmaz. Yasin Bey'in söylemiş olması lazım."

"Söyledi," dedi adam bu kez canı sıkılmıştı. "Şu sıralar tesise çok giren çıkan oluyor. Ordudan birkaç kişi daha gelecek. Güvenliği arttırdılar. Prosedürler günde iki kez güncelleniyor."

"Tamam tamam. Aram Alevhan. Sorgula ama çabuk yap. Arkadaşımızın doktoru görmesi gerek." Sağ elinin başparmağı ile arka koltukta her şeyden habersiz yatan İlyas'ı işaret etti.

"Sorun yok. Numaralar yeterli. Geçin." Bizden uzaklaşarak kulübesinin cam bölmesine kolunu uzatıp içerideki bir yere bastı. Giriş kapısının demiri yukarı kalkarken Aram camımı kapattı.

Ne düşünmem gerektiğinden emin olamaz halde başımı cama yaslayıp dışarı baktım. Askerler sadece girişte değil, her yerdeydiler. Fabrikanın merkezindeki binaya çıkan taşlığın iki yanı ona ek sonradan yapıldığı belli olan tek katlı binalarla doluydu. Bizim park etmek için girdiğimiz otopark ise sayabildiğim kadarıyla on katlı binanın hemen arkasındaydı. Aram aracı park edip anahtarı kontaktan çekerken eski püskü üstünde doğru dürüst ışıkların dahi yanmadığı ruhsuz beyaz binaya bakıyordum.

Suratsız yol arkadaşım, "Sen arabada kal," dedi kaba saba bir halde bana bakmadan. Ardından araçtan çıkıp birini aradı. Kısacık bir yer bildirim konuşmasından yaklaşık iki dakika sonra iki beyaz önlüklü adamın bize doğru yürüdüğünü gördüm. Aram arka kapıyı açıp adamlara seslendi. "Yirmi dakikadır bu halde. Kontrol ettim aşırı doz değil. Morfin enjekte etmiş kendine."

Son derece bilinçli bir şekilde dudaklarından dökülen sözler kanımı dondurdu.

Hani aşırı dozdu? Yalancı pislik.

"Neden hemen ilaç vermedin?"

Gözlerimi dikip onlara bakmamak için savaş veriyordum. Bir tanesi içeri uzanıp İlyas'ın nabzını kontrol ettiğinde yerimden kıpırdamadım.

"Yanımda olsa verirdim Mehmet. Yanımda yok ki veremedim. Hadi onu içeri taşıyalım. Hiçbir şeyden olmasa bile hipotermiden ölecek."

İlyas çıkarılırken yeniden başımı çevirip onlara baktım. O ana kadar hiç konuşmayan diğeri İlyas'ın kolunun altına girip Aram'a baktı.

"Aram yani Aram Ağabey, neden hipotermi olsun ki? Dışarıda mı kalmış yine?"

Cüssesinin büyüklüğüne rağmen çocuk gibi çıkan sesi dikkatimi çekti. Sonrasında kapıyı kapatırken yüzünü görmeye çalıştığımda anında şok oldum. Benim yaşlarımdaydı, belki daha küçüktü, doktor olmasına imkân yoktu ama üzerinde beyaz gömleği ve ne yazdığını okuyamadığım yaka kartı ile bir doktordan farkı da yoktu.

Dördü uzaklaşırken Aram'ın bana dediği gibi arabada kaldım. Girişinde kayboldukları otomatik kapıya bakarken telefonumu çıkardım. Teyzem aramamıştı, hala uyuyor muydu? Bir mesaj bile atmamıştı. Oysa neredeyse yarım saattir piyasada yoktum. Herhalde kedilerle oynadığımı düşünüyordu.

Aynen teyze kediler. Kocaman siyah çekik gözlü bir kedi var burada. Patronluk taslıyor.

On dakikalık sıkıcı bir cama buhar üfleyip orta parmak işareti çizme seansından sonra midemde bir yerler karıncalanmaya başladı. Kapalı yerlerden nefret ediyordum, Aram aracı üstümden kilitlememişti. Gerçi Chevrolet'nin bu modeli kilitleniyor muydu ondan da emin değildim.

Sıkıntı artık içimde dile gelmeye başlamıştı. Beynimin içinde kendisine emir verilmesinden hoşlanmayan Karaca ile mantıklı hareket etmeye bayılan Karaca tartışmaya girmişti. Bir beş dakika daha savaştıktan sonra dişli Karaca kazandı ve arabanın kapısını açarak dışarı çıktım.

Birilerinin tepeme geçeceğinden en azından bir yerlerden fırlayan mit ajanlarının ensemin köküne bir silah dayayacaklarından neredeyse emin halde yarım dakika kadar nefesimi tuttum. Fakat hiçbir şey olmadı. Askerler binanın çevresinde dikilmeye devam ediyorlardı. Birinin beni fark edip etmeyeceğinden emin olamaz halde çevreme kaçamak bakışlar attım. Kimsenin beni umursar gibi bir hali yoktu. Burası nasıl bir yerse içerde pek tehdit olacağını düşünmüyorlardı, anlaşılan dışarı karşı koruyorlardı. Bu yüzden derin bir nefes alıp az önce Aram'ların gittiği kapıya doğru hızlı adımlarla yürümeye başladım.

Otomatik kapı açılırken girişin hemen sağında duran adamla göz göze geldik. Ne ben ne de o diğerine gereğinden uzun bakamadan içeri daldım. Girer girmez de geri dönmek istedim. Tam karşımda arkasında uzanan asansör ve merdivenlerin hemen önündeki büyük masayı gördüğümde ayaklarım zamkla yere yapıştı sanki. Uzun yarım daire masanın arkasında üç görevli ekranlarına bakıyorlardı. Bir tanesi, çekik gözlü beyaz tenli simsiyah saçları olan asyalı bir kadındı bu, bana baktı.

"Yardımcı olabilir miyim?" dedi güzel bir Türkçeyle. Aramızdaki acınası iki metreyi suçlu bir ilkokul çocuğu gibi geçerken zihnimde uydurabileceğim yalanları tartıyordum.

Kadın, yanına vardığımda sandalyesindeki oturuşunu düzeltip yüzüme baktı. Beyaz gömleğinin cebinin hemen üzerinde bir yaka kartı vardı. Liyan Sumru Kanat altında da E.M. Sekreter diye belirtilmişti. Ben minicik karttaki fotoğrafına bakarken kadın tekrar konuştu. "Evet?" dedi yüzüme bakıp sorgularken.

"Ben..."

Aram ne demişti? Kimseyle konuşma.

"Aram'la birlikteyim. Arkadaşımızı nere..." Omzumda bir el hissedince cümlem yarım kaldı. Tüm bedenim alarma geçmiş halde dönerken Aram'ın karanlık bakışlarıyla göz göze geldim.

Aram, "Sorun yok. O burada çalışıyor," dedi çenesiyle beni işaret ederken. Liyan Sumru bana bakmayı sürdürünce de aceleyle ekledi. "Bu binada değil. Tesiste çalışıyor. Sağlık durumuyla ilgili rapor almak için geldi." Kadın bu kez ikna olmuştu işte. Aram'a soğuk bir şekilde gülümseyip sandalyesini tekrar düz çevirdikten sonra donuk bir şekilde masaüstü bilgisayarının ekranına döndü. Aram'ın omzumdaki eli yavaşça sırtıma kayıp beni ittirince ağzımı kapalı tutmak için kendimle bir savaş vermem gerekti.

Bana böyle istediği zaman istediği şekilde dokunması yanlıştı. Öte yandan uyarısını dinlemeyip buraya geldiğim için istese öfkelenip kızabilirdi. Gerçi tüm bu berbat olaylar silsilesi onun yüzünden olmuştu. Bu yüzden ne yaparsam yapayım sinirlenmeye hakkı yoktu.

Birlikte masadan uzaklaşıp girişi geçerek asansörün önündeki duvarın etrafından dolandık. Gözlerden uzaklaşır uzaklaşmaz tutuşundan kurtulup karşısına geçtim.

"Burası neresi?" Aram öfkeyle bakınca sesimi alçalttım. "Beni nereye getirdin?" Uzanıp asansörün düğmesine bastı.

"Öncelikle seni ben getirmedim. Arabaya binmek için fazla hevesliydin. Ve burası bir fabrika. Yazıyı görmüşsündür."

Burası sadece bir fabrika ise beni umacılar kovalasın.

"Yalan söylüyorsun. O askerler ne öyle? Her yer doktor dolu. Hem sen neden önlük giydin?" Yaka kartına baktım. "Aram A. Alevhan," dedim imalı bir şekilde. Uzanıp yaka kartının kalanını okudum. "B sınıfı personel." Elimi tutup yaka kartını çekiştirmeme bir son verdi. Saniyeler sonra hala bana dokunan parmaklarından kendimi kurtarıp kollarımı göğsümde birleştirdim.

Asansörün kapıları açılınca Aram içeri girip gelmemi işaret etti.

"İlyas'ı kontrol ediyorlar. İyi olduğundan emin olduğum an geri döneceğiz tamam mı?"

Kartını okutup asansördeki B tuşuna bastı.

"Sen arkadaşınla kal beni ana yola bırak. Bir şekilde eve döneyim." Aram başını öne eğip hafifçe güldü.

"Sonunda korkmaya başladın demek. Ben de bu kız neden korkmuyor diye endişelenmeye başlamıştım."

Ödüm kopuyordu. Ödüm kopup kopup önüme düşüyordu ama zaten cesur olmak, çoğu zaman korkmamak değil bunu gizlemeyi gerektiriyordu.

"Gerçekten burada neler dönüyor?"

"Bir şey döndüğü yok. Fabrika mahremiyetine değer veriyor sadece hepsi bu."

B katına geldiğimizde asansörün kapıları açıldı. Aram ile beraber çıktıktan sonra asansör tekrar çalıştı. Upuzun aydınlık bir koridordaydık şimdi. "İlyas'a bakmaya gideceğim. Sen de seni bıraktığım yerde bu kez gerçekten de duracaksın. Eğer yine kafana göre hareket etmeye başlarsan..."

"Fabrika en kötü beni dışarı atar. Daha kötü ne yapacaklar ki? Daha kötü senaryoda haneye tecavüzden tutuklayıp götürürler. Gözaltına alınırım ve..."

"Hey, hey! Hikâye yazmaya başladın. Uçtun gittin sen. Öyle şeyler olmayacak." İlk kapıdan içeri girip benim de girebilmem için kapıyı açık tuttu. Bir an sonra odadaydık ve Aram ışığı yakmamıştı.

"Karanlıkta mı bekleyeceğim seni?"

Başıyla onayladı. "Ve sessizce," diye ekledi hemen. "Biri gelir de bir şey sorarsa... Ayvayı yedik demektir. Sen odadan çıkma yeter." Ardından beni soru işaretleriyle bırakıp kapıdan çıkıp gitti.

Şimdi sıra yine o uyuz belirsiz bekleyişteydi. Bembeyaz sıkıcı bir odadaki iç karartıcı bekleyişim karanlığa rağmen koridordan vuran ışık, nesneleri zamanla görmemi sağladığında sıkıcılıktan kurtuldu. Küçük bir muayene odasıydı bu. Ufak bir masa, bir sürü sıralanmış dolap, bir sedye ve hemen yanında da bir tabure vardı. Kocaman bir pencere sıkı sıkıya tahtalarla örülmüştü. Pencerenin hemen yanında da büyük beyaz bir dolap vardı.

Burası paravan olarak bir mafyanın hastanesi gibi bir şeydi herhalde. Böylesi bir yere sahip olmak için taşaklı adamlar olmaları gerektiğini düşündüm. Gerçi mafya da olamazlardı çünkü askerler vardı. Bilmece gibi yerdi. Düşündükçe beynim yanıyordu resmen.

Koridordaki ayak seslerini duyana kadar kaç dakika geçmişti bilmiyordum. Ayak sesleri git gide yaklaşınca aklıma Aram'ın sözleri geldi. Eğer biri gelip bana sorular sormaya başlarsa ayvayı yiyeceğiz demişti. Ama yine de bekledim.

Adım sesleri daha fazla yaklaştı.

Akıllı bilekliğimin ekranına baktım.

Adımlar artık neredeyse kapının önünden geliyordu. Birileri konuşuyordu ve içgüdülerim yanılmıyorsa odaya gireceklerdi. Hızla tabureden kalkıp tam karşıdaki dolabın kapağını açtım. İçeride yaklaşık altmış santimlik bir boşluk bulunca hiç düşünmeden iki büklüm oturup kapağı ardımdan kapattım.

Işıklar yandı.

Bir kadın gülerek bir başkasına, "Gel hadi," dedi. Ardından kapının kapandığını duydum. Şimdi minicik aralıktan gelen ışık ve neredeyse dibimdeki insanların çıkardıkları seslerden başka hiçbir şey yoktu.

"Bayağı fena olmuş bu sefer. Bir süre yatması gerekecek.""

"Herkes o çocuk gibi değil. Her bünye kaldıramaz bunu."

Adam, kadın kadar neşeli değil gibiydi. Gerçi kadın neden neşeliydi o da muammaydı. Aralıktan az önce oturduğum taburenin alındığını gördüm. "Nilgün Sayar göçmenlerin de kullanılmasını istedi," dedi adam tabureye otururken koltuğun, içindeki havayı bırakışının sesi duyuldu. "Bizim zaten hastamız çok. Göçmenleri kullanmak pek doğru gelmiyor bana. Kendi insanımız dururken." Bir çakmak sesi duyunca şaşırdım. Odaya yayılan incecik dumanı gördüğümde ise hepten şaşkına döndüm. Kadın bu hastane gibi yerde sigara içiyordu.

"Nilgün'ün talepleri olabilir ama son söz devlette. Göçmenler şimdilik bu işin dışında." Duman iyiden iyiye odaya yayılırken gözlerimi kırpıp deliğe adeta yapıştım. "Altı sene oldu Zafer Bey. Koskoca altı sene. Katatonik ve komada yatan hastalar konusunda tek bir gelişme olmadı. Bütçe devamlı olarak onun gibilere gidiyor ve açıkçası dişe dokunur bir faydaları da yok. Anca bugünkü gibi aşırı doz vakalarında görebiliyoruz onları. Halini gördün mü? Ölmek istemişmiş. Binlerce insan yaşamak için ondan çok daha fazlasını yapardı. Düpedüz," dedi bir nefes daha alırken. "Nankörlük." Ardından oda yeniden dumanla doldu.

Konuştukları hakkında tek bir şey anlayamasam da hayatım sanki buna bağlıymış gibi o ikisini dinledim. Buranın sadece bir fabrika olmadığını anlamam için dünyanın en zeki insanı olmama gerek yoktu, öte yandan kadın devletten bahsetmişti ve dışarıdaki askerler... Burada ne dönüyordu acaba?

"Aram belgeleri alıp çıkacak. Bir şey istiyorsan çocuk çıkmadan yetiş." Aram'ın adı geçince tuttuğum nefesim kursağımda dondu. "O en azından dışarı çıkabiliyor," dedi kadın sinirle. "Cips isteyeceğim bir de kore rameni. Hasta bakıcılar için de gofret getirsin ne bileyim işte abur cubur. Makine bozuk günlerdir kola yerine ayran atıyor." İkisi yerlerinden kalkıp kapıyı açtılar. Kapı tekrar kapandığında bir süre daha dolabın içinde kaldım.

İki büklümdüm.

Her yanım acıyordu ama çıkmaya cesaret edemiyordum. Dolabın aralık kalan kapısından kadının ardında bıraktığı sigara dumanı sızarken bile çıkamadım. Orada ne kadar dakika kambur bir şekilde bekledim bilmiyordum ama kapı tekrar açıldığında gözlerimi ardına kadar açtım. Kalbim neredeyse ağzımda atarken kapı tekrar kapandı.

"Karaca?" dedi Aram. Işıkları açmamıştı. "Karaca?" Dolabın kapağını yavaşça açıp dışarı çıktım.

"Buradayım," dedim dağılan saçlarımı düzeltirken. Kot pantolonumun katlanan dikişleri idrar torbama baskı yapmıştı, ömrümde hiç olmadığı kadar çişim vardı. "Birileri geldi ben de dolaba girdim."

Aram'ın karanlıkta hareket ettiğini gördüm. Elini yüzüne götürmüştü. Konuştuğunda fısıldarken gülüşünü bastırmaya çalışıyor gibiydi. "Hadi gel seni eve götüreceğim," dedi hala gülerken. Kapıyı tekrar açtığında koridordaki floresanlardan sızan ışık siyah deri ceketine düştü. Simsiyah saçları ve aynı şekilde siyah kıyafetlerine düşen bembeyaz ışığın gölgeleriyle pinterestte duvar kâğıdı yapılan oğlanlara benzemişti.

"Beni eve götür sonra da... Sonra da bir daha gözüme görünme lütfen."

Koridora adımımı attığım an dondum. Sarışın bir kadın asansörden çıkıp omzunun üzerinden arkasındaki adama bakarak, "Çakmağı odada unutmuşum," diye bildirdi. Önüne döndüğünde göz göze geldik. Arkamda Aram kapıyı kapatmıştı, başımı çevirip baktığımda onun da benim gibi şok olduğunu gördüm.

Kadının fayansların üzerinde takırdayan siyah topuklu ayakkabıları durdu. Mavi gözleri kuşkulu bir ifadeyle kısılırken, bakışları benden Aram'a kaydı. "O kim?" dedi resmi bir şekilde. Yeniden yürümeye başladığında az öncekinden daha yavaştı. Diğer adam asansörden çıkıp hızlı adımlarla bize doğru gelmeye başlayınca içgüdüsel olarak bir adım geri çekilip istemeden Aram'ın ayağına bastım.

"Açıklayabilirim," dedi Aram endişeyle. Endişe mi? Ama o endişeleniyorsa... Eyvah, bahsettiği ayvayı yemiş miydik şimdi acaba?

"Açıklamanı bekliyoruz," dedi adam. Şimdi ikisi de karşımda duruyor, her an kaçabilecekmişim gibi tedbirli bakışlarını üstümden ayırmıyorlardı. "Ben kimseye bir şey anlatmam. Gerçekten. Devlet sırrı falan. Yani bana güvenebilirsiniz."

"Sessiz ol," dedi Aram sıkılı dişleri arasından. Dirseğimi tutup beni kendisinin yanına çekti.

"Güveniriz tabii," dedi kadın gayet sakin bir şekilde. Sonra Aram'a döndü. "Böylesi bir hata. Yazık çok yazık. Zafer Bey?" Adam, "İlacı verelim mi?" diye sordu sadece.

"Neler oluyor?"

Aram kollarımı tuttu. "Bir şey olduğu yok. Sakin ol," dedi ama kendisi de sakin değildi ki.

"Aram. Eve gitmek istiyorum. Eve gideceğime söz vermiştin."

"Hastayı bayıltalım lütfen."

Kadın konuştuktan sonra adam cebindeki şırıngayı çıkardı. Önlüğünün diğer cebindeki üç tüpü şırıngaya çekerken beni tutan demir gibi kafesten kurtulmaya çalıştım.

"Aram bırak beni! Söz vermiştin!" Ama Aram bırakmadı. Ellerimi daha sıkı tutup başını öne eğdi. "Sözümü tutacağım. Eve gideceksin," dedi sessizce.

Adam elinde şırıngayla bana yaklaşırken gözlerimi ondan ayıramadım. Şırınganın ucundaki sivri iğne git gide bana daha çok yaklaşırken tek yapabildiğim ellerimi kurtarmaya çalışmak oldu. "Onu yere oturt," dedi kadın bir adım geri çekilirken.

"O ne? Bana ne yapacaklar? Aram o ne?"

Aram'ın bileklerimi tutan parmakları sıkılaştı. "Sakin ol," dedi üzgün üzgün. "Sakinleşeceksin hepsi bu. Lütfen sabit dur." Ama durmadım. Adam elinde iğneyle başucuma çöktüğünde debelenip onu ısırmaya hazırlandım.

Adam ceketimi aşağı doğru çekiştirince kanım donar gibi oldu. Beni soymaya çalışıyordu.

"Benden uzak dur!"

Onu ısırmak için hazırlanırken başımı boştaki eliyle kavrayıp boynumu yan çevirdi. Ceketimle tişörtüm omzumdan aşağı kayarken kolumda yakıcı bir şey hissettim. Saniyeler içinde adam kalkmıştı ve Aram üstümü düzeltiyordu. Artık ellerimi bırakmıştı ama zaten debelenecek gücüm kalmamıştı. Sanki bir anda her şey önemini yitirmişti.

"On ya da on beş saniye sonra her şey normale dönecek," dedi Aram adamın az önce dağıttığı kâküllerimi parmaklarıyla ayırırken. Sonra başımı nazikçe kaldırıp dizine koydu.

"Uyandığında evde olacaksın."

Ve sesi yavaş yavaş koridorda yürüyen kadının topuk sesleri içinde kayboldu.

Loading...
0%