Yeni Üyelik
5.
Bölüm

Bölüm 5- Madalyonun İki Yüzü

@rgayeonel

 

PERDE 5

 

MADALYONUN İKİ YÜZÜ

Sokağımıza girdiğim an yan aynalardan arkamda ilerleyen Chevrolet'e baktım.

Aram yakın takipteydi. Tüm yol boyunca bir an olsun arabamızın kıçından ayrılmamıştı. Eliz ise kendi aynasından durmaksızın geriye bakıp takip edildiğimizi söylüyordu.

"Bizi takip ediyorlar çünkü hapse atacaklar."

Evin önündeki verandada ışık yanınca bir süredir tuttuğum nefesimi bırakıp Eliz'e döndüm.

"Bak geldik. Sakin ol artık." Ama olmuyordu, hala cama tünemiş arkamızdaki araca bakıyordu. Eliz, bizi kimin takip ettiğini sanıyordu bilmiyordum ama arkamızdaki kişi onun henüz bu öğlen ağzından salyalar akıtarak baktığı Aram'dan başkası değildi.

Direksiyonu sağa kırıp park etmeye hazırlanırken Aram'ın arabası yanıma yaklaşıp durdu. Camını indirip göz göze gelmemiz için yolcu koltuğuna uzandı.

"Evin burası mı?"

Gözleri benden uzaklaşıp yavaşça ışığı yanan evin aralanan kapısına kaydı. Teyzem üzerinde hırkasıyla girişe çıkmıştı. "Evet," dedim isteksizce. Tekrar ona döndüğümde çenesiyle Eliz'i işaret etti. "İyi olacaksınız değil mi?" Başımla onayladım.

"Şey yardımların için yani eşlik ettiğin için teşekkürler. Adımı Eliz'den duymuşsundur belki ama ben de Karaca. Memnun oldum."

Basit bir, "Ben de," dedi Aram. Sonrasında gözleri tekrar teyzeme kaydı. "Ben gideyim öyleyse." Kendimi tekrar aptal aptal başımı sallarken buldum. Chevrolet yavaş yavaş yola çıkıp uzaklaşmaya başladığında arabayı park edip araçtan çıktım.

Teyzem ayağında terliklerle merdiveni inip hızlı adımlarla yanıma geldi.

"Nöbete gidecektim sen arayınca bir saat erteledim. Eliz'in nesi var?"

Başparmağımla içeride oturup sayıklayan arkadaşımı gösterdim.

"Kafayı yedi teyze. Öyle aptalca şeyler söylüyor ki belki de onu nöbetçi bir psikiyatra götürmeliyiz." Teyzem gözlüklerinin üstünden bana baktı. "Nöbetçi bir psikiyatr bulursan haber ver." Sonra aracın çevresinden dolanıp Eliz'in kapısını açtı.

"Eliz. Bak bana. Eliz."

Eliz sayıklamasına ara verip teyzemin yüzüne baktı. Sonrasında da çığlığı bastı. Koşarak yanlarına gelip onu sakinleştirmeye çalıştım. "Böyle işte. Normal davranmıyor."

"Beni ona verme," diyordu Eliz. Boynuma sarılıp tüm gücüyle bedenimi kendine yapıştırırken tekrar tekrar yalvarıyordu. "Beni ona verme."

"O kim Eliz? Burada kimse yok. Bak teyzem burada ve şimdi..."

"Perihan," dedi dudakları saçlarıma değerken. "Perihan'a verme beni." Güçlükle kollarından kurtulup yanı başımda dikilen teyzeme baktım. "Bak işte. Burak'ı aradım ama pek iyi durumda değil." Gözlerimi kaçırdım. "Beni anlamadı bile. Annesini arar mısın sen?" Teyzem yanıt vermek için dudaklarını aralayınca Eliz yeniden koluma tutunup koparırcasına beni aracın içine çekti.

"Ona verme Kar. Beni ona verme. Söz ver." Çaresizlikten ne diyeceğimi bilemedim. "Tamam merak etme," diyebildim beni tutan parmaklarını yavaş yavaş çözerken. Sonrasında araçtan çıktım.

"Annesini sen ara. Numarası cep telefonumda kayıtlı. Mutfak masasının üzerinde telefonum. Ben onunla kalırım."

Omzumun üzerinden, korku dolu gözlerle teyzemi izleyen Eliz'e baktım. "Emin misin?"

Teyzem elime dokundu. "Eminim Kar. Hadi git ailesine burada olduğunu söyle." Onları arkamda bırakıp merdiveni çıktım. Ayakkabılarımı fırlatırcasına çıkarıp mutfağa koştum. Teyzemin telefonundan Eliz'in annesini arayıp durumu olabildiğince açıklayarak buraya gelmelerini istedim. Sonra da uygulamadan konum atıp telefonu ceketimin cebine tıkıştırarak ayakkabılarımın arkasına basıp yanlarına geldim.

Eliz... Bıraktığım gibi değildi.

Gülüyordu aslında gülüyorlardı.

"Ne oldu?"

Telefonu teyzeme uzatırken Eliz'e bakıyordum.

"Teyzen bana gaz çıkaramadığın için ilaç içtiğini söyledi."

Nasıl bakmış olacağım ki gülerken ekledi. "Merak etme Burak'a söylemem. Hem osuramamak bence iyi bir şey. Havalı yani." Çenem neredeyse yere düşmüş halde teyzeme döndüm.

"Demin ağlıyordu. Hatta kafayı yemiş gibiydi. Ne oldu da düzeldi?"

Teyzem yüzyılın en önemsiz şeyini söylemişim gibi basitçe, "Sinirleri bozulmuştu. Sohbet ettik düzeldi," dedi. Ardından üşüyormuş gibi kollarıyla kendini sardı. "İçeri geçelim hava buz gibi. Hastalanırsam nöbetlerimi kim tutacak?"

Eliz tembel tembel arabadan çıkarken teyzemin peşine takıldım. "Teyze ne ara sohbet ettiniz? İki dakika bile olmadı. Ne dedin de düzeldi?" Kapıdan geçerken terlikleriyle dışarı çıktığı için hayıflanıyordu. Eliz de içeri girince kapıyı örttü. "Ne diyeceğim Karaca? Biraz konuştuk. Sinirleri bozulmuş düzeldi işte. Hem zaten bence çok kötü değildi. Sen biraz abartmışsın."

Biraz abartmış mıyım?

"Beni Perihan'a verme diye ağlıyordu ama abartan benim."

Teyzem koltuğa oturan Eliz'e kısacık bir bakış attı. "Şşhh! Duyacak şimdi ayıp olacak." Sonrasında parmak ucunda yükselip seslendi. "Çay var yeni demledim. Annenler gelene kadar için." Eliz teşekkür ederken suyu açıp ellerini yıkayan teyzeme bakıyordum. Anlaşılan yaşananları tek tuhaf bulan bendim.

Eliz'in oturduğu koltuğa geçip yanına kıvrıldım. En yakın arkadaşım yarım saat önce kafayı yememiş gibi gözleri neşeden parlar halde salonun ortasındaki orta sehpaya bakıyordu. "İyi misin?" Başı yavaşça bana dönerken kendimi tekrar aynı korku filmindeymişim gibi hissettim. "Evet," dedi arkadaşım yavaşça. Sonra gözleri hala parlarken başıyla mutfaktaki arkası dönük teyzemi işaret etti. "O iyi bir kadın." Anlayamaz halde ona baktım.

Eliz'in ailesi geldiğinde çaylarımızı çoktan bitirmiş koltukta uzanıyorduk. Zil çaldığında Eliz, başını kırlentten kaldırıp uykulu gözlerle kapıya bakmıştı. Biz gitmeden önce teyzem çıkıp kapının önünde biraz ailesiyle konuşmuştu, sonrasında ise Eliz'i teslim etmiştik.

Saat ilerlerken teyzem bir daha hiç Eliz'in konusunu açmadı. Ben de ona soramadım. Teyzem nöbete gittikten sonra odama gidip ışığı kapatarak kendimi yatağa bıraktım. Ben, uyuyamam uzun uzun bugünü düşünürüm derken üzerimdeki kıyafetleri -çoraplarımı dahi- çıkaramadan uykunun yumuşacık kollarına kendimi bıraktım.

***

|Kodex Tesisi, geçmiş |

Günün ardından kritik yapmak bir gelenekti.

Hele yorucu günlerin ardından kritik yapmak... Geleneğin de ötesinde gerekliydi. Tesis çoğu zaman bizlere doğaçlama payı bıraksa da önemli görevlerde gruplar birbirlerinin liderlerine bilgi geçmek zorundaydı.

Ben de bunu yapıyordum. Ne yazık ki görevim süper bir şey değildi ama görev, görevdi. Engin Alevhan'ın bundan hoşlanmaması ise tek kelimeyle, talihsizlikti.

"Aslında öyle berbat bir görev değil."

Engin bana ters ters bakınca oturuşumu düzeltip konuşmaya devam ettim.

"Gerçekten çok berbat değil. Kapıda hep korumalar var, küçük kızı neredeyse hiç göremiyorum kadın ise kocasının eve metresini yerleştirmesinden hiç şikâyetçi değil." Engin'in suratındaki ifade değişince başımı kaldırıp ona baktım. "Bu kelimeden hoşlanmıyorsun ama ne yapabilirim? Görev görevdir. Sıfatların bir önemi yok."

Engin başını diğer tarafa çevirince göğsüm sıkıştı. Görev yerim ve vasfım belirlendiği günden beri böyle dengesiz hareketler sergilemeye başlamıştı. Ona kızamıyordum, kimse kız arkadaşının başka bir erkeğin metresi olmasını istemezdi. Bu gerekli olsa bile.

"Başka biri de gidebilirdi ama onlar seni gönderdi. Gerçekten diğerleri de gidebilirdi." Tekrar dönüp gözlerime baktığında her zamanki sıcak ifadesinden eser kalmadığını gördüm. "07, 08... Hepsi de bu iş için yeterli vasıflara sahip."

Bana bakması için vücudumu ondan tarafa çevirip omuzlarını tuttum. "Belli ki benim kadar güzel değiller," dedim hafifçe gülümserken. Bana bakan gözlerinde minik parıltılar oluşunca rahatlayarak nefesimi bıraktım. "Kimse senin kadar güzel değil Kar." Bu kez kahkahayı bastım. "Böyle devam et Bay Alevhan. Sen işini biliyorsun." Engin kahkahama ortak olurken mahzenin gıcırdayan kapısı açıldı.

"Selamünaleyküm gençler."

Aralık kalan kapı aceleyle kapanırken giriş katın yüksek penceresinden yansıyan ışık tanıdık bir simanın saçlarını aydınlattı.

"Selam İlyas," dedim cereyan yüzünden üşüyen karnımı kollarımla sararken.

İlyas'ın çekik gözlerindeki kocaman gözbebekleri birden küçülüverdi. "03 demelisin. Burası mahzen bile olsa tesise bağlı."

Engin tek adımda misafirimizin yanına giderek elini İlyas'ın omzuna doladı. "Siktir et tesisi," dedi biraz da sinirle. "Bu yasak değil. Sadece çocukken söyledikleri bir uyarıydı. Kimse buna uymuyor ki."

İlyas, Engin'in bedenini sararak sıkan kolunu indirdi.

"Kar'ı ürkütmek istemiştim," dedi alayla. Sonrasında bana döndü. "Görev yerinde baya iyi iş çıkarıyormuşsun. Herkesin gururu oldun yine. Gerçi buzdolabı herif kıskançlığından ölüyordu az daha. Toplantı odasındaki halini gördünüz mü? Hele o simsiyah gözleri." Kolunu tutup sıkarken gözlerimle Engin'i işaret ettim. İlyas dudaklarını oynatarak özür diledi ama hiç de üzgün gibi değildi, onu kızdırmaktan sapık gibi zevk alıyordu. Hele söz konusu buzdolabı herif olduğunda.

Tabii bazen ileri gittiği oluyordu ama Engin'in yanında ondan bahsederken yine de tedirgin oluyordu. Gerçi diğer Alevhan'a buzdolabı demek masumaneydi. Kardeş olmalarına rağmen ortalarda Engin olmadığında Aram hakkında daha güzel sıfatlar kullanabiliyordum.

"Ben silahlarla oynarken sen korumalı bir evde gününü gün ediyorsun. Küvetine badem sütü falan döküyorlar mı?" Engin elinin tersiyle ensesine patlatınca, "Ne var?" dedi gücenerek. "Sen hiç milletvekili evi gördün mü? Ben görmedim ağabey. Göreve yollamasalar ev bile göremezdim zaten." Eliyle mahzenin tavanını işaret etti. "Buraya da ev gözüyle bakmıyorum. İnsan hiç koridorundan antiseptik kokuları gelirken huzurla uyuyabilir mi?"

Gözlerim tavandayken İlyas'ın sözünü düşündüm. Huzur demişti.

"Huzur."

İkisi de bana dönünce başımı yeniden eğdim.

"Huzuru bizi dünyaya getirenler sağ olsun çok önce bıraktık biz." Engin'in eli İlyas'ın sapsarı saçları üzerinden uzanarak yanağıma değdi.

"Böyle kaderci konuşma. Her şey bittiğinde biz de diğer insanlar gibi gerçek bir hayat sahibi olabileceğiz." Sonrasında yanağımdaki eli geri çekilip İlyas'ın saçlarını karıştırdı. "İstediğimiz her mesleği yapabiliriz. Diğer çocuklara da bakarız. Belki onlar daha şanslı olur, tesisin eline geçmeden onları... Gerçek hayata hazırlarız."

Kısacık küt saçlarımı ellerimle düzeltirken ayağa kalktım. "Gitmem gerekiyor." Ardından üzgün üzgün Engin'in güzel yüzüne baktım. "Bu hafta başka zaman gelemeyeceğim. Ben gelene kadar..."

"Ben hallederim," dedi beyaz atlı prensim. "Sen git." İlyas'ın bacağına hafifçe bir tekme atarken eğilip Engin'e sarıldım. Sonrasındaysa mahzenin kolonlarının arasındaki açıklığa yürüdüm. Tam gidecekken tekrar dönüp onlara baktım, tek aileme.

"Kendinize sahip çıkın tamam mı?"

Engin gülümserken çoktan İlyas'ın başını eğip boğuşmaya başlamıştı. "Onlar kendilerine bakamaz ama ben varım," dedi kibarca. Sonra bir an için gözleri gözlerimi buldu. Öyle tedirgindi ki metrelerce öteden benim için endişelendiğini biliyordum.

"Dikkatli ol Karsu."

Dikkat edecektim. Elimi tutunduğum duvardan çekip tesisin bodrum katına çıkan merdivenine yürüdüm.

***

| Günümüz |

"Dersim o kadar sıkıcı ki bazıları uyuklayabiliyor."

Biri saçımı çekince gözlerimi açtım.

Zihnim ana adapte olmaya çalışırken bir an nerede olduğumu anlayamadım. Sonrasında sırtımı oymaya çalışan parmakları hissettim. Arkamı dönüp baktığımda siyah saçlı yeşil gözlü bir kızın bana baktığını gördüm. Çenesiyle bir yeri işaret ediyordu. Tekrar önüme döndüğümde nereyi işaret ettiğini anlamıştım. Asistanımız başımda dikiliyordu. Elindeki silgi fırçasını tam gözlerimin önünde sağa sola sallarken yüzünde meymenetsiz bir ifade vardı.

"Çok mu sıkıcıyım Karaca?"

Kahverengi kıvır kıvır saçlarının düştüğü genç ama ölgün suratına baktım.

"Özür dilerim hocam."

Asistan yanıt vermek için dudaklarını aralayıp ardından tekrar kapattı. Arkasını dönüp öndeki masalara ilerlerken sınıfa seslendi.

"Blok ders sizin neyinize. Bitiriyorum. Gidin kahve için. Biri Karaca'ya kahve ısmarlasın."

Kürsüsüne yürüyüp çantasını hazırlamaya başladığında sesi etraftan gelen kâğıt sesleri içinde kayboldu.

Hemen önümde Birsen bazukasını kucağına aldı, kalemin tersiyle sırtını dürttüm. Yerinden neredeyse zıplayarak bana döndü. "Korkma ucuyla dürtmedim. Kapüşonlun temiz."

"Altay hocayı takma kafana. Her hafta birine sarıyor biliyorsun." Fırçaları bir bir tüpe atarken bana dönük konuşuyordu. "Hem çok sıkıcıydı. Uyanık kalmak için kendimi çimdikliyordum. Tek uyuyan da sen değilsin." Fırçasıyla yan masadaki oğlanı işaret etti. Oğlanın başı masanın üzerindeydi, neredeyse bristollere salyasını akıtıyordu. "Utanmasam ben de uyurdum."

Bileğimi çevirip saatime baktım.

"Ne kadar uyudum ki? Beş dakika mı?"

Birsen yanıt vermek için ağzını açarken arkamızda biri konuştu.

"Yirmi dakikadır başın öne eğikti."

İkimiz de sesin sahibine baktık. Kısacık siyah saçlı, yeşil donuk gözlü bir kızdı bu. Adını bilmiyordum. Sınıfta daha önce onu gördüm mü onu da bilmiyordum. Kız, biz ona döndüğümüzde bakışlarını kaçırıp çantasını hazırlamaya başladı. Simsiyah ojeli parmakları dövmelerle doluydu. Başı hareket ettiğinde boynunda da yazı benzeri dövmeler olduğunu gördüm.

"Ya beni uyandırdığın için teşekkür ederim. Bu adam rezil ederdi beni."

Kız bana bakmadan, "Sorun değil," dedi kısaca. Çantasını hazırlama işlemine devam ederken bazukama etrafa yaydığım kâğıtları rulo yapıp atmaya başladım.

Birsen ayaklanıp masama geldiğinde tüpün başlığını koluma takmaya hazırlanıyordum. "Altay bir konuda haklı. Sana birinin kahve ısmarlaması gerek." Sonra arkamdaki kıza döndü. "Sen de gelsene. Fakültenin kafesinde bir şeyler içelim." Kız yanıt vermede gecikince ayağa kalktım. "Sen de gel. Kahramanım falan sayılırsın tanışmış oluruz."

Nihayet ikna olduğunda üçümüz de ayaklanıp stüdyodan çıktık, biz giderken uyuyan çocuğun neredeyse horlamaya başladığını fark etmiştim.

Merdiveni inip sağa dönerken arkamda Birsen'in kızla konuşmak için çabaladığını duyabiliyordum. Kafeye inip boş iki masadan birine geçtiğimde kızlar da tam karşıma oturdular. "Ben üç tane türk kahvesi alıp geliyorum," dedi Birsen biz daha karşı çıkamadan. Sonra bankoya doğru hızlı adımlarla giderek kalabalığın içine daldı.

"Ben Karaca ama Kar diyor herkes," dedim çekingen kıza. Kız önce masanın üzerinde birleştirdiği kurşun kalemle kirlenmiş parmaklarına ardından da bana baktı. "Erce," dedi sanki adını söylemek hayatına mal olmuş gibi ağır ağır. "Serçe demek gibi," diye belirtti yeniden gözlerini indirirken.

Pantolonumun cebinden telefonumu çıkarıp masaya koydum. "Seni daha önce sınıfta görmedim."

"Bu ilk olmazdı," dedi kız mırıldanarak. "Genelde sessizim ama döneme geç başladım."

"Ben de sessizim. Yani çoğu zaman." Gözleri masadan bir an olsun ayrılmadan başını salladı.

Birsen elinde kahvelerle geldiğinde ikimiz de dakikalardır konuşmamıştık. Asosyal tipleri bilirdim, aslında bir bakıma onları diğer insanlardan daha çok severdim ama iletişim kurmak böylesi insanlarla bazen imkânsız olabiliyordu.

"Eee," dedi Birsen sanki mükemmel akıcı bir sohbetin tam ortasındaymışız gibi. "Uykunda rüya gördün mü bari?" Kahvemden bir yudum alırken ikisin de gözleri bendeydi. "Gördüm galiba ama hatırlamıyorum."

"Yazık olmuş." Birsen de kahvesini içmeye başladı ama Erce ne onun için alınan kahveye ne de masanın ortasında duran tabaktaki kurabiyelere dokunmadı.

Sessizlik uzayıp giderken Birsen ve ben kahvelerimizi bitirmiştik. Erce ise bir yudum bile almamıştı. Dakikalar birbiri ardına sıralanırken çevremdeki insan popülasyonu azalmaya başladı. Son bir çaba masada öne eğilip Erce'ye baktım. "Dövmelerin çok güzelmiş. Boynunda bir şey mi yazıyor?"

"Evet," dedi kız kapüşonunu sağa sola çekiştirirken.

"Tam okunmuyor. Ne yazıyor?"

Erce'nin açık yeşil gözleri benimkileri buldu. Bakışlarında anlamlandıramadığım bir ifade asılıyken, "Hatırla, yazıyor," dedi kısaca.

"Hangi dil?"

"Bir dil değil. Kripto bir şey." Ben başka saçma bir soru sormak için hazırlanırken ayağa kalktı. "Kalkabilir miyiz? Yurtta işlerim var." Birsen'le birbirimize bakarak, "Kalkalım," dedik yarım ağızla.

Fakülteden çıkıp ana kapıya giderken önümde ilerleyen tuhaf kızı izlemeye devam ettim. Travmalar hakkında birkaç şey biliyordum, Erce'de tuhaf şeyler yaşamış bir kızın kalıntıları vardı. İnsanlar durduk yere dünyayla iletişimlerini minimuma indirmezlerdi.

Kapıya yaklaşırken daldığım düşünceler arasından Birsen'in koluma dokunmasıyla uyandım. "Ben buradan sağa döneceğim. Bir arkadaşımdan kitap alacağım. Sonra görüşürüz. Erce." Erce dönüp bakınca arkadaşım ona da el salladı ve yolları ayırdık.

Otobüs köşeyi dönüp geri gelirken sadece birkaç adımımız kalmıştı. Bu yüzden Erce dönüp kocaman gözleriyle çakmak çakmak bana bakınca ne dediğini doğru düzgün anlayamadım.

"Gerçekten hiçbir şey hatırlamıyor musun?

"Neyi hatırlamıyorum?"

Erce'nin yeşil gözleri kısılarak yüzümde gezindi. Bir süre beni tarttıktan sonra da bıkkınca nefesini bıraktı.

"Boş ver. Sonra görüşürüz Karsu." Ve ben ona bir şey diyemeden gelen ringe koşarak bindi.

Adımı yanlış söylemişti. Benim adım Karsu değildi ki.

***

Otobüsten inip sokağımıza girdiğimde aklım hala kızdaydı.

Adımlarım beni eve yaklaştırırken hayatımda neden normal tek bir insan olmadığını anlamaya çalışıyordum. Önce yeni tanıştığım şu tekinsiz çocuk sonra da bu kız. Tabii başımdaki tuhaflıklar sadece bu da değildi. Eliz kafayı yemişti ve Burak da belli ki hepten delirmişti. Dün gece Eliz'in ailesi geldikten sonra Burak onlarca özür mesajı atmıştı, bir tanesine bile dönmemiştim. Onu görmek istemiyordum.

Evimin önüne geldiğimde başımı kaldırdım ve onları mecburen gördüm.

Verandadaki lamba yanıyordu. Ata ile Selin aşağıdaki merdivende, Burak ile Eliz de kapının hemen önündeki paspasın üzerinde oturuyorlardı. Beni ilk gören Selin oldu. Merdiveni koşarak inip boynuma sarıldı.

"Özür dilerim. Özür dilerim. Özür dilerim."

Ben ne diyeceğimi bilemez halde dikilirken Ata da inip yanıma geldi.

"Dün aradığında birlikteydik açamadığımız için özür dileriz." Eliyle omzumu pışpışlayıp suçlu suçlu güldü.

"Başımıza bir iş gelse hepinizin nasıl davranacağını anlamış olduk," dedi Eliz ters ters. Burak ise bana yavru köpek gibi bakıyordu. Salağın tekiydi, onu durmadan tekmelemek istiyordum.

"Bizi eve almayacak mısın?" dedi Selin sonunda boynumu bırakıp geri çekilirken.

"Tabii gelin hadi."

Basamakları çıkıp kapının önüne geldiğimde Burak hemen yanımda sessizce dikilmeye devam etti. Kapıyı açıp ayakkabılarımı çıkardığımda hepsi botlarını soymaya başladı.

"Kapıyı arkanızdan kapatın, kedicik dışarı kaçmasın."

Ceketimi portmantoya asıp oturma odasına geldim. Arkadaşlarım üzerlerindeki suçluluk omuzlarını her geçen saniye çökertirken sessizce koltuklara oturdular. Biri hariç, Burak ayakta duruyordu. Ondan şu an oturmasını teklif edemeyecek kadar nefret ediyordum. Eliz olmasaydı belki onu eve bile almazdım.

"Dün yolda kafayı yemişim filan. Karaca böyle diyor," dedi Eliz pat diye. Sonrasında bacaklarını çapraz yapıp koltuğa yayıldı. "Aslında biraz haklı galiba direksiyon başında uyudum. Yanlış yola sapmışım Kar da endişelenmiş neyse ki Aram bizi buldu."

"Aram?"

Burak kendisine teklif edilmeden tek kişilik koltuğa oturdu.

"Evet. Şu yemekhanede çarpıştığın çocuk. Tesadüf eseri oradan geçiyormuş. İyi ki de geçiyormuş." Burak sessizliğini korudu ama onu azıcık tanıyorsam Aram'ın orada olmasından hiç hoşlanmadığını anlamıştım.

"Neden bu kadar endişelendin Kar? Eliz ne yaptı?"

Hepsinin aksine Selin gerçekten meraklıydı. Aslında diğerleri hele ki Eliz de öyle olmalıydı ama tuhaf biçimde sakindi.

Olanları hepsine anlattım. Bazı noktaları sona saklamıştım çünkü verecekleri tepkiyi kestirememiştim ama şimdi Eliz'in nasıl bir anda manyaklaştığını ve kustuğunu herkes biliyordu.

"Ödün kopmuştur," dedi Selin başını Ata'nın omzuna koyarken. "Eliz sen de oscarlık mısın mübarek, ne o hareketler?" Başımı çevirip Eliz'e baktığımda tıpkı dün geceki gibi daldığını fark ettim.

Eliz yanıt vermeyince Selin'e döndüm. Şimdi Ata'dan sıyrılmış, dizlerini birleştirmiş endişeli bir suratla Eliz'i izliyordu.

"Rol yapmıyordu ki. Baya baya nöbet geçiriyor gibiydi. O karanlık yolda öylece kaldık. İpsiz sapsız birileri gelseydi ne yapardık bilmiyorum."

Burak hafifçe boğazını temizleyince göz ucuyla ona baktım. Hikâyemi anlatırken bir ara ayaklanmıştı. Koltuğun arkasından dolanıp berjere kendini atarken, "İpsiz sapsız birine denk gelmişsiniz zaten," dedi huysuzca. Oturduktan sonra sırtındaki küçük kırlenti alıp çıkardı. "Tanımadığınız adamlarla o saatte ne işiniz varsa." Kırlenti iri elleri arasında yoğurup yere bıraktı. Şimdi ikimiz de birbirimize bakıyorduk.

"Telefonu açtığında konuşmama müsaade etseydin..."

"Ha ben dönmeyince başka biriyle takıldın yani?"

Başımdan aşağı kaynar sular döküldü.

"Ne?"

Takılmak mı? Kıçım üç buçuk atmıştı, ruhumu teslim ediyordum, az daha ne takılması?

Tam ona aklımdan geçenleri söylemek için dudaklarımı aralamıştım ki Ata'nın şok içindeki bağırtısı bilişsel yaptığım her türlü eylemi yarıda kesti. "Eliz!" dedi Ata yerinden kalkıp Eliz'in yanına koştururken. Hızla kalkıp onlara yaklaştığımda Ata'nın iri cüssesi çoktan Eliz'i kapatmıştı. Ata'yı kenara itip arkadaşımı gördüğümde ise bir an ne diyeceğimi bilemedim.

Eliz donmuştu. Gözleri açıktı ama boş bakıyorlardı. Gözlerinin daldığı noktayı takip ettiğimde mutfaktaki üzeri boş kolonlardan birinde olduğunu gördüm. Baktığı yerde mantıklı tek bir eşya yoktu. "Eliz." Halıya çöküp dizlerimin üzerinde eğilerek ağır hareketlerle yanağına dokundum. "Dün de böyleydi. Hemen de düzelmiyor. Bence bu kez doktor..."

Avucumun içindeki yüzünü öyle bir geriye çekti ki parmaklarımdaki gümüş yüzüklere dolanan birkaç tutam sarı saç kopuverdi. Şok olmuş bir halde ona bakarken o bunu umursamadı bile. "Doktor olmaz," dedi korkuyla. "Hayır."

Burak koltukta geriye sıçrayan kız kardeşinin omuzlarını tutup bize döndü.

"Daha önce böyle olmamıştı."

Bakışlarındaki çaresizliği görünce ona olan öfkemi bir süre rafa kaldırmaya karar verdim. "Teyzemi arayalım." Çömeldiğim yerden kalkarken Eliz, Burak'ın elinden kurtulup kollarıma yapıştı. Beni ileri geri sarsmaya başladığında saçımdaki minik kıskaç toka yere uçtu.

"Perihan'ı arama, sakın onu arama."

Hala beni sarsarken diğerleri araya girip onu durdurmaya çalışıyordu.

"Kızı bırak Eliz."

Selin, ince kollarındaki var gücüyle Eliz'i beni bırakmaya zorluyordu ama Eliz bırakmadı. Aksine kolumdaki parmakları daha da sıkıldı. Kâküllerim alnıma bir çarpıp bir uzaklaşırken kendi kendime bir şeyler söylüyordum ama dudağımdan çıkan şeyleri kulaklarım duyamıyordu. Kargaşa öyle ansızın üstümüze çökmüştü ki... Film setinde gibiydik.

"Tamam aramayacak," dedi Burak yanıma gelip beni çekip kurtarırken. Vücudumu kolunun tersiyle itip bedeninin arkasına çekti. "Aramayacak Eliz. Kendine gel artık."

Selin ayaklanarak kalkıp mutfağa koşturdu. "Ben bir bardak su getireyim."

Suyu içmek şöyle dursun başından aşağı döksek Eliz düzelmez gibiydi. Yine de Selin elinde bir bardak suyla salona girdiğinde hepimiz onun Eliz'e su içirişini izledik. Arkadaşım biraz düzelmiş gibi görününce gövdesini siper eden Burak önümden çekildi. Şimdi Eliz bardağı kucağında tutuyor yine aynı yöne bakıyordu.

"Sorun ne Eliz? Anlat bize."

Yanına yaklaşıp koltuğa oturduktan sonra dokunmamaya özen göstererek eğilip yüzüne baktım. "Hadi buradayız bak." Elimle gelişigüzel bizi çevreleyen diğerlerini gösterdim. "Kimse bir yeri aramayacak ama bizi endişelendiriyorsun."

Birkaç saniye geçti. Belki dakika gibi biraz yavaş geçti ama yine de sanki Eliz'e yetti. Derin bir nefes aldı arkadaşım sonraysa bana döndü. "O gece sen de oradaydın." Böyle anlamsız konuştuğu için sıska kıçını tekmelemek istesem de sabrettim. "Hangi gece?"

"O gece. Mezunlar partisinin olduğu gece." Gözlerini bir an için kapatıp açtı. "Uyuşturuculu kek getirmiştim. Arabada yemiştik." Başını hafifçe kaldırıp kendisini izleyen kardeşine döndü. "Aracı sen kullanıyordun."

Bir an için kimse konuşmadı.

Herkes yan yan birbirine bakıyordu.

Sessizlik uzayıp giderken derin bir nefes aldım. "Ben o gece öyle bir kek hatırlamıyorum."

"Ben de," dedi Selin. Ata da başıyla onayladı ama yüzünde kararsız bir ifade oynaşmaya başlamıştı. Burak ise... Eh çıt çıkarmıyordu.

"Hayır vardı. Herkes için birer tane." Durup sanki konuşmak bedenindeki tüm enerjiyi tüketmiş gibi omuzlarını eğdi. "Tam olarak ben de hatırlamıyorum ama... O gece arabayla birine çarptık." Nefes almayı unuttum. Sadece baktım. Bir insan sadece gözleriyle aptalca bakarak var olabiliyorsa öyle var olmaya karar verdim.

Hemen sonra başını ellerinin arasına alıp dirseklerini dizlerine dayadı. "Bazen rüya gibi geliyor. Kafam çok karışık."

"O belli," dedi Burak nihayet konuştuğunda. "O gece kek falan yemedik. Partiye gittik ve sen sarhoş oldun. The end. Kapanış." Eliz başını kaldırmadan sinirle güldü. "Ben de birini arabayla ezsem ben de hatırlamak istemezdim."

Yine sessizlik.

Sonra ise bir öğürme sesi.

Göz ucuyla Ata'nın ağzını tutarak mutfağa koştuğunu görünce ayağa kalktım. Selin kıpırdamadan oturmaya devam ederken Ata'nın peşinden mutfağa girdim. Lavaboya eğilmiş öğürüyordu. Birkaç saniyenin sonunda da kustu. Ona rulo peçete koparıp verdiğimde elleri titriyordu.

"Neler oluyor Ataman?" Ağzını silerken başını sağa sola salladı. Yüzü minik ter damlalarıyla dolmuştu şimdi.

"Ata?"

Burak mutfağa dalınca Ata'nın gözlerinden karanlık bir gölge geçti. Ardından peçeteyi tezgâha bırakıp tekrar lavaboya eğildi. O yeniden midesiyle cebelleşirken Burak, soru soran gözlerle bana bakıyordu.

Ata, ellerini tezgâha dayayıp az önce boğulmuş gibi nefes almaya başladı. "Bir şey hatırlıyorum," dedi kesik nefeslerinin arasından. Sonra biz yanıt veremeden tezgâhtaki peçeteyi alıp koşarcasına mutfaktan çıktı. Onu takip edip salona vardığımızda yere çöküp kendi saçlarını yolan Eliz'e baktı. "Eliz. Birine çarptık değil mi? O gece o yolda biz birine çarptık." Eliz elleriyle başını daha sert sıkmaya başladı. İleri geri sallanıyordu şimdi.

Eliz'in veremediği yanıt karşısında Ata sanki yenilmiş gibi halıya yığılarak oturdu. Ağlamaklı gözlerle Eliz'e bakıyordu. "Hayır. Birini öldürmüş olamayız."

Dizlerimin bağı koptu sanki.

Bacaklarımdaki güç aniden çekilince koltuğun sırtına tutundum. Selin hemen yanımda ayağa kalkıp öylece dikilirken yavaş çekimde ona bakıyordum. "Birini mi öldürdük?" diye sordu sessizce. Sonra pat diye yere düştü. Zaman kat be kat yavaşlarken karşımdaki manzaraya bakıyordum. Eliz saçlarını yoluyordu, Ata ağlarken sayıklıyordu, Selin ise halıda öylece yatıyordu ama kimse onun yanına bile gidememişti.

"Babamı arıyorum," dedi Burak tıpkı benim gibi şok olmuş bir halde arkadaşlarımıza bakarken. "Buraya ücretli bir ambulans gönderir. Sirenleri kapalı gelir. Bu rezalet neyse çözer kurtuluruz." Pantolonun cebinden telefonunu çıkarırken elleri anormal derecede titriyordu. Tuş kilidini açmak için ekranı kaldırdığında göz göze geldik.

"Sen bir şey hatırlamıyor musun?" diye sorabildim.

Burak yanıt vermedi ama yüzünden öyle bir ifade geçti ki yanıt vermiş olmasını diledim. "Çözeceğiz," dedi sadece. Sonra numarayı tuşlayıp babasını aradı.

Boğuluyordum sanki.

Her şey çok saçmaydı.

Beynimin içindeki davullara durmaksızın vuruluyordu. Odadaki nefes ciğerlerime az geliyordu, kapana kısılmış hissediyordum. Destek aldığım koltuğu bırakıp kazağımın yakalarını gevşetmeye çalıştım. Hiçbir işe yaramayınca da kapıya yöneldim. Verandaya çıkarak nefes almaya çalışacaktım.

Kapıyı açtım. Esinti yüzüme çarptığı an parmaklarımla yakamı çekebildiğim kadar aşağı çekip derin bir nefes aldım.

Yanımdan gölge gibi bir şey geçince boynumdaki parmaklarım donuverdi. Aram verandadaki çalılıkların arasından çıkarken korkuyla yerimde sıçradım.

Alnındaki simsiyah saçlar rüzgarla savrulup gözlerini gizlerken, "Böyle geldiğim için özür dilerim ama yardıma ihtiyacın var," dedi aceleyle. Bana doğru yaklaştığında geriye doğru bir adım attım ve sırtım duvara çarptı.

"Sen. Senin... Burada ne işin var?"

Daha fazla geri çekilemeyince duvar hizasında yana kaydım. "Senin evimde ne işin var?"

Aram ben ondan kaçmama rağmen bana yaklaşmaya devam etti. Hareketleri sanki vahşi bir aslanı ürkütmemeye çalışırmış gibi öyle dikkatli ve yavaştı ki... Tüylerim ürperiyordu.

"Açıklayacağım ama önce içeridekilere yardım etmem lazım." Elini yavaşça deri ceketinin cebine daldırınca nefesimi tuttum. Küçük bez bir çanta ve birbirine bağlı şırınga paketini çıkarıp bana gösterdi.

"Yardıma ihtiyaçları var."

"Onların ne halde olduğunu sen...?"

"Açıklayacağım Kar. Sadece bana yardım etmen gerek."

Başım ağrıyordu, zaman az önceki gibi yavaş çekimde hareket etmiyor son derece ürkütücü bir hızla akıp gidiyordu. Orada dikilmiş beni izleyen yabancı çocuğa bakıyordum. Çukurdaki endişeli gözleri ve şırıngaları tutan kemikli parmakları arasında gidip geliyordu gözlerim.

"Senin burada ne işin var?"

Eşikten önce Burak'ın altın sarı saçları sonra da kendisi geçti. Düşmanca bakışları Aram'a kitlenmiş halde bana dönmeden konuştu. "Kar sen içeri gir. Babamlar geliyor." Sonrasında Aram'ın karşısına geçti. Ne yapacağımdan emin olamaz halde bir adım atıp duvardan uzaklaştım.

"Of! Buna zamanımız yok." Aram elindeki paketi yırtıp atarken hipnozda gibi ona baktım.

"Sana sordum. Burada ne işin var?"

Burak, Aram'ın üzerine yürüyünce hareketlenip onu durdurmaya çalıştım ama beklemediğim bir şey oldu. Aram elindeki şırıngaya bir şey çekti, Burak tam önüne geçmişti. Uzanıp kolunu tutarak geri çekmeye çalışınca Burak omzunun üzerinden bana döndü.

"İçeri gir Kar." Sonrasında da yüzünü ekşitip bağırdı. "Ahh!" Bedeni ellerimin arasında sallanırken Aram'ın eğilmiş vücudu görüş açıma girdi. Elindeki şırıngayı Burak'ın bacağına saplamıştı.

Şırınga kotuna saplanmış bir şekilde Burak yere düşerken çığlığı bastım.

"Sonra istediğin kadar bağır ama şimdi onu içeri taşımalıyız." Ardından Aram sanki bu sıradan bir şeymiş gibi Burak'ı omuzlarından kavrayıp eşikten içeri evime sürüklemeye başladı.

Loading...
0%