Yeni Üyelik
1.
Bölüm

1. Bölüm

@rmysaygit

13 Mart 2028

Çok uyumuştum.

Yatağımdan doğrulduğumda bacağındaki acıyı hissediyordum. Sert ve kavurucuydu. Sanki ininden çıkması gereken bir aslan gibi kükrüyordu. Ağlıyor, çırpınıyor ve beni acı içinde bırakıyordu. Elimi yavaşça uzattığım sırada kapı pervasızca açıldı. Gürültülü bir canavar gibi ses çıkmıştı. Karşımda sanki avını yakalamış gibi sırıtan adama baktım. Oh, hayır güzel bir tebessüm olmak için fazla kötülük barındırıyordu gülüşü.

Yere sert basan adımları sanki beni yerimden zıplatıyordu.

Yanıma yaklaştığında nefesinin bir nane gibi koktuğunu ciğerlerimde hissettim. Yanıma yaklaştığından itibaren sözcükler beni terk etmiş, dilim düğümlenmiş, nefesim kesilmişti. İçimde bir yanardağı püskürmüş kelimeler durumumu anlatmaya kifayetsiz kalmıştı. Ah, doğruydu. Ona kim itaatsizlik edebilirdi ki? Tek bir sesi bizi yerimize çakmaya her zaman yetmişti.

Her seferinde kararlılığım, başkaldırım, direnişlerim öldürülmüştü. Hayır, hiçbiri basit bir öldürülme değildi. Basitliğin ötesinde, küçük bir çocuğun umutlarının yıkılması gibiydi. Boğazına bir yumru oturtturur sonra o yumruyu güzelce düğümlerdi.

Bir kere değil defalarca, defalarca, tekrar ve tekrar...
Bir yaz günü havada uçuşan uçurtması elinden alınmış bir çocuk gibi hissetmiştim her seferinde. Bir çocuk ne yapardı uçurtması elinden alındığında? Ağlardı. Hem de öyle bir ağlardı ki, ağlamasını diyarlar duyardı. Belki onun gözünde, canavarlar ona yardım etmek için gelirdi.

Umut, yani uçurtma havaya uçup gözden kaybolduğunda içinizi bir telaş kaplardı. Yüreğimizdeki o canavar derinlerden başlayarak kalbinizi delik deşik ederdi.

Benim canavarımın kehribar gözleri bedenimi delip geçiyordu. Eli tüy misali hafif dokunuşlarla, bir rüzgar esintisi gibi vücudumda gezindi. İki parmağı yaramın etrafında daireler çizmeye başladı. Parmakları yaramı kavradı. Elleri bir pençe niteliğinde bacağımı sarmıştı. Hiç beklemediğim bir anda, yaramın olduğu yeri sıktı. Bacağımdan yukarı çıkan o tarifsiz yılanı hissettim. Yanardağının içine girmiş, bacağımı fokur fokur kaynayan lavlara daldırmıştım sanki...

Bedenimi yatağıma bastırdım. Onun elinden kurtulamazdım. Biliyordum. Biraz daha sıktı. Sanki daha fazla işkence çevirebilecek gibi, bir demir kalınlığında olan parmakları, elinin altındaki savunmasız bir serçeymişim gibi bacağımı sıkıyordu. Kalın, sert çehresine karşı dudakları yüzüne bir kar tanesi düşer gibi konumlandırılmıştı.
Tanrı, bir insanı ancak bu kadar fevkalade yaratabilirdi. Biçimli dudaklarının arasından sözcükler, kanın akışı gibi dudaklarından firar etmişti.

“Evlât. Artık bir lider olarak yerinden kalkman gerekmiyor mu?” Gözlerimi devirerek, fark etmemesini umdum. “Evet. Haklısınız efendim.” Gözleri sorgularcasına yüzümde gezinmişti.Her seferinde bu bakışı bana kapana kısılmış bir serçeyi anımsatıyordu. Başını sert bir şekilde sallayarak kalkmamı emretti. Yumuşak yatağın yanlarından bacaklarımı uzattım. Derinden gelen inlememi tutarak ayağa kalktım.

Yaram zonklamaya başlamıştı. Zorlukla yürüyüp, bej rengi koltuktan hırkamı alarak üzerime geçirdim. Sinan abi sert adımlarını yanıma attı. Eli omzunu tuttu. Sıktı. Destek olmak mı istiyordu? İşte o zaman hata yapıyordu. Bacağım zonklarken hiçbir işe yaramazdım. Ancak onun karşısında güçsüzlüğümü göstermem söz konusu bile olamazdı.
Kara bereli duvarlar içime kasvet saplıyordu. Adımlarım büyük salona yaklaştığında yürüyüşümü düzelttim. Onlara yetersiz gelen bir lidere sahip olmalarını istemiyordum.

Ellerim uzun, pahalı kapının kulpunu açıp ittirdi. İlk adımlarım ve nefesim odaya dolduğunda içerideki birbirinden iyi olan dostlarımı gördüm.Camın hemen yanına oturmuş olan Rüzgar sıcaktan sitem ediyordu. Gözleri baygın bir şekilde etrafa bakıyordu. Hemen yanında Tuana kızıl saçları ile elindeki kitabı bizimkilere anlatıyordu.
Gözlerim cama değdiğinde inleyerek gözlerimi kapatmıştım. Odamda perdeyi asla açmamamdan ötürü gözlerim ilk ışık dalgasında isyan etmişlerdi. Kırpıştırarak gözlerimi özgürlüğüne kavuşturdum. Dostlarımın her birinde gezindi gözlerim. Tanrım, şükürler olsun hepsi iyiydi.

Çıktığımız son görevde tuzağa düşmüş, onları oradan çıkarırken ben büyük hasarlar almıştım. Gözlerim karşıdaki sarı saçlı kıza gittiğinde derin bir iç çekerek koltuğa oturdum.Onu görmek bedenimdeki her uzvuyu harekete geçiriyordu. Kanımın akışı hızlanıyor, her bir acının beni terk ettiğini hissediyordum. Evet! Onu görmek içimde güneşin patlamasına neden oluyordu. Mavi gözleri denizleri taşırarak içime dolduruyor, hayatın ondan ibaret olduğunu bana bariz bir şekilde anlatıyordu. Ah, hayır. Onu görmek kavurucu ve yakıcı değildi. Daha fazlasıydı. İçimde büyük depremler meydana geliyor ve her seferinde o enkazın altından beni Nur kurtarıyordu. Omzuna dökülüp, omuzlarına bir mabet havası veren saçları dudaklarının o büyüleyici kırmızılığını dünyaya sunuyordu. Geniş alnının kenarında kırmızı harita şeklindeki iz, onun farklılığının en önemli göstergesiydi. İnce bedenine giydiği her kıyafet üstüne ‘cuk’ diye oturuyor, harikulade fiziğini ortaya seriyordu.
Gözleri her seferinde bir kaplan gibi ortada dolaşırken, her zamankinden daha çekici oluyordu.
Evet belki bedenimdeki yaraların sebebi o değildi ama kalbimdeki yaraların sebebi oydu. Tasvir etmeye kelimelerin yetmeyeceği güzelliği bana yaralara şükredilebileceğini öğretmişti. Odanın içinde on kişilik bir ordu duruyordu. Kimisi zekası ile ön plana çıkıyordu, kimisi dövüş yetenekleri ile.

Biz kayser çocukluğumuzdan beri eğitim görerek bu konuma gelmiştik. O yaşlardaki bir çocuğun tutması gereken oyuncakları olmasına rağmen biz minik ellerimizle o soğuk silahları tutmuştuk. Kimisi yedisindeydi ancak o soğuk silahlara yabancı değildi.

Bu üsse ilk geldiğim zamanları hatırlıyordum da soğuk bir aralık gecesinde, dışarıya sürgün edilen bir kedi gibi hissetmiştim. Silahın ne demek olduğunu ilk o zaman öğrenmiştim. Zihnim ne olduğunu kavrayamamış beni zalimce direnmeye itmişti.
Rüzgâr yanıma gelerek elini omzuma koydu. “Şampiyon nasıl oldu bakalım?” Gülerek elini omzumdan ittirdim. “Ah, fevkalade. Sadece bacağımdaki yara beni biraz zorluyor.” Başını sallayarak beni onayladı. Sarı saçlarına, saçları ile adapte olmuş bir bandaj takmıştı.Saçlarının onu çok boğduğunu bana defalarca kez anlatmış, yakınmıştı. Bir yağmur yağışını düşünün. Her bir damla hızlıca akar, her bir damla konacağı yeri bilir ve oraya konar. Rüzgar’ın çilleri yüzüne orantılı olarak serpiştirilmişti. Nur’unki gibi mavi olan gözleri, bana bir nehri anımsatıyordu.

Çok sevilen bir şiir düşünün, siz çok seviyorsunuz. Hayır, bir başkası değil. Siz çok seviyorsunuz. Başka bir şiiri o şiirle bağdaştırıp onun kadar güzel diyebilir misiniz? Evet, bu imkansız. Bende Nur’u hiç kimse ile eş değerde tutamıyordum.

Sevgili kalbin ortasına yerleşen mısralar gibidir. Kalpteki dört odacığının en büyüğünü ona ayırmaktır.

Sevgili.
Üç hece, yedi harf.
Ama sanırım bizim Nur ile ulaşabileceğimiz bir kademe değil.

Gözlerim Şafağın bileğindeki uzun ize gitti. Kaşlarım sorgularcasına çatılmıştı. Bu izden defalarca kez görmüş, aynısını kurbanlarıma ben de yapmıştım. Bilhassa görünen oydu ki Şafak bileğine işkence çektirmeye karar vermişti. Dudaklarım zırhını aralayarak sözcükleri özgürlüğüne kavuşturdu. ”Şafak, bileğindeki izin ne olduğunu sorabilir miyim?”

Büyük gözleri endişe ile gölgelendi. Toprak karası saçlarını, titreyen elleri ile arkaya atıp gözlerini tedirgince etrafta gezdirdi. “Hiç. Hiçbir şey, Cihan.” Ah, bu yalana inanacağımı mı düşünüyordu? Defalarca bu izden görmüş biri olarak ne olduğunu tabii ki de biliyordum. Sadece itiraf etmesini istiyordum. Kayser’de dürüstlüğe önem verdiğimi hepsi biliyordu. Kalın kaşlarımdan tekini kaldırarak, inanmadığımı belirttim. Tedirgin bir nefes çekti.
Söylediğinde vereceğim tepkiden korkuyordu sanırım. “Cihan, nasıl desem düşündüğün gibi bir şey değil. O gün... Enkazdan çıkarken kesildi.” İçimde bir şeyler koptu. Bir ip ucundan firar ederek organlarımı tek tek dövmeye başladı. Ne yani? Ben onları koruyamamış mıydım?

Gerçeklerin acı olduğunu Sinan abi bana defalarca kez tasdik etmişti. Akya bir panter niteliğinde yerinden kalkarak yanıma oturdu. Elleri tedirgin jestler yapıyordu. “Cihan, yok hayır seninle alakalı değil.”

Ya, öyle miydi? Yanlış düşünüyordu.
Çünkü konunun tam ortasında ben vardım. Sinirlerim gerilmişken gözlerim Nur’a değdi. Odaya teşrif ettiğimden beri başını kaldırıp bakmamıştı. Umursamazlığın diplerine vuruyordu yani.
Ah, her şey bahaneydi.
Çünkü aşk aptallıktı.

°°°°
Yerimde biraz daha suya battım.
Bir, iki, üç.

Nefesimi tutarak suyun içine bedenimi bıraktım. Su beni bir yorgan gibi kucaklayarak dibe çekti. Her zerreme suyun dolduğunu, pantolonumun ıslanıp içine su dolduğunu hissediyordum.

Elli sekiz saniye, elli dokuz saniye...
Bedenim havuzun tabanına değdi. Ağırlığımı dibe vererek tabana iyice oturdum.
Başarısızlıklarımı cennetten görür müydü annem?
Kaşlarını çatıp bana kızar mıydı, üzerimi kirlettim diye?

Benim gözlerim dolunca, beni kucağına alıp saçlarımı öper miydi?
Ellerimi kaldırıp parmaklarımın ucuna baktım. Kanlıydı parmaklarım...
İki dakika otuz üç saniye.

Her defasında bana böcekleri öldürme diyen annem, katil olduğumu duysa bana hala oğlum der miydi?
Ayaklarımı tabana basıp yukarı yükseldim. Saçlarımdan sular akıyordu. Acizce başımı iki yana sallayıp tekrar suya daldım. Ölüleri dibe çekerdi su. Beni neden dibe çekiyordu?
“Geçmişe mazi denir oğlum.” Tam beş yaşındayken annemin bana söylediği sözler kulaklarımda çınlıyordu.

En az bir kelebek kadar masum olan annem, katiline itaat ettiğimi duysa beni affedebilir miydi?

20 Nisan 2024

07.30 treni gıcırdayarak önümüzde durdu. Gözlerim kolumdaki pahalı saate gitti. Gelmesi gereken saatten tam bir dakika geç gelmişti. Önümdeki en az kedi kuyruğu kadar uzun olan sıraya baktım. Siyah beremi kulaklarıma biraz daha çektim.

Kar taneleri kulaklarımı üşütüyordu. Ayağımı kaldırıp kar kütlesine bir adım daha attım. Günlerdir fakülteye giderken ayakta kalan bedenim artık oturmak istiyordu. Bedenim önümdeki sıranın bana gelmesini beklerken, zihnim akşam nasıl eğleneceğimizi düşünüyordu. Bugün 20 Nisandı. Kaan’ın doğum günü. Gözlerim tekrar önümdeki sıraya gitti.

Tanrım, şükürler olsun.
Önümdeki insanlar teker teker azalıp karın yere düştükten sonra erimesi misali trene doluşmuşlardı. Sıra bana geldiğinde cebimden kartımı çıkartıp ödeme yaptım.

Soğuktan donup, üşüyen parmaklarım sıcak bir yer bulmak için çırpınıyorlardı. Arkamdan itilmemle öne sendeledim.

Şaşkınlığım yüzünden bariz bir şekilde belli olurken arkamdaki adama baktım.

Boynuna geçirdiği zincir ona metalik bir hava katmıştı. Saçlarını kedinin tüyü gibi karıştırmış, altına siyah – beyaz bir eşofman giymişti. Gülerek öne ilerledim. Bir an önce sıcak bir yer bulma umudu ile çarpmıştı sanırsam bana. Ellerini kaldırarak ‘pardon’ işareti yaptı. Başımı yana sallayarak ‘sorun değil’ demeye getirdim. Sırtımı üstten sıcak hava üfleyen klimanın bulunduğu cama yasladım.
Sıcağa kavuşan parmaklarım mutlulukla parıldıyorlardı.

Trendeki saatin yelkovan ve akrebi birbirini kovalarken telefonumu çıkarttım. Ellerimle aldığım notlarımı açıp son tekrarlarımı yapmaya başladım.
Bugün son finalim vardı. Sınıfı geçecek ve annemle kutlayacaktım.

Saat 13.30
Gülümseyerek sınavdan çıktım. Ah, telefonum kapanmıştı. Ellerim telefonu açarken bir yandan etraftan geçen kelebekleri seyrediyordum.
Bir tane yakalayıp anneme verse miydim?
Ah, hayır kızardı bana. Bir canlıyı tutsak etmemi istemezdi. Telefonu açtığımda üstten gelen bildirimle kaşlarımı çattım.

Sinan Abi * Kişisinden 376+ arama...
Şaka bir yana ne olmuşta beni aramıştı bu kadar? Telefonu kulağıma dayayıp Sinan abiyi çevirdim.
Saat 13.45

Kalbim göğsümden çıkacakmış gibi atıyordu. Yerinden firar etmişti. Kan... Etraf kan kokuyordu. Yerimde dizlerimin üzerine çöktüm. Neden bu kadar karanlıktı?

Kahretsin, ben neredeydim?
Midemden yukarı bir sıvı çıkarken tek hissedebildiğim şey ilk kez korktuğumdu. En son, en son sınava girmiştim. Sinan Abi, beni Sinan abi aramıştı. Sonra...

Yok, hayır. Sonrası zihnimde değildi. Hatırlamaya çalıştıkça kulağım çınlıyordu. Gözlerim kararıyordu, başım dönüyordu. Yavaş yavaş şeytanın inine giriyordum sanki. Göğsümden, ağzıma doğru gelen acı gözlerimi karartıyordu.

Kusmuğumu yuttum. Kara deponun soğuk duvarları korkmama neden oluyordu. Zihnimde çalan fısıldayarak artan şarkı bedenimi uyuşturuyordu. Alkol içmişim gibi bedenimin bana ait olmadığını hissediyordum.

Ellerimle kulaklarımı tuttum. Defalarca kulağımın üzerindeki dikişe vurdum. Başım geriye düştü. Gözlerim kayıyordu. Acının bedenimi yavaş yavaş kavradığını hissediyordum. Sinirle ellerimi defalarca kafama vurdum. “Dur artık dur.” Adım sesleri odaya dolup, kulaklarımdaki çınlamaları arttırırken, bir çift ayak önümde durdu. Düz ama dağılmış saçlarıma bir çift el geçirildi. Başım sertçe arkaya çekilip, karşımdaki adama bakarken gördüklerimi algılayamadım.

Karşımda Sinan abi duruyordu. İki yanında duran adamlarına baktı. “Kaldırın.” Diye emretti Sinan abi. Beni yaka paça yukarı kaldırırlarken, Sinan abi bir akbaba niteliğinde etrafımda dolaşıyordu.
Ah, bu seferki kurbanı ben miydim? Elleri yanaklarımı sert bir şekilde tutarken konuştu.

“Dünkü görevde ne oldu, Cihan?” Dün mü? Eh, Evet birazcık başarısız olmuş olabilirdik. “Biraz, birazcık başarısız olduk.” Dedim ayyaş bir havayla. Bana ne vermişti bilmiyordum ama beni bir alkolik gibi mayıştırmıştı. Sertçe yüzümü bıraktı. Hızlı adımlarla masanın kenarına gelip, aldığı bardağı arkamdaki duvara fırlatmıştı.

İrkilmeden ona baktım. Ekipte itaat ettiremediği tek kişi ben olduğum için her şeyin faturasını bana kesiyordu. Biliyordum yine böyle olacaktı. Sadece muamma olan şey bu sefer bana nasıl bir işkence çektireceğiydi.

“Öyle mi?” Sertçe çenesini sıvazladı. Her şeyi bekliyordum ama yok, hayır bu kadar sakin karşılamasını beklemiyordum. Ya da çok mu erken teşhise varıyordum. Başımı sallayarak az önce sorduğu soruyu onayladım.

Bana bir gülüş attı. Hayır, ben bu gülüşü tanıyordum. Genelde bana işkence çektireceği zaman yapardı bunu. İleri gidip masanın yanından sandalyeyi aldı. Tam karşıma koydu.

Yeni fark ediyordum. Burası bizim esirlere işkenceleri uyguladığımız yerdi. Peki şimdi benden ne istiyordu? Adımları yavaşça bana yaklaşırken, avına sinsi sinsi yaklaşan bir aslan niteliğinde ağır ve tehdit edici bir tonda konuştu. “Ben seni çok kez uyardım, Cihan. Ama sen beni asla takmadın. Bugün sana beni umursamamanın zararlarını adım adım anlatacağım. İlk adım; kurbanı getir.”

Ne? Ne tip bir kurbandan bahsediyordu. Birileri yandaki Efe’nin üzerine çizgi film karakterleri çizdiği kapıyı araladı.

Gözlerimi kısarak oraya baktım. Bir kadın. Bana ilk zamanlarda öldürttükleri gibi birini mi öldüttüreceklerdi? Peki, bu sefer kurban kimdi? Gözlerim kadının üzerinde gezerken kızıl tanesi saçları dikkatimi çekti. Bana, bana bir yerden tanıdık geliyordu. Zihnim, beynimdeki en ücra köşede saklanan kapıyı açabilmeyi becerdi. O an tanıdım onu.

“Anne, oyun oynayacak mıyız?”
“Anne, Cihan acıktı.”
“Mama isterim anne ben.”

Boğazımdan hırıltılı bir nefes yükseldi. Aldığım nefes boğazımı acıtıyordu. Öne atılmaya çalıştım. Adamlar zorlayarak beni geri çektiler. Sinirim ve endişemden yüzüm kıpkırmızı olmuştu.

Işıkların arasında karanlığa boğuluyordum. Hayır, bu olamazdı beni annemle sınayamazdı. Boğazım yırtılana kadar bağırdım. “Bırak annemi bırak. Onu bırak benim canıma al ne olursun. Kalbimi avuçlarınla yar daha kolay olur.”

Ağlarken dizlerimin üzerine çökmüştüm. Ne kadar da acizdim. Yavaş ama sert, asker adımları ile yanıma adımladı. Çenemi tuttu, yukarı kaldırdı. “Ah, Evlat. Ben sana konu ne olursa olsun kimseye yalvarmaman gerektiğini öğretememişim. Fakat merak etme bugün sana bunu çok güzel bir şekilde öğreteceğim.”

Başımı mırıldanarak iki yana salladım. Arkasını dönüp yanımdan uzaklaşırken öne atılmaya çalıştım. Yapamazdı benden canımı koparamazdı. Anlaşılan o ki yapacaktı.
“Annenin gözleri kapalı evlat. Son kez görmek istersen açayım.” Sırıtarak bakıyordu bana. Acımdan nasıl zevk alabilirdi ki? “Dur,” dedi otoriter sesi ile. “Biraz daha işkence çek.”

Annemin gözleri açıldığında direkt yerde ağlayan beni buldu. “ Cihan, oğlum. Bir şey yap. Lütfen. Korkuyorum annecim.” Gözlerimi sıktım. Hiç bir şey yapamazdım. “Ah, korkmanıza gerek yok hanımefendi. Merak etmeyin hemen bitecek. Zerre acı hissetmeyeceksiniz. Değil mi Cihan? Oğlunuza sorun. Nasıl olsa o çok iyi bilir.” Bir dizimi kaldırarak yere koydum. “Annem,” diye fısıldadım. Acı barındıran sesimle. “Özür dilerim.”

Bağlandığı sandalyede çırpındı. “Seni nasıl bir yere vermişiz biz Cihan. Özür dilerim Annecim. Özür dilerim.” Hafifçe gülümsedim anneme. “Dileme anne. Çünkü ben sizi her şeye katlanabilecek kadar çok seviyorum. Boş odada Sinan abinin sesi yankılandı. Ellerini birbirine vurarak odada tok sesler çıkarttı. “Ah, ne kadar da acıklı bir sahne.” Dişlerimi birbirine sürttüm. Kemiklerden gıcırdatma sesleri çıkıyordu. Boğazımdan hırıltılı bir ses yükselirken, “Bırak onu!” kelimelerin her birine ayrı ayrı baskı yaparken, yanımdaki adamlardan kurtulmaya çalışıyordum.

Odada bir canavarın kükremesi yankılandı.
Silahın ucundan çıkan kurşun annemi hedef aldı. Anlına değip yaran kurşun başının arkasından çıktı. O delikten kanlar oluk oluk akıyordu. “İkiye On Kala, Evlat. Bu tarihi sakın unutma.” Çenemi kavrayıp sıktı. Elinin altında eziliyordum. “Çünkü sen annenin ölümüne sebep oldun.”
“İkiye On Kala,” diyordu. “Sevdiğin herkesi senden alacak, bu saat.”

Uzaklarda bir yerde, bir ağacın gövdesine tutunuyorum. Siyah bir kuğu etrafımda geziniyor. Öylesine büyük bir hissiyat ve çığlık dudaklarımın arasından firar ediyor. Babam gözlerinde belli olan şefkat ile saçlarımı okşuyor. Rüya! Evet, bu bir rüya. Hem öyle olmasa annem beni bırakmazdı ki. Sarıp sarmalardı. Sarıldığım ağaç kabuğu beni kendisine iyice çekiyor. Sonradan fark ediyorum, o kabuk benim geçmişim, annemle olan bağlarım.

Kalbimin ortasında bir duvar vardı. Sevdiklerim adım adım o duvara tuğla koyuyordu veya çekip beni bir zelzelenin altında bırakıyorlardı.
Bilmiyorum...

Bir filmin sezon finalinde idim. Acı ile harmanlanmış toprağı, genişçe bir çukurun içine boşaltıyorduk. O toprak filmin senaryosuydu. Islanan çamurlar elime tutuşturuluyor, sonra elime kocaman bir kürek veriliyordu. Kürek mi? En sevdiğim oyuncaklarım arabalardı benim. Kürek değil. Kenarda, mezarın kenarında duran Sinan abiye baktım. Zafer, gözü kör eden bir aşk, vazgeçilemez bir hırs, tutkulu bir öpüştü. Adım adım oynanan sinsi bir oyun, sessizliğinde kaybolduğun bir kuştu. Zafer arzusu ve hırs...

Bana göre ikisinin yan yana gelip , bir kalbi esir alması, ateşle barutun uzattığı bir içkiydi.
Şeytanın Evi olarak da tabir edilebilen bu ikilinin bir yılan ya da bağımlılık olduğunu hissediyordum. Kötülük bile kalbi bu kadar hızlı ele geçiremezken, bu ikili bir veba gibi kalbi tüm çevikliği ile sarıyordu. Görünen o ki istediğini çoktan almış görünüyordu. Fakat fark edemediği, bilmediği bir şey vardı.
Ben daha oyuna girmemiştim.

İntikam, acı ve zeka ile harmanlandığında ölümcül bir silah olabilirdi. Kendimi bir kumara atmıştım. Harmanladığım gücün silahım mı, ecelim mi olacağını zaman bana gösterecekti.

Şimdiki Zaman

“Cihan,” ipeksi dokusu ile bedenimi kavrayan ve tüm uzuvlarımı harekete geçiren bir ses doldu kulaklarıma. “Hava yüzmek için çok soğuk değil mi?” Başımı iki yana sallayarak havuzun kolonlarına dokundum.

Bedenimi kayan bir yıldız misali yukarı çektim. “Beni mi düşünüyorsun, minik serçe?” Uzun biçimli parmakları omzuma sert bir yumruk geçirdi.
“Bana minik serçe demekten ne zaman vazgeçeceksin?” Gülerek kenardaki şezlonga ilerledim. “Hiçbir zaman minik serçe.” Yerinde tepinerek bana baktı. “Benim bir adım var, Cihan Albayrak” Dilimi damağıma üç kez vurdum.

Umursamaz tavrım onu biraz daha delirtiyordu.
“Öyle mi? Neymiş o?” Elimi havluma atıp boynuma astım. “Nur, Nur Göktepe” Umursamaz şekilde başımı salladım. “Tamam. Bir dahakine öyle derim, minik serçe.” Ben içeri geçerken arkamdan koşarak girdi. “Nereye gidiyorsun?”Omzumun üzerinden bir bakış attım.

“Ben duş alacağım. Sonra Sinan abinin söyleyecekleri varmış. Beş gibi salona geçeceğim. Gelmek ister misin?” Kaşlarını çatarak bana baktı. Sanki daha da mümkünmüş gibi daha fazla çatıyordu. “Cihan, uzak dur benden.” Arkasına bakmadan kaçan Nur’a baktım.

Ellerimi ağzımın yanına siper ederek bağırdım. “Minik serçe, şaka yaptım.” Çok geçmeden koridorun ucundan bir ses duyuldu. “Şakan batsın, Cihan!” İçimden kahkaha atmak gelirken kendimi tuttum. İnsan nasıl sürekli bir şeyleri batırabilirdi?

Duş alıp, odadan çıktığımda çoktan salonda toplanmış ve beni bekliyor olduklarını gelen seslerden anladım. Bir ton laf atacaklardı şimdi. Üzerime siyah eşofmanımı ve beyaz tişörtümü geçirip salonun yolunu tuttum. “Cihan, bir asır daha gelmeseydin kardeşim.” Sarı saçları bir çocuk gibi dağıtılmış olan Batın’ın yüzündeki çiller Rüzgar’ın çillerinden daha azdı. Oradaki kocaman haritaya baktım. Sanırım yine bir görev için toplanmıştık.
Sert bakışları ve siyah saçları ile kaşlarını çattığında korkutucu görünen Akya, pür dikkatle haritaya bakıyordu. Sanırım her zamanki gibi Sinan abi ile planı o planlamıştı.

Ve biz ekiple o planı her defasında bozmaya ant içmiştik. Bize emir veremezlerdi ve bizi yönetemezlerdi. “Cihan hoş geldin oğlum,” derin bir nefes aldı ve devam etti. “Geç şöyle.” Eli ile benim yerimi işaret eden Sinan Abi’nin gözleri yorgunca bana bakarken kollarımı sert bir şekilde göğsümde bağladım.

“Dağılın. Hepiniz. Hemen şimdi!” Gözleri korku ile benim gözlerimi bulan Sinan Abi yaptığım şeyi sorguluyordu büyük ihtimalle. Tuana etrafa endişeli gözlerle baktı. Çünkü herkes bilirdi. Benim bağırmalarımın sonu genellikle iyi bitmezdi.

Rüzgar sinirle bana bakarken gözlerinden saf nefret geçiyordu. Olayın dışında bırakılmaktan nefret ederdi. Dişlerini sıkarak bana baktı sert çehresi gerilirken amacının bana karşı gelmek olduğunu biliyordum.

“Hiçbir yere gitmiyoruz, Cihan Albayrak.” Elini sertçe göğsüme vurdu. Geriye sendeledim. “Bizi olayların dışında bırakamazsın lan.” Ellerimi iki yana açarak iyice geriledim. Gözlerimden akan sinir Efe’yi ürkütmüştü. Bu saf kötülüğün arasında tek masum kalan ve parıl parıl parlayan Efe olmuştu.
“İyi o zaman. Hiçbirinizi olay dışı bırakmıyorum.” Elimi hepsini işaret ederek odanın içinde dolaştırdım. “Şu an burada tam bu odada bir hain var.”

Sözlerim ortamda bomba etkisi yaratmıştı.
Ben şimdi anladım oyun yeni başlıyordu. Fakat ben fark etmemiştim, bilmiyordum ki ben oyuna girmemiştim. Hayat denen o çocuğun saçlarını hiç okşamamıştım, öpmemiştim onu.
Derin bir iç çekerek gözlerimi odanın içinde dolaştırdım. O an bir şey fark ettim. Ben haini bulmaktan deli gibi korkuyordum. Hain’in arkadaşlarımdan biri çıkma düşüncesi beni yerle bir ediyor, gözlerimi köreltiyordu. Tetiklenmiş her bir duygum ortaya çıkmak için kalbimi darmadağın ediyordu. Dolgun dudaklarımı aralayarak, ruhundan geçeni ortama fısıldadım. “Ve ben eminim ki hain her kimse kardeşlerimden birisi değil.” Kapıyı çarpıp odadan çıktım. Zenginlik akan evde kapının sesi büyük bir gümbürtü yarattı.

Kaçtım. Orada olacaklardan kaçtım. Yüzleşmek, yıllardır yapmayı asla beceremediğim bir duyguydu.


🔪🔪🔪
Sana seni anlatan günlere, sevgilim.
Geçen her bir gün omzundaki yükü daha da ağırlaştırıyor. Ben artık kayser de olan olaylara yetişemiyorum.
Söylemek istediklerim beynimi kavururken ‘iyiyim’ diye haykırıyorum. İçimde pes etmek için çırpınan kötülüğü durduramıyorum. Ruhum çoktan vazgeçti mutluluktan, bedenim ne zaman vazgeçecek diye merak ediyorum. Şu durumda susuyorum çünkü anlatsam kim dinler ki beni?
Bu günlerde ayakta kalmamı sağlayan şey senin varlığın, yanımda oluşun.
Biliyorsun sevgilim bu kalp bir sana diz çöker. Başlangıcımdan sonuma yanımda olan kadının saçlarının göğsüme dökülmesini ister.
Bu sana gönderdiğim ancak sana ulaşmayan kaçıncı mektup bilmiyorum. Artık saymayı bıraktım. Fakat emin ol ben sana hislerimi döktüğümde, itiraf ettiğimde bu mektupların hepsini okuyabilirsin. Sanırım bu mektupları yazmaya başlamamın üzerinden iki yıl geçti. Dile kolay da kalbe kolay mı iki sene?
Yıllarca beraber büyüdüğüm ekipte bir hain olması fikri kulaklarımı kemiriyor. İçime bir kuşku düşürüyor. Biliyorum bazı hatalar yapılır, bir olur iki olur ama ihanet hata değildir. Kayserin ihanete tepkisini bilmesine rağmen buna cesaret eden kişi her kimse cesaretini kutluyorum, tebrik ediyorum. O kişi bana yalan söylüyor, güvenimizi sarsıyor.
Sana söz veriyorum, sevgilim. O kişi her kimse senin kılına dahi dokunamayacak.

Sana hep minik serçe diyecek olan;
Cihan Albayrak. (Bir gün ALBAYRAK olman dileğiyle)

Kağıdı katlayıp yerine, daha binlerce mektup olan kutuya koydum. Ona asla ulaşamayacak mektupların arasında bir mektup daha yerini aldı. Evet, yazdıklarımda ona hislerimi söylediğim gün verecektim bu kutuyu. Ancak hislerimi söyleyeceğimi söylememiştim. Masamın arkasındaki uzun, siyah cama doğru ilerledim. Deniz manzarasını gözlerime büyük bir ışıltı ile sunarken, bana huzur ve keyifvveriyordu. Uzaklarda gökyüzüne doğru uzanan dumana baktım.

Denizin verdiği huzur ve dinginlik ortadan kaybolmuştu.

Yıllar önce durumun bu hale geleceğini fark eden hükümet, güçlü bir psikolojisi olan insanlardan bir ordu kurmuştu. Onları tek tek eğitmiş, güzel bir hayat vermişti. Ancak bu hükümetin gözünde böyleydi. Ailelerimizi görmememiz bize işkence gibi geliyordu. Zenginlik içinde büyümek herkes için mutluluk değildi.

Yıllar önce iki savaşla başlayan savaşlar, bugün Türkiye’me sıçramıştı. İngilizler ile büyük bir savaşın eşiğindeydik. Tüm bunların ardında biz yani kayser ajan olarak eğitilmişti. Olası bir durumda haber uçurmak için bir nevi.

Haber uçurmak aslında pek de zor değildi. Zor olan bizden daha iyileri olup, onların yolumuza çıkmasıydı. Günden güne savaşa biraz daha yaklaşırken amacımız biraz olsun sınırdaki askerlerimize yardım edebilmek. Çünkü biliyorum. O silahı tutmak kendi rızanla yüksek güvenlikli ruh hastalıkları hastanesine gitmek ile eş değerde.

Çünkü bilirim zorluğunu, o silahı tuttukça ellerinin nasıl nasırlandığını. Çünkü bilirim, vatansız bir yurttaş annesiz kalan bir bebek demek, babasız kalan her bir çocuk bir yanı eksik büyüyen bir
çocuk demek. Çünkü bilirim, annemi kaybettiğimde kalbimde oluşan boşluğun ne kadar tarifsiz bir acı verdiğini.

••••
Bittiiiu. İlk düsüncelerinizi alabilir miyim?


Loading...
0%