Yeni Üyelik
2.
Bölüm

2.Bölüm

@rmysaygit

Güneş, yakıcı okşayışlar ile toprağı delip geçiyor, beceriksizce akan süs havuzunun içindeki suyu kavuruyor, insanın tenine alev saçıyordu.

Yeşil çimler bir damla suya hasret bir şekilde boynunu bükmüş güneşe isyan ediyorlardı. Etrafta esen rüzgâr bağımsızlığını ilan ediyordu. Yakıcı bir akşamüstünde her şeye rağmen oturduğumuz yere sızan güneş yakıcılığını Batın’a bahşetmişti. Sarıya kaçan saçları, anlındaki terle birleşmiş değişik bir görünüm sunuyordu.

Hem önündeki rakıdan hem de güneşin yakıcılığından mayhoş olan Batın, bulduğu efsaneyi bize anlatmak için büyük uğraşlar veriyordu. Alnının üzerinden akan teri dudaklarına gelmeden, elinin tersiyle silerek saçlarını geriye itti. Rakısından bir yudum alan dudakları bulduğu efsaneyi bize anlatmak için tekrar açıldı.

"Efsaneye göre kainatın dört kutsal gücü vardır. Ateş, hava, su ve toprak. Ateş, arzuyu ve nefreti temsil eder. Hava, özgürlüğü ve dik başlılığı, su deliliği ve toprak yalnızlığı temsil edermiş. Drapus'u koruyan varisler en büyük liderinin yani Elya'nın bedenini toprağın ele geçirdiğini acı acı hissedermiş. Bir gün açılmaması gereken bir kehanet açılmış. Adına ‘büyük kehanet’ denirmiş. Kehanet Drapus topraklarını susuz ve kurak bırakmış, büyük savaş da Nyks emrinde olan aygırları yani bizim dilimizde mitolojik canavarları durduramamış."

Biçimli dudakları anlattığı hikayeye ara verirken uzanıp ihtiyaçla içkisinden bir yudum aldı. Kara gözleri merakla tepkilerimizi ölçerken beklediği kesinlikle ona heyecanla bakmamız değildi. Dudaklarının üzerinde gezdirdiği dili dudaklarının tekrar açılmasına sebep olurken hikayenin devamını anlatmak için en az bizim kadar hevesli idi. Kaan sabırsızca yerinde kıpırdanırken devamı için sabır gösteremediği bariz bir şekilde ortadaydı.

"Bunun üzerine Elya asla yapmaması gereken bir şeyi yapmış. Kainat iyilik ve kötülük temsilcilerinin bir araya gelmesini kesinlikle reddedermiş. Yapılan hata Elya'nın bedenini göğe yükseltmiş ve kendi güçleri ile lanetlemiş. Yine kendi güçleri ile Elya'ya bir hapishane yapılmış. Drapus'un kurallarından biri olan 'kadim ruhlar Yıldızlara hapsedilir' kuralına makul olarak Elya'nın ruhu bir Yıldıza hapsedilmiş."

Görünen oydu ki Elya hep bir şeylerin bedelini ödemişti. Gözlerini parlak, masmavi gökyüzüne dikerek birkaç şey düşündü. Dudakları rakısından yudumlar alırken tekrar konuştu.

"Nyks ise bizim cennet ve cehennem dediğimiz iki diyarın arasındaki o ince çizgiye hapsedilmiş. En büyük cezayı Elya almış zira Elya'nın Drapus'ta olmaması gerekiyormuş," Gözleri bize döndü. "Neden diye sormayın. Bilmiyorum çünkü."

"O gün bugündür Elya'nın hapsedildiği yıldızın adı isminden ötürü Kuzey Yıldızı’dır. İsminin anlamı Drapus'ta 'yol gösteren, yönetici anlamına gelirmiş'. Kuzey Yıldızı Samanyolu'nda her bir canlıya yolunu göstermiş, bir çeşit pusula olmuş."

"Vay be," diye mırıldandım. "Hüznün bir adı olsaydı sanırım bu hikaye olurdu." Kaan siyah saçları dağılmış halde başını sallarken dudaklarını araladı. "Hüzün gününe yakışır bir hikaye." Rüzgar gözleri parlayarak bize döndü. Ayağa kalkıp masadan diğer rakı şişesini alırken en piç gülüşünü attı. Gözleri manzur bir biçimde hareket edip etrafı turlarken dudaklarını araladı.

"Bir gün kızlara korku hikayesi anlatsana Batın." Batın, Rüzgar'ın piç gülüşünün akışına daha masum ama sevimsiz bir gülüş gönderdi ortama. Aralarındaki gerginlik gözle görülür bir seviyedeydi. "Evet, bunu kesinlikle yaparım." Kaan ortamdaki gerilimi hissederek lafa daldı. "Bazı insanlar fedakarlığa yaraşmazlar." diye mırıldandı. "Misal Nyks." Rüzgar ağzının içinde bir şeyler mırıldanırken Kaan'ın söylediği şeyden hoşnut olmadığı belliydi. Evet, bazı insanlar fedakarlığa yaraşmazlardı, onlara verilen şansları geri teperlerdi.

"Bence Elya yapılmaması gerekeni yapmamalıydı." Bacaklarını yayarak önündeki büyük pufa oturdu. "Sonuçta her şeyin belirli bir kuralı vardır." Kaan şiddetle başını iki yana salladı. Sanırım rakı biraz ayyaş bir hava vermişti. "Ama sonuçta insan sonucunun kötü olacağı şey için yardım teklif etmemeli."

Gözlerim Kaan'ın üzerinde dolaştı. Derince onu süzdüğümü fark eden Kaan pek de dostça olmayan bir tavırla bana baktı. "Düşmanına güvenmek ölüm fermanını imzalamaktır, Kaan."

"E zaten," diye mırıldandı Batın. Gözleri ortamdan hoşnut olmadığını belli ederken dizlerine bastırarak yerinden kalktı. “Her neyse ortam sıkmaya başladı, size iyi eğlenceler." Yavaş ama sert asker adımları ile eve doğru ilerledi. Haftada bir yaptığımız bu günlerde ortam ne kadar gerilirse gerilsin bana sıkıcı gelmiyordu. Kafamızı dağıtmak için göreve gitmediğimiz zamanlarda elimizden geldiğince bu günlerden düzenlemeye çalışırdık. Genelde erkekler olarak toplandığımız bugünler de Efe yanımızda olmazdı. Sebebi tam da Efe'ye yaraşır bir sebepti. Beyefendiliğini bozmak istemediğinden bizim rakı günlerimize katılmıyordu.

Geniş meydanın hemen arkasında evimiz duruyordu. Yılların insanları zengin ettiğini varsayarsak evimizin büyüklüğü pek de absürt kaçmıyordu. Sabah saatlerinde güneşin perdelere vurduğu güzel bir manzara sunuyordu bize.

Evin dış cephesinin beyazlığı içinin aksine insanın içine huzur dolduruyordu. Güneşin tepede olduğu saatlerde tepeye vuran ışıktan korunmamız sayısı fazlaca olan katlar sayesinde oluyordu. Dış cephesinin beyazlığının aksine iç duvarlarımı siyahla boyanmıştı. Bugünlerde çakır keyif olduğumuz yer havuzun hemen yanında bulunuyordu. İçe çökmüş kısımlarına evin dış görünüşü ile ahenkli olarak beyaz koltuklar yerleştirmiştik.

Geniş kapının ardından dillere destan güzelliği ile Akya çıktı. Siyah saçları yeşil gözleri ile fantastik seven insanlara 'doğa ana' karakterini anımsatıyordu. Yere sağlam bastığı adımları ile yavaşça yanımıza ilerledi. Sert yüzünü buruşturduğunda siması komik bir görünüm aldı. "Siz yine mi içtiniz?" Kaan elindeki bardağı şerefe kaldırır gibi kaldırdığında kendi kendine mırıldandı. "İçmek demeyelim de keyiflendik diyelim." Akya başını onaylamazca sallarken bir adım geri gitti. "Sinan abi 'duş alıp, kahve içip toplantı odasına gelsinler' dedi."

Başımı sallayarak onu onayladım. Bugün bizi rahatsız ettiğine göre önemli bir şey olsa gerekti. Üzerimdeki mayhoşluktan kurtulup duşumu aldıktan sonra toplantı odasına adımladım. Bugün vücudumu çepeçevre saran ve huzur hissettiren kıyafetlerim gri eşofman ve tişört takımıydı. Üzerimdeki tişörtü rahatsızlıkla çekiştirdim. Genelde görev öncesi huzursuz hissederdim. Sanki karanlığın bedenimi ele geçirdiğini düşünürdüm. Dışarıdan ciddi görünümlü kapıya geldiğimde yavaşça aralayarak içeri girdim. Uzun masanın etrafına kayser dizilmişti. Sinan abinin yanındaki sandalyeme oturdum.

Uzun masanın camla kaplanmış olması altındaki bölmedeki çizim ve haritaların güzelliğini gözlerimize sunuyordu. Ayrıca yüzeyi cam olması sabah ve öğle saatlerinde üzerinin aşırı bir şekilde sıcak olmasını sağlıyordu.

"Ne yapıyoruz şimdi?" Tuana sorusunu ortaya atarken, bir yandan da saçlarına işkence çektiriyordu. Üzerine giydiği pembe kelebekli elbisesi, dışarıdan bakıldığında o masumluğun ardında bir katil tahmin edilemez kılıyordu.

Akya bluzunun kollarını çekiştirirken fısıldayarak bir şeyler söylüyordu. Beyaz bluzunun altına giydiği yine beyaz ve dar pantolonla nefes kesici duruyordu. Yılların getirdiği savaşçı zihni ile her zaman formda olması gerektiğini bilerek çalışmıştı.

Şüphesiz ekibin en güzeli Esra idi. Dalga dalga saçları, makyaj yapmadan insan içine çıkmadığı yüzü -ki makyajsız da harikulade bir güzelliği vardı.- sanki robotmuş da en ince ayrıntısına kadar biçimlendirilerek yapılmış gibi düşündüren fiziği ile sizi yepyeni bir dünyaya çekiyordu. Sanki güneş batarken turuncu ve kızıllığını Şafak'ın saçlarına bahşetmiş gibi duran saçları asla göremeyeceğim renkleri bana sunuyordu. Hafif balık etli yapısı güzelliğinden asla su sızdırmıyordu. Esra dolgun dudaklarını aralayarak sözcükleri özgürlüğüne kavuşturdu. “Carina, planlamaları Akya ve Sinan abi yapar biz de uyarız." Başımı sallayarak onu onayladım. Kara gözlerim Sinan abiye döndüğünde, sorgularcasına bakıyordum.

Sorgulayan bakışlarıma dayanamayarak konuştu. "Üstlerden bilgi geldi. Göreviniz bir İngiliz kampını patlatarak başkana yapılacak olan suikastın tarih ve saatini öğrenmek." Sertçe çenemi sıvazladım. Ülkeye sızmayı en üstlerden başlayarak yapmak istiyorlardı. Başımı sallayarak gözlerimi sıktım.

"Plan ne peki?"

Gözleri beni bulurken yanımızdaki dolaptan haritayı alıp masaya serdi. "Bakın şimdi. Kamp şu büyük dağın ardında. Kurdukları yirmi küsürüncü kamp olduğunu tahmin ediyoruz." Efe sandalyesini huzursuzca yukarı aşağı indirirken gergindi. Gözleri her şeyi sorgularcasına etrafta geziyordu.

"Peki hangi şehirde bu kamp?"

Rüzgar'ın gözleri üzerimde gezindi, beni derince süzüp Sinan abiye döndü ancak beklediğimiz bilgi bize Akya tarafından bahşedilmişti. "Tahmin edebileceğiniz üzere Kars'ta." Aslında çok da tahmin edilemez bir bilgi değildi. Dağlarla kaplı olan Kars bulunmalarını ve yer tespitini zorlaştıracaktı. "Ancak bir sorunumuz var," Diye devam etti. Herkesin gözleri Akya'ya döndüğünde sorunun ne olduğu az buçuk belliydi. "Sanırım sorunun ne olduğunu anlamışsınızdır; Hain." Ortamın gerginliğinin anlına bahşettiği teri silen Esra, "Maledetto" diye mırıldandı.

Haklıydı. Harbiden lanet olası. Sinan abi parmaklarını şaklatarak dikkatimizi ona vermemizi sağladı. "Evet, biliyorsunuz elimizde bir hain var," Dudaklarını öne bükerek yüzüne daha alaycı bir görünüm kazandırdı.

"Açıkçası Kayser'in tepkisini bilmesine rağmen buna cesaret eden kişiyi merak ediyorum. Cihan'ın düşüncesine gelirsek 'Hainin kardeşlerimden birisi olmadığına eminim' demişti. Açıkçası ben sizin ciğerinizi bilirim. O kişi sizden biri olsa anlardım. Bu yüzden Kayser dışında herkesi dışarı çıkarttım. Görevde ihanet tarzı bir şey yaşamanız sizden şüphelenebileceğim anlamına gelir."

Ortamı derin bir kasvet kaplamıştı. Gerginliğim kalbimin küt küt atmasına sebep oluyordu. Dışarıda tüm bütünlüğü ile duran dolunay lanetlerin habercisiydi. Okuduğum çoğu masal kitabında kötü şeyler dolunay gökyüzünde belirdiği zaman olurdu.

Bugün de o günlerden biriydi.

Masaya tekrar baktığımda herkesin düşüncelere daldığını fark ettim. Hepsi gergindi. Akya, sessizliği bozarak konuştu.

"Bilhassa dikkatli olmanız gerekiyor." Sinan abi Akya'yı onaylarken bu sefer sözü Nur aldı."Büyük ihtimalle yol güzergahını biliyordur. Her bir adımınızın hata olabileceğini unutmayın." Başımı sallayarak onu onayladım. " Peki o zaman sorumu yeniliyorum. Ne yapıyoruz?" Ortama sorumu bıraktığımda zaten kafamda bir şeyler canlanmıştı.

"Aslında planın hatları gelişigüzel kafanızda canlanmıştır," Diye mırıldandı, Sinan abi. Rüzgar başı ile onu onaylarken bir yandan da ortamı süzüyordu. Hep şüpheci biri olmuştu. "Sizden önce güzergahınıza bir köstebek gönderdik. Güzergahı tanıyoruz yani. Ancak sizin için Kars yepyeni bir deneyim olacak." Kaan masaya eğilip ellerimi başına dayadı. "Mutant hayvanların hepsini Kars'a toplamışlar, ah başımıza gelenler." Ona olan şaşkın bakışlarımızı gördüğünde ellerini yüzüne kapattı. "Yani öyle duymuştum."

Ortamda Sinan abi'nin gür kahkahası yankılandı. Kaan'a 'bravo' der gibi baktım. Ortamı yumuşatmakta üstüne yoktu.

"Kaan bu bilginin tamamı doğru değil oğlum," Sinan abi kahkahalarının ardından konuşmayı nihayet becerebilmişti.

Keyifle sandalyenin arkasına yaslandım. "Doğrusunu bize sen söyler misin, Sinan abi?" Ortama füze gibi bir soru atarken tarif edilemez bir keyif alıyordum.

"Dediğim gibi tamamı doğru değil. Abartılan kısım şu; evcilleştirilen birkaç aslan Kars'a bırakılmış."

"Ne?" dedi Akya.

Nur gözlerini açtı. "Amaç?"

"Sebep, Sonuç?" diye mırıldandı Rüzgar.

"Hepsine katılıyorum." dedi Efe.

Sinan abi bize 'sorgulamayın' bakışları atarken, yüzü eski haline dönmüştü.

"Tamam. Çok gevşeklik ettik. Plana tekrar geçelim mi?" Sinan abi beni başı ile onaylarken dudakları hafif bir tebessüm ile yukarı kalktı. Hızla gözlerimi üzerinden çekerken kusma hissini bastırdım. Bu ekipte hala duruyorsam vatanım içindi. Gözlerim tekrar ona döndüğünde dudaklarını araladı.

"Kars'a vardığınızda ilk önce Zalim Karasoy'un yönettiği 'Ziabella' adındaki barına gitmelisiniz. İş birliği içinde oldukları kesin. Sonra içeride bir geçit olacak, onu bularak Baykuş geçidine giden yolu bulmalısınız. Asıl zorluğu bu geçitten geçerken yaşayacaksınız, geçidin içinde bubi tuzakları olduğunu tahmin ediyoruz."

Aniden hissettiğim soğukluk ile kaşlarımı olabildiğince çattım.

Bedenim ne kadar üşüyüp acı çekse de, zihnim bir o kadar dinçti. Bedenimdeki acıyı unutup dikkatimi plana verdim. Efe "Başka yol yok mu?" diye sorarken kendime yeni gelmiştim. "Var aslında," diye cevapladı, Sinan abi.

"Hades geçidi," Gözleri uzun süre üzerimizde dolaştı. "Yunan Mitolojisi bilen varsa geçidin ne anlama geldiğini anlamıştır."

"Ben biliyorum," diye mırıldandı Batın.

"Doğru. Sen bilmeyeceksin de kim bilecek?" Dalga geçen Rüzgar sinirli bakışlarımı üzerinde topladı. Gözlerimi ondan ayırmazken elimle Batın'a devam et işareti yaptım. Benden sözü alırken gözleri minnettarlıkla parladı.

"Eski Yunan Mitolojisine göre yer, gök ve deniz üç büyüklere paylaştırılmış. Zeus gökleri almış, Poseidon denizleri ve Hades'e yer altı kalmış. Hades'in ölüm tanrısı olduğuna inanılır. Bu bakımdan geçidin ismini çevirdiğimizde 'Ölüm geçidi' gibi bir şey oluyor."

Sinan abi Batın'ı başı ile onayladı. "Aynen öyle," diye mırıldandı

"Hades Geçidi içindeki geniş alanları ile saklanmanıza olanak sağlamazken, olası bir durumda kampa haber uçmasını kolaylaştırıyor. Ayrıca geçidin her tarafı İngiliz askerleri ile donanmış durumda. Genelde bu geçidi İngiliz askerleri biliyor ve kullanıyor." Gözlerim masadaki haritaya kilitlenmişken zihnim öğrendigi bilgileri sindirmeye çalışıyordu.

"Peki," diye mırıldandım. "Göreve kimler gidiyor?" Aslında aklımda birkaç kişi var ama siz neler dersiniz bilmiyorum."

Derince bizi süzüp yerine oturdu. "Manipüle yeteneği açısından Esra'yı düşündüm. Ekibe liderlik açısından Cihan'ı, barda işinizi kolaylaştırsın diye Rüzgar'ı," Rüzgar sandalyesini arkaya iterken sitemliydi. "Hay amına koyayım ya. En piç işleri neden hep ben alıyorum?"

"Yavşaksın çünkü. Oğlum herkesi geçtim. Uçan sineğe bile yavşayamazsın ya." Kaan konuşurken gülmemek için dudaklarımı ısırdım. Uçan sineğe bile 'gelmez misiniz omzuma? Biraz çakır keyif olalım.' demiyorum ya. Rüzgar kendi kendine sitem ederken Batın şuh bir kahkaha attı. Gülerek önüne döndüğünde halinden memnundu. "Başka kimler gidiyor?" diye bir soru sordu. "Ve sen, Batın. Ne kadar vurdumduymaz olsan da bu görevde işe yararsın."

"Sağ ol ya." diye mırıldandı. Yüzündeki ifade görülmeye değerdi. "Sonra Kaan'ı düşündüm," diye devam etti Sinan Abi. "Çok hazırcevap bir yapısı var. Sizi olası bir durumdan kurtarabilir, son olarak Tuana ve Şafak. Şafak ve Batın sahadan geride kalan ekip olacak," Şafak kızıl saçlarını arkaya attı. "Arkalarını toplayacağız yani."

Sinan abi geriye çekilerek minik adımlarla odayı turladı. Dilini damağına şaklatarak ellerini saçlarına geçirdi. "Aynen öyle, sizin kulaklıklarınız Nur ve Cihan'a bağlanacak. Bu sayede hem ekipten hem de üsten haberiniz olacak. Aynı şekilde siz de Cihan," Adımı duymamla yerimde dikleştim. "Siz de kulaklıktan gelen seslere sessiz kalmayacaksınız. Ses vermezseniz ağır olay çıkar.” Başımı sallayarak alaycı bir ses çıkarttım. Bana ters ters bakıp göz devirdi. Annemden sonra aramız biraz daha alevlenmişti.

Ben buydum işte; hayattan nefret ederdim ancak kendimi öldürme cesaretini bulamazdım.

Aşka inanmazdım ancak Nur için her şeyi yapabilirdim.

Genelde laf dinlerdim ama çoğu zaman başına buyruktum.

Karanlıktan korkardım ama saatlerce karanlıkta kalabilirdim.

"Evet," diye mırıldandı Sinan abi. Kaşları çatıkken yüzü daha ciddi bir hal alıyordu.

"Gidip silahlarınızı ayarlayabilirsiniz,"

Kayser sandalyelerinden bir bir kalkarken ben de sandalyemi arkaya itip kalktım. "Yola ne zaman çıkacağız?" Sinan abi haritayı dolaba koyup bana baktı ve dudaklarını araladı.

"Yarından sonraki gün," Dolaba bıraktığı haritaya baktı. "Eşyalarınızı alırken haritayı da alın." Başımı sallayarak odadan ayrıldım.

🦋

Gözlerim tavana bakarken saçlarım ıslaktı. Duştan yeni çıkmış ve kurutmamıştım. Gözlerim kapıya gittiğinde kapım çaldı.

"Gelme," diye seslendim kapının dışındakine. "Üstün mü uygunsuz?" Ses Batın'dan gelmişti. Sanki görebilecekmiş gibi başımı iki yana salladım. "Hayır," Karşı taraftan beklemeden cevap geldi. "Odan mı dağınık?"

"Yine, hayır."

"Uyuyor musun?" Tam burada patladım. " Evet, Batın. Sana uyurken cevap veriyorum. Bir git amına koyayım ya." Benim sitemime karşılık kapı paldır küldür açıldı. "Bir sen git amına koyayım ya," Ellerini beline yaslamış benim taklidimi yaparken yüzü düştü.

"Bu ne hal lan?" Yüzümü duvara dönerken ona sırtımı döndüm.

"Halimde bir şey yok ki,"

"Bu dediğine ancak kuşlar inanır," söylenerek yanıma gelirken inanmışa benzemiyordu. Yanıma ilerleyerek, yatağın köşesine oturup omzuma vurdu. "Haydi kalk, konuşalım." Başım ona dönerken güven verircesine baktı bana.

“Niye geldin lan?” diye mırıldandım. “Şu haline bak bir de beni sorguluyorum, ayı.” Şuh bir kahkaha atarak yastığımı dizlerimin üzerine çektim.

“Ayı da olduk iyi mi?” Sorumu gülümseyerek cevapladı. Arkama uzanıp yastıklarımdan birini de o aldı.

“Anlat bakalım neye üzüldün?” Derin bir iç çekerek komodinimdeki Nur’un fotoğrafına baktım. Bakışlarımı fark eden Batın elindeki yastığı kafama vurdu.

“Yine mi Nur lan?” Yerime bir sincap gibi sinmişken başımı salladım. Gülerek saçlarımı karıştırdı. Benden üç yaş büyüktü. Bundan ötürü bedeni daha heybetliydi. Hesap yaptığımız zaman o yirmi yedi, ben yirmi dört yaşında oluyordum.

"Bak Cihan, aşk yorucudur. Hele ki platonik olan. Git söyle artık bence. Bizim bir sonraki günümüz belirsiz." Derin bir nefes çektim. Bizim sadece bir sonraki günümüz değil bir sonraki saatlerimiz hatta ve hatta saniyelerimiz belirsizdi.

Zihnimde çaresizlik nehri kayaların arasından sızarak düşüncelerime dökülüyordu. Söylemekle söylememek arasındaki çizgide kalmıştım. Nefesim dar geliyor bana onsuz geçirdiğim her güne ağlıyor, yaşlar gözlerimden ölçüsüz bir şiir gibi, betimlemede hasret bir roman gibi akıyordu. Sesini, nefesini, bana kurduğu her bir cümleyi özlüyorum. Bana bir baksa ‘ben mutsuz olayım, senin yüzün gülsün’ derdim.

Ciğerlerimi yakıyor hasret, kavuruyor. Özlüyorum onu, bana gelmediği her bir adımını. "Belki..." diye fısıldadım. "Belki görevden sonra söylerim." Batın başını sallayarak, saçlarımı karıştırdı. Odadan çıkarken siyahımsı saçları, odamdaki klimanın etkisi ile ahenkle dans ediyordu. Çilleri sıcaktan dolayı biraz daha artmış ve alnına ulaşmıştı.

Dışardan camıma atılan taşla irkildim. Ah, ne kadar da ilkel bir dürtüydü. Beni aşağı çağırma merasimleri hep çok garip olmuştu.

Akya Dizel

İnsanlar iki grupta incelenirdi. Biri cennetin tevekkülleri ile süslenen aziz, diğeri cehennem ateşinin muhafızlığını yapan günahkâr. Ancak kalbi deşip, zihnin benliğini ortaya çıkardığınızda karşınıza çıkan iki şey olurdu. Azizin içindeki günahkâr ve günahkârın içindeki aziz.

İnsanlığın günahkâr bedeni cennetine değil de bildiği cehennemine ilerlerlerdi. Oysa insanın saatlerce seyretmesi, çerçevelenip asması gereken onlarca an vardı ki. Işıltılı çerçevelerin içindeydi hep o narin güzellik. Ancak büyünün etkisinden çıkılıp o çerçeveye dışarıdan bakıldığında tek bir şey fark edilirdi; Ateşle barut, aziz ile günahkar birleşip size tadının eşsiz olduğu bir içki sunduğu.

Maçka sokakların yukarılarında yerleşen bir apartman salonu. Kapısı, bir geçit ve devrik cümleler. Ayrıca dilimden dökülen kör hevesler...

Her bir filiz kör ceylanın kovaladığı, dolunayın gecelerin koynuna saklandığı, Galata’daki ticarethanelerin işlek çatılarının, çiçeklerin açtığı mevsimde ihanetiydi, hayat. Benim ruhumdan dökülen kayalık denizlerin sesi tam da burada başlıyordu. Çünkü benim hikayemdeki cümleler devrik, betimlemeler yersizdi. Soğuk bir yılbaşı gecesinde kırgın kanatlarım yetimhane duvarlarından koparıldığında fark etmiştim, ilk acımasızlığı.

Ruhumu saran korku, yıkılan evimle yerle bir olurken hayat bana bir yerlerinden gülmüştü sanırsam. Etrafın ışıklarla süslendiği gecede, gökyüzünün siyahlığının ardından kocaman bir yıldız kaymıştı. Gözlerim, yıldızın bıraktığı izde gezmişti.

Neden ihanet etti ki gökyüzüne, diye sormuştum kendime. Çok istediğin bir şeyden vazgeçmenin burukluğu vardı, havada. Koşmamız gerekirken yazgımıza, montsuz dışarı çıkıp soğuğu tatmamız gerekirken tatlı havada, acının kederinin olduğu dünyayı yansıtıyordu hava.

İçimde iki ayrı gücün olduğunu fark ettiğimde, aslında kandan korkan o küçük çocuğun olanlara tepki verdiğini anlamıştım. Karanlık beni her seferinde bir yorgan gibi kucaklardı. Krizlerin eşiğe dayandığında yüksek güvenlikli ruh hastalıkları hastanesine kaldırılmam çok da beklenmedik olmamıştı. Acıyı her gün daha da hissederken kendimden utandım. Biliyordum, ben değil beni bu hâle getirenler utanmalıydı ama ben kendimden utanıyordum.

Mavi oda da sürekli Liya ile kavga ederken o gittiğinde acı bedenimi ele geçiriyordu. Her şeyin sonucunda bana tek bir tanı koyuldu; çoklu kişilik bozukluğu...

Ekibin ruh hastası olduğumu inkar edemezdim. Bir bakımdan düşüncelerimi kontrol edemediğim için ekibin en zayıf halkası bendim. "Ah, Akya. Zavallı Akya, şimdi kendini buna mı inandıracaksın?"Liya bugün siyah elbisesini dizlerine kadar indirmişti. Omzunun üzerinden yere doğru salınan bir ip atmıştı. Saçlarının klimanın etkisi ile sağa sola saçılması, yüzündeki altın renkli işlemeleri gözlerime sunuyordu.

Bileklerine taktığı bileklikler gümüş rengi ile gözleri uyumluyordu kendilerini. Saçlarının beyazlığının üzerine altın sarısı, işlemeleri ile kalbimi çalan ince bir taç iliştirilmişti.

"Ben kendimi avutmuyorum. Sen öyle sanıyorsun."

Eteklerini toplayarak yanıma geldi. Yüzüne alaycı bir gülümseme kondurmuştu. Bedeninin masumluğunun aksine her akşam beni çıldırtması onu pek de masum yapmıyordu."Kendini avutmak korkakların işidir ancak sana kızmıyorum. Tabii ki korkacaksın. Ne sanıyordun ki seni asla bulamayacaklarını falan mı?"

Elimdeki parfümü hızla tuvaletime geçirdim. Ellerim saçlarımın arasına daldı ve onları dağıttı. Çok sıcak olmuştu, biraz serinlik bana iyi gelecekti. Kayserin yanına inmem ikimiz içinde - Liya için de benim için de- ideal bir tercih olacaktı.

Ona cevap vermeyip yanından geçmeyi düşünürken umduğum gibi olmadı. İnce parmakları kolumu çoktan sarmıştı. Gözlerindeki nefret belli olurken, sesine öfkesini yansıttı.

"Nereye?" Derin bir nefes çektim. Güya bu akşam Liya ile uğraşmak istemiyordum. "Bahçeye Liya hazretleri, istediğiniz arzu ettiğiniz bir şey var mıydı?" Onun aksine sesime öfkeyi değil de alayı yansıtmam onu bir hayli kızdırmıştı. "Akya senden türedim ancak senin bu kadar aptal olman bana, kişiliğime bir hakaret. Söylesene bana Cihan'ı her seferinde dışarı çağırırken seni çağırmamalarının sebebi ne? Seni zerre kadar umursamıyorlar çünkü. Gerçi onlar da haklılar bir casusu kim sever ki?"

Ellerim titrerken krizimin yakın olduğunu fark etmiştim. Hem ben casus değildim ki. Beni bu hale getirenler utanmalıydı kendinden.

"Ben casus değilim." Dişlerimi sıkarak, öfke ile söylediğim sözler bir homurtu gibi dudaklarımdan fışkırmıştı.Ellerini birbirine vurarak bana alkış tutmaya başladı. Bir yandan etrafımda dönüyordu. Onu takip etmek ve ne yaptığını görmek için bir çaba sarf etmemiştim. Ortamı iki elinin birbiri ile birleşip ayrılmasından çıkan sesler ve benim nefes alış seslerim dolduruyordu."Bravo sana, bu kadar aptal olman benim bile aklıma gelmezdi," Karşıma geçip ellerini beline koydu. "Kızım sen hangi akla hizmet Kayser'e ihanet ediyorsun. Seni, beni çiğ çiğ yerler farkında mısın?"

Dolan gözlerimi Liya'ya çevirdim. "Annem ve babam için yaptım."

Derin bir iç çekerek bana doğru bir adım attı.

"Hadi sadece sen olsan neyse, kızım benim suçum neydi ya? Bela mısın sen bana?"

Yerime sinerek başımı salladım. "İlaçlarını aldın mı?" Liya'nın sorusu o kadar havada kalmıştı ki. Gözlerim, ilacımı almamama tahammül edemezken gözlerimi karanlığa yumdum.

Cihan Albayrak

Siyah gecenin karanlığı, ayın parıltısı ile aydınlanıyordu. Etrafı süsleyip daha aydınlık olmasını sağlayan, Şafak'ın taktığı minik lambalar etrafa pembe görüntüler bırakıyordu. Kenardaki süs havuzunun sesi bana bir denizi anımsatırcasına -ki bence süs havuzu kendini bir şelaleye benzetiyordu- güçlüce akıyordu.

Belimden asla eksik etmediğim silahım, sandalyede otururken sırtımı deşiyordu. Bağdaş kurduğumda ise bana cehennemi yaşatıyordu.

Ortada göreve gitmediğimiz her akşam yaktığımız kamp ateşi vardı. Turunculuğu ve kızıllığı ile biraz da etrafı ateş aydınlatmıştı.

Ateşin etrafına dizdiğimiz beyaz sandalyelerimize çökmüş boş olan tek sandalyenin sahibinin nerede olduğunu sorguluyorduk.

Akya her akşam çağırmasak da gelirdi. Kendini asla bu ortamdan eksik etmezdi. Her ne kadar içine kapanık birisi olsa da bizim yanımızda asla olmadığı birine dönüşüyordu.

Akya toplantıdan kalan üstünü değiştirmiş bir halde kapıda gözüktü. Mavi çiçekli elbisesi çok hoş duruyordu. Altına giydiği yine mavi kelebekli, özel tasarım ayakkabılar tasarımını tamamlıyordu.

Gelip her zamanki yerine kurulduğunda şaşkın bakışlarımızı üzerinde toparlamıştı.

"Akya," diye mırıldandı Nur. Biz buraya ilk geldiğimizde Akya ve Nur benim ve Batın'ın olduğu gibi dostlardı. Birbirlerini her zaman desteklemiş ve yalnız bırakmamışlardı."Akya neden geç geldin?" derin bir iç çekerek saçlarını arkaya atan Akya, gözlerini Nur'un üzerinde dolaştırdı. "Duşa girdim, minik serçe." Elindeki kokteyli tutan Batın bir anda Akya'ya döndü. Ağzına aldığı kokteyl Kaan'ın yüzünde küçük bir gezintiye çıkarken Kaan küfrederek ayağa kalktı. "Senin yapacağın işi Batın ya."

"Tamam işte temizlendin,"

Görünen o ki Batın'ın açıklaması kabahatinden büyüktü ve güzel bir dayak yiyecekti. Zira Kaan gözü seğiriyordu.

Gözlerim Nur'a gittiğinde sertçe yutkundum. Sanırım dayak yiyecek olan sadece Batın değildi. Elimdeki kokteyli yavaşça masaya bırakarak geri çekildim, sandalyenin arkasına kaçtım.

"Neden öyle bakıyorsun?" mırıldanışım aslında onun için bir sinir sebebiydi. "Yazgını öğrenmek ister misin, Cihan?" Başımı sallayarak onayladım ancak gözlerim 'gelme' diye bağırıyordu.

Sert adımlarla yanıma geldi ve beni çekiştirmeye başladım. "Kızım ben köpek miyim? Tutmasana ensemden," gözleri bana sertçe bakarken inadımdan vazgeçmedim. "Ayrıca bana yazgımı söyleyecektin?" Bana bir adım atarak gözlerini kapattı, ellerini bana uzattı. "Gel ben sana göstereceğim yazgını,"

Enseme atılan şaplakla şok içinde baktım. Homurdanarak kolumu Nur'a uzattım.

"İyi. Al ne yapıyorsan yap," Nur kaşlarını kaldırarak bana baktı. Yüzünde kötü bir gülümseme peyda oldu. Beni çekiştirirken Kayser'e 'yandım ben' bakışları atmak dışında hiçbir şey yapmadım.

Suyu boyladım.

Belki de insan yazgısını öğrenmek için bu kadar çabalamamalıydı. Kaşlarımı çatarak Nur'a baktığımda konuşmama izin vermeden konuya girdi. "Öğrendin işte yazgını, bak senin için ne kadar güzel oldu," Gözleri tekrar öfkeyle bakarken "Oğlum senin yüzünden tüm ekip bana 'minik serçe' diyor be." diye bağırdı. Elleri havada tırnak işareti yaparken siniri kafasından fışkırıyordu.

Ben hâlâ sudayken uzaklardan Sinan abinin sesi geldi. "Cihan, gece gece serinlemeye mi karar verdin?"

"Evet ya. Çok sıcak da," Sinan abi başını sallayarak şezlongdaki telefonunu aldı ve gözden kayboldu. Sırılsıklam halimle gidip tekrar ateşin başına oturduğumda aslında konu belliydi; Hain.

"Ben hain'in bizden birisi olduğuna inanmıyorum. Ne bileyim? Garip geliyor. Sonuçta o kadar yıl beraber büyüdük." Kaan ürkekçe konuşurken hepimizin kalbinden geçen buydu ancak kendimizi bile sorguluyorduk. "Ama şöyle düşün," diye mırıldandı Esra, başta sesi kısıkken sona doğru yükselmişti. "Küçükken ailesinden ayrılmasının acısını falan çıkartıyor olabilir." Kaan onu başı ile onaylarken Rüzgar, Kaan'ın aksine şüpheli bakıyordu.

Öne eğilerek Esra'ya baktı. "Sen neden olan biliyor gibi konuşuyorsun?" Esra'nın gözleri büyürken Rüzgar'ın ondan şüphelenmesine inanamıyordu. " Rüzgar saçmalama, benden mi şüpheleniyorsun?"

Rüzgar onu başını sallayarak onayladı. "Sadece senden değil, şu evdeki herkesten şüpheleniyorum. Siz belki ekipten şüphelenmeyebilirsiniz ama benim canım tatlı her durumu göz önünde bulundurarak hareket etmeliyim." Tek kaşını kaldırarak devam etti. “Mesela sen Akya, toplantıda elini kolunu koyacak yer bulamıyordun. Neden? Hain olduğunu bildiğin için mi acaba?"

Akya kaşlarını kaldırarak ayağa kalktı. "Sen sadece gözlemlerine dayanarak birimizi hain ilan edemezsin. Evet, elimi kolumu koyacak yer bulamıyordum çünkü heyecanlıydım. Ayrıca ben kime hesap veriyorum ya," Batın kaşlarını kaldırarak Akya'ya baktı. "Bir dur ya. Sen niye hemen celallendin? Ben Rüzgar'a hak veriyorum. Dikkatli olmalıyız. Özellikle böyle bir durumun içindeysek sizin gibi suya atlamamalıyız mesela."

Gözler bana döndüğünde saçlarımı geriye attım. "Ne yapalım sence Batın? 'Ah vah ekipte hain varmış' diyerek kendimizi mi yakalım." Tuana bacaklarını kendine çekip bağdaş yaptığında ortamın gergin olduğunu fark etmişti. "Akya'ya katılıyorum. Ortada fol yok yumurta yok. Kanıtsız birini suçlayamazsın Rüzgar." Rüzgar en sinir bozucu gülümsemesini Tuana'ya göndererek arkasına yaslandı. "Ben zaten kanıtım var demedim farkındaysan. 'Şüphelendim' dedim. Ayrıca Cihan ne bu rahatlık? Sana bir şey söyleyeyim mi?" Tereddütsüz bir şekilde kafamı saklarken, aslında bir suçlama da bana geleceğinin farkındaydım.

"Kendini gerçek lider mi sanıyorsun? Değilsin. Güç baltayla, bıçakla veya adam öldürme ile doğmaz. Hak etmen gerekir. Her zerrende hissetmen. Ve lider olduğunu, lideri olduğun ekibin kabul etmesi gerekir. Sor bir bize, seni liderimiz olarak istiyor muyuz?"

Gözüm seğirirken bakışlarımı sandalyede duran ekibe çevirmiştim. Ayağa kalkarak tam Rüzgar'ın önünde durdum. "Bilirsin, krallar da her zaman kabul edilmez," Dudaklarımı tekrar araladığım sırada ortamı şuh kahkahası doldurdu. "Güçlü olduğunu mu sanıyorsun? Lan oğlum, Nur'a yanık olduğunu herkes biliyor. Söylesene bana Nur seni neden hiç görmüyor? Umursamıyor çünkü. Umursasa yıllardır anlamaz mıydı?" Gözlerindeki alaycı gülümseme beni hayal kırıklığına uğratıyordu. Hayallerin söz konusu olduğunda kimseye bahsetme, ya yıkarlar ya da bozarlar annem. Her şeyi her yerde söyleme çünkü arkanda gölgen vardır, derdi annem.

Dostlarımın aslında dostum olmadığını fark ettiğimde, hayatımın neredeyse çeyreğinin sahtelikle, ihanetle geçtiğinin farkına varmıştım. Ama dost dediğin arkanda durmaz mıydı? Benim dostum beni sırtımdan bıçaklamıştı."Ne diyorsun lan sen?" Benden önce ayağa kalkıp Rüzgar'ın ensesine yapışan Batın bir yumruk çaktı yüzüne. Ortamda bir kavga alevlenirken Rüzgar'ın saçını aşağı çekip yüzüne bir kafa attım.

"Şafak! Gidip Sinan abiyi çağır hemen," Arka taraftan ayırt edemediğim sesler yükselirken, Rüzgar bacak arama bir tekme çakıp yüzünü yüzüme geçirdi.

"Ay, Tuana tut şunları." Koşma sesleri gelirken Batın, Rüzgar'ın arkasına geçmiş, kolunu kavrayıp arkaya çekmiş ve diziyle sırtına vuruyordu. Ellerimi cebime koyup onları izlerken saçım arkaya çekilip yüzüme bir tekme atıldı.

"İtoğluit," dudaklarımın arasından firar eden küfür bana kesinlikle yakışmamıştı.Arkama döndüğüm sırada bana yumruk çakan kişinin Kaan olduğunu fark ettim. Tabii ya başka kim olacaktı ki? Rüzgar'ı bu ekipte koruyacak tek kişi varsa o da Kaan'dı. Gözlerimin etrafındaki sinir damarları belirginleşirken bir darbe de yüzüne ben çaktım. Boşluğuma denk gelip Kaan beni yere düşürdüğünde, üzerime çıkıp yüzümü yumruklamaya başladı, Batın onu üzerimden atarken bu sefer de Rüzgar binmişti ancak bu sefer boş durmayıp bende yumruklarımı salladım.Uzaktan Sinan abinin sesi yükselip bizi olduğumuz yere çivilediğinde ne yaptığımızı yeni fark ediyordum.

"Ne yapıyorsunuz siz?" Yanıma gelip yüzümü kendine çevirdiğinde iğrenti dolu bakışları yüzüne bezendi. "Şu yüzünüzün haline bir bakın, yaptığınız şeyin farkında mısınız siz?" Rüzgar dudağındaki kanı elinin tersi ile sertçe silerken afallamıştı."Alt tarafı kavga ettik abi, ne abarttınız." Sinan abi gözlerinden ateş çıkartarak Rüzgar'a döndü. Bilincim yeni yerine gelirken yaptığımız şeyin ağırlığını yeni fark ediyordum. Ekibimize sızan ve bizi içten çürütmeye çalışan o kişi amacına her geçen gün daha da yaklaşıyordu.

Aslında yapmak istediği sadece operasyon bilgilerini sızdırmak değildi. Adımlarını sinsi ve yavaş atıyordu. Attığı her adımın sonuçlarını düşünüyor ona göre hareket ediyordu. Emin olduğum bir şey varsa, oda karşımızdaki kişinin hızlıca saf dışı bırakılabilecek, salak biri olmadığı idi. Çünkü yavaş adımlarla ilerliyordu. Yaptığı ya da benim yaptığından emin olduğum planları ile bunu net bir şekilde göstermişti.

Emindim ki bu hainin bizden beklediği bir şey vardı. Kendi kendimizi çürütüp, ekibi adım adım bizim yıkmamızı istiyordu. Attığı her adım bizim için büyük tehlikeler barındırırken yaptığımız hatanın büyüklüğü tasvir edilemezdi.

"Anlamıyorsunuz siz," Ellerini saçlarına geçirip etrafında döndü, Sinan abi. "İnanamıyorum size ya, ben sizin olgunlaştığınızı düşünürken bu yaptığınız hangi akla hizmet ediyor?" Gözlerini kapatarak sabır diledi. "Ne abarttınız ya, alt tarafı bir kavga ettik." Rüzgar bunları söylerken Sinan abi dağılmış saçları ve ateş saçan gözlerini ona çevirdi. "Sadece bir kavga, sadece bir kavga öyle mi?" Rüzgar onaylarcasına başını sallarken, Sinan abi sertçe yüzünü sıvazladı.

"Sizin bu durumda kavga etmemeniz gerekiyor, hain bu evden biriyken en son isteyeceğimiz, onunsa ilk isteyeceği şey gruplara ayrılmanız ve kendi içinizde savaşmanız olur."

Gidip benim kalktığım sandalyeye bir tekme atarak yere attı.

"Kendi içinizde savaşmanızı, kendinizi yıkılmanızı istiyor, nasıl anlamıyorsunuz?"

Gözlerimi sıkıca yumarken bulunduğum duruma lanet ettim.

Kuşkusuz yalın bir anımsama edimidir ihanet, ama sonrası için tezahüratsız bir kraliçe, korkunun uyandırdığı mutluluk, kısa bir hazdır. Hani ya bir bakışta tutulamaz, harmanlanan ateş dizginlenemez, acı küllerinden doğamaz ve yazgının ezgisi sizi kül edemez ya. İhanet rüyasından uyandığınızda her yazgı sizi kül eder, boğardı. İhanetin senaryosu kanla beslendiğinden, yazılan her şiir aleyhinize işlerdi.







Loading...
0%