
Merhaba sevgili okurlarım, sevgili arkadaşlarım ve sevgili dostlarım. Öncelikle bu kitabı okuduğunuz için sizlere ne kadar teşekkür etsem az. Aklımda defalarca kurgu kurduğum zamanlar oldu ama ilk defa bu kadar net bir kurgu kurabildim. Unutmayın, her şey bizim emeğimize, bizim çabamıza bağlı. Ben düşündüm, emek verdim, ve sanırım başardım. Benim gibi hayallerinizden vazgeçmeyin. Ne kadar zorlanırsanız zorlanın, sonrası zaten siz istemeseniz bile güzelce geliyor.
Yanlışım olursa affola. Umarım seversiniz iyi okumalar.🌻
***
Gizli bir mutluluk ki ne söylesem az. Bin yıl da yaşasak hiç de yaşamasak, varımız yoğumuz aşkımız artık...
Attila İlhan.
🌼🐣⭐
Hiçbir şey hayatımızda güzel ilerlemezdi aslında. Biz öyle sanırdık, daha doğrusu öyle kaldığımızı sanırdık. Fakat içimiz asla onu kabul etmezdi, edemezdi.
Peki bu geçer miydi?
Kendimi sevebilir miydim? Kendinizi sevebilir miydiniz?
'Her insanın bir kusuru vardır' demişti annem küçükken. 'Fakat tek kusurlar bedende olmaz kızım' diye eklemişti.
'Kusur,' diye mırıldanmıştım. 'Kusurlar nedir anne?'
Cevap vermemişti.
Ama şimdi anlıyordum, küçük yaşta bile o cümlenin altını kazmaya çalışmıştım. Elbette bulamamıştım. Buna üzülmüştüm çünkü annemi içten içe çürüten o kusuru bulamıyordum.
Düşüncelerimi, açılan sert kapı böldüğünde yorgun bakışlarımı daldığım bilgisayardan kaldırıp kapıya doğru çevirdim. Yorgundum çünkü 2 aydır uğraştığımız görev bir türlü bitmiyordu. Balım'ın verdiği gazla bilgisayardan karşı sistemdeki belgelere erişmeye çalışmıştım fakat sonu çok da iyi bitmemişti. Tam tersine sistem daha da korunmuş ve virüsü sisteme salamamıştım.
Ama elbette zeki olduğum için tekrar daha dikkatli bir şekilde denemiştim ve sisteme sızmayı başarmıştım.
''Lanet olsun Liva, Şu görevi bir türlü bitiremiyoruz ve her şey daha da boka sarıyor! Gün geçtikçe yakalanma ihtimalimiz artıyor ve Alp bizimle dalga geçiyor.'' Balım'ın bu agresif hareketlerini gördüğümde gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırdım. Henüz sisteme sızdığımı bilmiyorlardı. O sırada Alp geldi ve sırıtarak elindeki elmayı ısırdı, ardından kendini koltuğa bıraktı.
''O kadar enayisiniz ki hiçbir şeyi beceremiyorsunuz,'' Elindeki elmayı atıp tuttu. ''Bana izin verseydiniz sizin 2 ayda yapamadığınızı 2 haftada yapardım.''
Klasik Alp Sözel'di işte. 25 yaşında, ekibimizde benim gibi bilgisayar başında çalışıyordu. Kendisinin bilgisayarlarla arası en az benim kadar oldukça iyiydi. Fakat son görevde bir takım hatalar yaptığı için -az kalsın gizli alanımızı belli edeceği için- benim tarafımdan ceza almıştı ve son günlerde bizimle dalga geçmeye başlamıştı. Turuncu kıvırcık saçları, beyaz teni ve yeşil gözleriyle fazlasıyla çocuksu ve tatlı aurası vardı. Kendisi en az benim benim kadar egoluydu, sabah akşam kendisini övüyordu. Ama bilmediği bir şey vardı, benim kadar mükemmel ve egolu olamayacağını artık anlaması gerekiyordu...
''Bence o kadar da emin olma Alp.'' dediğimde kaşlarımı yalandan çatmıştım. Kızgınlığımı ciddiye almış olmalı ki duruşunu düzeltip saygılı davranmaya çalıştı.
''Yani patron ben daha... Ah. Siz daha iyi yaparsınız elbette.'' Dayanamayıp sırıttığımda bu sefer onun kaşları çatıldı. Hala duruşuna dikkat edişi bu sefer sesli gülmeme neden oldu.
Bana böyle davranmalarının sebebi aslında bu kurumun başında olmamdı. Kendi emeklerimle, biraz da babamın yardımıyla bu yer altındaki gizli ofisimi oluşturmuş, ve üstüne Sova Kurumu'nu kurmuştum. Şüphe olmasın diye yakın arkadaşlarımın bana çalışanların yanında liderleriymişim gibi davranmalarını istiyordum. Sonuçta işler ters gidebilirdi. Aramıza sızdırılan gizli ajan olasılığı yüzünden onlara çalışanlardan farklı davranmıyordum.
Onlara zarar gelsin istemiyordum.
Ta ki asıl lider, daha doğrusu patron babam gelene kadar.
Ofisle bir ilgisi olmamasına rağmen tüm çalışanlarımın ona saygılı davranmasını istiyordum. Sonuçta bu kurumu ve ofisi oluşturmamda onun da yardımı vardı.
Sefa Kaleli benim babamdı. 54 yaşında kendisine ait 2 tane çay fabrikası, marka sahibi, 4 tane binası ve kendine ait bir garaj dolusu arabası vardı. Tabi bunlar benim için de geçerliydi, babamdı sonuçta. İstediğim zaman kullanabiliyordum
Tabi 2 hafta öncesine kadar.
Çünkü bembeyaz Range Rover'la ağaca toslamıştım. Aslında ağaç bana çarpmıştı... Yani benim bir suçum yoktu çünkü mükemmel bir sürücüydüm. Tüm suç ağaçtaydı. Bir ağaç neden yol kenarına dikilirdi ki?
Her neyse, babam fazlasıyla yakışıklı ve çekici bir adamdı. Fakat onunla hiç benzemiyorduk. Bir keresinde babam olduğundan şüphe duymuştum çünkü gerçekten iki ayrı insandık! Onun sarı saçlarına zıt kömür siyahı saçlarım vardı mesela. O kumraldı, ben esmerdim. Gözleri yeşildi, benim gözlerim kahverengiydi. Tam bir Karadenizli havası veriyordu ki öyleydi. Ben ise çekik gözlerimle ve uzun boyumla yabancılara benziyordum, ki zaten öyleydim.
Yani öyleymişim. Babam öyle diyordu çünkü. Annemle çok vakit geçiremediğim için onu pek hatırlayamıyordum fakat babam beni anneme çok benzetiyordu. Bana onun bir fotoğrafını gösterdiğinde ağzım gerçekten açık kalmıştı çünkü bu kadarını beklemiyordum. Babam haklı çıkmıştı, tek fark annemin kısa, benim uzun olmamdı.
Ama annenin bir evladına bakmasının nasıl olduğunu merak etmişimdir hep. Annem ben küçükken vefat etmişti, babam böyle söylemişti ve beni bir mezarın başına getirmişti. Yağmur yağıyordu. Henüz 5 yaşında olduğum için hiçbir şeyi kavrayamıyordum ve o gün de mezara boş bakışlar atmıştım.
''Annemi buraya mı koydunuz baba?'' demiştim. ''Neden onu göremiyoruz?''
Babam Deril Kaleli yazan mezar taşına bakarak sigarasından derin bir nefes çekmişti. Hayır, ağlamıyordu. Hayır, üzülmüyordu ve kurumuş toprağa su bile dökmüyordu.
Yağmur arttı, babam gülümsedi.
O kuru toprağın üstünde hiç çiçek yoktu, konulmamıştı.
''Çünkü güzel kızım,'' demişti bakışlarını bana çevirerek. ''Annen onu öyle görmeni istemezdi.'' Ardından bu konu hakkında konuşmayacağını belli etmek istemiş gibi arkasını dönüp arabaya yürümüştü. Ben ise kaşlarımı çatarak şemsiyeyi geldiğimizden beri başımın üstünde tutan Mehmet abiye dönmüştüm. Babamın güvendiği adamlarından biriydi ve hep yanımda oluyordu.
''Annem bunun içinde mi Memo? Neden bizimle konuşmuyor?'' diyerek son şansımı denemiştim.
Mehmet abi bakışlarını mezar taşından koyu gözlerime doğru çevirdiğinde yüzüne ufak bir tebessüm kurulmuştu. Fakat o da konuşmamıştı. ''Gitmeliyiz Liva, baban arabada bekliyor.'' demişti sadece.
Sorgulamayıp yürümüştüm. Ama içimdeki merak dönüp tekrar bakmamı istiyordu. Elbette merakıma yenik düşüp bakmıştım annemin mezarına.
Siyah karga vardı. Bu kadar siyahını ilk defa görmüştüm. Annemin mezar taşının üstüne konmuş, keskin gözleri gözlerime bir şeyler anlatmak istermiş gibi anlamlı bakıyordu. Mümkün olsaydı annemin mezar taşına oturup o karganın gözlerinin anlattıklarını anlamak için herşeyi yapardım ama Mehmet abi beni arabaya bindirmişti. Karganın gözleri ise biz yola çıkana kadar benden ayrılmamıştı.
O günden sonra ise babam bir daha o mezarlığın yakınından dahi geçmemişti.
Ben ise o günden sonra her haftanın iki günü annemi ziyarete geliyordum. Elimde bir buket çiçek tutarak.
Bir anda masama vurulan ele irkilerek baktım, Balım'dı.
Ve Balım. Küçüklüğümün en büyük sırrı ve çocukluğumun en yakın dostu Balım. Tüm sırlarımı şüphe bile etmeden ona anlatabileceğim Balım. Beni ölüme itse bile bir sebebi olduğu için yapmıştır diye düşüneceğim kişi Balım. Şu anda adı gibi olan bal gözlerini gözlerime dikmiş, endişeli gözlerle beni inceliyordu. Bal rengi saçları göğüslerini geçiyordu. Beyaz tenine renk katan çilleri yüzünde çok hoş duruyordu. Adı gibi Bal bir kızdı.
O bana güveniyordu, ben ona güveniyordum.
''Yarım saattir sana sesleniyoruz Liva. Yine neler düşünüyorsun?'' bu sefer kaşlarını çatmıştı. Sol tarafa baktığımda da Alp'i de gördüm ve minik bir şaşkınlık yaşadım. Neden bu kadar dalmıştım ki?
''Ben iyiyim'' dedim ikisine de bakıp gülümseyerek. ''Sadece sisteme sızmayı başardığımı size nasıl söyleyeceğimi düşünüyordum.'' gülüşüm büyüdü. Sırıtarak tepkilerini izlemeye başladım.
Balım ve Alp'in gözleri aynı anda irileşti ve Balım birden çığlık atarak boynuma atladı. Fakat biraz sert atlamış olmalı ki döner sandalyeden büyük bir ses çıktı ve ikimiz de sandalyeyle birlikte büyük bir çığlıkla yere devrildik.
Balım'ın düşmemize rağmen kahkahalarla gülmesi beni hiç şaşırtmamıştı. Tam tersine içten bir şekilde bende onunla beraber güldüm.
''Noluyor lan burada?!'' Sesin sahibini duyunca sırıtışım yüzümde dondu. Gelen babamdı. Balım ise hala gülüyordu, bu sevincinin büyük bir payının bu görev olduğunu hissedebiliyordum çünkü bu göreve fazlasıyla emek vermişti.
''Baba!'' diyerek ayaklanmaya çalıştım ama Balım'ın üzerimde gülmekten titreyen vücudu hiç de yardımcı olmuyordu. En sonunda ona ters bir bakış atıp ayağa kalkabildiğimde sarsak adımlarla bize sırıtan ama bir o kadar da gergin olan babama sarıldım. Normalde esprisiz duramayan babam, nadir olduğu zamanlardaki gibi gergin ve ciddiydi. Ne olduğunu merak ettiğim için kaşlarımı hafiften çatarak ondan ayrıldım ve elim ellerine gitti. ''Hayırdır Sefa Kaleli, yüzünüzdeki gerginliğin nedenini öğrenebilir miyim acaba?'' diyerek yanaklarını art arda öpmeye başladım. Bu onu güldürdü.
Huylanarak başını sağa yatırdı ve bu daha çok gülmeme neden oldu. Sırıtarak geri çekildim ve babama arkamı dönerek koltuklara yürümeye başladım. Bu sırada Balım kendisini toplarlamıştı ama elini karnına atmıştı. O da koltuklara kendini bıraktığında Alp de ardından oturdu.
Babamın ise yüzündeki tatlı tebessümü silinmiş, yerini gergin bir ifadeye bırakmıştı. Konu ciddi olmalıydı. Bir kaç kere boğazını temizleyip benim az önce kalktığım sandalyeye oturdu. Dediğim gibi, ben yokken patron oydu. Gözleri ekranda gezinmeye başladı ve yüzüne ufak bi tebessüm kuruldu. Bu haberi ilk babama vermiştim bu yüzden harikalığıma çok şaşırmamıştı. Bakışlarını bilgisayar ekranından ayırıp bize baktığında biz de onu ciddiyetle izliyorduk. ''Yeni görev var.'' dedi direkt açıklayarak. ''Fakat bu görev diğer görevler gibi masum sayılmaz, biraz daha tehlikeli.'' Ciddiyetle onu dinlemeye devam ettim. Bu görevin bu kadar hızlı gelmesi şaşırtıcı bir durumdu. ''Ve sen Liva,'' daldığım yerden şaşkınlıkla gözlerim babama çevrildiğinde ''Sen ofiste değil, operasyonda olacaksın. Bu görev uzaktan işletilecek kadar iyi değil. Yakında olmalısın.'' Bakışlarım bu sefer de Balım'la kesiştiğinde ne demek istediğimi anlamış olmalı ki devam etti. ''Hayır, Balım her zamanki gibi başrol olacak fakat bu sefer sende orada olacaksın. Alp de, hatta kardeşler de orada olacak.'' 'öyle mi?' dercesine tek kaşımı yukarı kaldırdım. ''Bakma bana öyle, Liva. Rol konusunda ne kadar iyi olduğunu biliyorum.'' Alayla güldüğümde kapının önünde itiş kakış sesleri duyuldu. Kim olduklarını anlamak zor değildi. Kapı sertçe açıldı ve içeriye kardeşler dediğimiz Adel ve Adem girdi. Evet, isimleri gibi kendileri de birbirlerine çok benziyolardı ama Adem, Adel'den üç yaş büyüktü. İkisi de kumraldı ve gözleri elaydı. Uzaktan bakıldığında kardeş olduklarını anlamak o kadar da zor değildi.
''Birisi bize mi seslendi?'' dedi Adel dağılmış saçlarını düzelterek. Adem ise kıs kıs gülüyordu.
Babam lafa girdi. ''Evet gençler, geçin şöyle.'' dedi koltukları göstererek. ''Bende planı anlatmak için sizi bekliyordum.'' Adem ve Adel hemen ciddileştiler ve koltuklara geçtiler. ''Direkt konuya giriyorum. Yarın akşam hepimiz bir Müzayede olacağız.'' hepimiz şaşkınca babama baktık. ''Gitmemizin sebebi Loria Elması.'' kaşlarımı çattım. ''O elmas bizim olmalı gençler, bizim üzerimizde, hatta dünya üzerinde çok değerli bir elmas.'' Balım'a döndü. ''Ve sen Balım, adın Nergiz Dinci. Müşteriler ne kadar fiyat artırırsa artırsın onlar pes edene kadar en yüksek fiyatı ver. Tabii, ben sınır koyana kadar, ve kimseye kendin hakkında fazla bilgi verme.'' Balım anlayışla başını salladı. ''Alp, sen Balım'ın eşi, Necip Dinci olarak orada olacaksın. Hepinizin rollerini sizler için dosyaya koydum, bu yüzden fazla bilgi vermeyeğim. Oradan okursunuz.'' dedi elindeki dosyayı kaldırarak. Alp de başını salladı. ''Kardeşler, siz yine kardeş olarak rol yapacaksınız. Adlarınız Ceylin Güngören ve Cengiz Güngören. Ve Liva,'' dedi babam bana dönerek. Gözleri bir anlığına yoğunlaştı fakat bu çok kısa sürdü. ''Senin adın Liva Deril. Yani bir değişiklik yok. Balım ve Alp'in yanında duracaksın. Balım'ın en yakın arkadaşı olarak orada olacaksın.'' Bende başımı salladım ve babam ayağa kalktı. ''Bu dosyayı hepinizin özellikle incelemesini istiyorum ve Balım özellikle sen. Hepinize iyi şanslar çocuklar.'' Son kez bana baktı babam. Göz kırptığında bende ona karşılık verdim ve çıkıp kapıyı kapattı.
Ekibe döndüğümde hepsinin beni incelediğini gördüm. Kaşlarım anında çatıldı. ''Ne var?'' dedim burnumdan soluyarak. ''Ben de göreve gelemez miyim?''
Hepsinin ağzından aynı anda 'hayır' kelimesi döküldüğünde benim de dudaklarımdan hayret nidası döküldü. Bu onları güldürmüştü.
Biraz sohbet edip görev hakkında konuştuğumuzda artık fazlasıyla yorulmuştuk. Hava kararmıştı, saat fazlasıyla geç olmuştu. Bende arabama atlayıp hızla eve gelmiştim. Sıcak bir duşun ardından üzerime geceliğimi ve hırkamı geçirip balkona çıkmıştım. Şuan ise dibi görünmeyen kahvemin köpüklerini inceliyordum.
İlk defa bir göreve girecektim. Silah ve bıçaklarla aram oldukça iyiydi fakat bunu orada kullanmayacağıma emindim. Rollerle de aram iyiydi, istediğim zaman ağlayabiliyor, istediğim zaman gülebiliyor ve bir çok maskeyi takabiliyordum.
Bu benim ilk görevimdi. Başarılı olacağıma inanıyordum.
Bu benim ilk görevimdi. Kendime güveniyordum.
Ve bu benim ilk görevimdi. Son da olmayacaktı.
***
Selaaamlaaarrrrr. Bu görev de burada biter canolar. Umarım keyifle okumuşsunuzdur şahsen ben yazarken çok keyif aldım. Bir dahaki bölümde görüşmek üzereee...🌻🌻
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |