Yeni Üyelik
9.
Bölüm

dokuz: acımaz daha fazla

@rose_roar

Dua Lipa - Homesick ile yazılmıştır.

                                                                                                            🌼

Kırmızıya boyanan beyazlar

Güneş bulunduğumuz cepheye doğru yükselirken gözlerime gelen ışıklarından beni çepeçevre saran kişiye sığınmıştım. Güneş'in yakıcılığına karşı etrafımızda raks eden hefif bir esinti vardı bizi daha da yaklaştıran. Birkaç kuş cıvıltısı kulaklarıma doluyor, içimi huzura buluyordu. Sanki bahar bu bahçeye bu sabah erken gelmiş gibi bir his vardı o an içimde.

Göz kapaklarımı zorla araladığımda ilk gördüğüm şey onun boynu olmuştu. Adem elması. Beni tüm gece sinesine saklamış, sinesinde uyutmuştu. Onun yamacında, onun kokusuyla uykuya dalmak... Huzurun diğer adı gibiydi. Hiç olmadığım kadar rahattım. Belki buna sebep o idi belki de geceki vedam idi. Bir şeylerin an azından kafamda yerine oturmuş olması. Bilmiyordum da o an çok da umrumda olmamıştı. Sadece o uyanana kadar biraz daha ona sokulmuş, doya doya kokusunu doldurmuştum ciğerlerime.

Bazı vedalar bunu hak ederdi. En azından etmeliydi.

Son kez.

Çok da uzun sürmeyen bir zamanın ardından gözlerini açmıştı melül melül. Gözlerini kırpıştırıp uyanmaya çalışıyordu. Bir eli yere yaslı iken diğer eli saçlarında kafasını kaşırken o kadar salak duruyordu ki... Ve o, okadar güzel, o kadar tatlıydı ki... O an onun o görüntüsünü kaydetmek isterdim bir telefonla. Zihnimde ilelebet yer edecekti elbet lakin o an o kadar çok ihtiyaç duymuştum ki ona yanımda bir telefon olmadığı için ağlayabilirdim. Lakin bu da onun sonunda kendine gelebildiği ilk an neşeyle 'Günaydın bir tanem.' demesi ile... Yok olmuştu. Unutuvermiştim. Sadece onun neşesine kapılıp ona aynı neşenin bir tık büyülenmiş hali ile cevap vermiştim.

Bahçe kapısında bize seslenen Melda Teyze ile doğrulup örtüleri, yastığı toplanıp ayaklanmıştık. Sonrasında kahvaltıya kalmam için ne kadar surat edilse de onlara 'Anneme gece geleceğim demiştim. Ama ben uyuyakalmışım. Beni göremezsem endişelenir.' diyerek bu tekliflerini ret etmiştim yarı doğru yarı yanlış.

Ben tam dış kapıyı açmış dışarı adımlıyorken bana seslenildiğini duyunca olduğum yerde durup Rüzgar'ın bana ulaşmasını beklemiştim.

"Papatya senden bir şey rica etmek istiyorum. Bugün benimle eve bakmaya gelir misin? Ne eksik ne değil diye bir bakmak istiyorduk Melisa ile aslında. Ama işte... Hamileliğinden dolayı kendisini yormasını istemiyorum."

Son cümlesini bana yaklaşıp kısıkça kurarken kafamda dediklerini tartmaya başlamıştım. Dün geceden sonra bunu yapabileceğime inanıyordum aslında. Yine de bir es vermek zihnimin kazandığı bir alışkanlıktı. Onu daha fazla bekletmeyip teklifini kabul ederken tekrar kapıya yönelmiştim ki sağ bileğime dolanan parmakları ile önce bakışlarım birleşen tenlerimize sonra da onun benimkilere çok benzeyen elalarını bulmuştu. Ve o an henüz yeni fark ettiğim şeyle karşı karşıyaydım. Gözleri bugün her zamankinden çok daha parlaktı. Cam gibi ışıl ışıl.

Çok güzel.

"Bir de şey... Melisa'ya sürpriz yapmak istiyorum, bebek odasını hazırlamayı düşündüm. Yani her şeyi tam odanın. Sadece ayrıyeten boyanması ve eşyaların yerleştirilmesi lazım."

Sadece 'bebek' derken bile heyecanlanıp ne yapacağını bilemeyen, bir eli ile ensesindeki saçları yolmak istermiş gibi çekiştiren, gözlerindeki bir çocuk masumiyetindeki isteği olan bu adam gerçekten çok seviyordu. Çok çok güzel seviyordu ki sevgisi sanki gözlerinden dışarı akın edecekmişçesine şimdi gözleri sulu sulu, kocaman açılmış beklenti ile bana bakıyordu. O an dün gece de ettiğim vedama güvenip onu da kabul etmiştim. Yıllarıma sahip bu güzel kalpli adam için, onun mutluluğu için tabii ki de ona yardım ederdim ben. Onunla birlikte bebeklerinin odasını düzerdim. Üstelik bunu bir kez bile kendimi üzmeden yapardım. Bir kez bile 'Ne idi şu yüreğimdeki ağrı?' diye düşünmez, en iyisi olsun diye uğraşırdım ben. Çünkü bu adam da dün gömdüğüm o sevda da çok güzeldiler. Biliyordum. Hak ediyorlardı.

" O halde bir saate hazır ol, olur mu?"

"Tamamdır." diyerek oradan ayrılmıştım işte.

Şimdi de odamda hazırlanmış onun bana haber vermesini bekliyordum. Hemen az sonra da beş dakikaya hazır olduğuna dair bir mesaj gelince de aşağı indim. Annem salonda oturmuş elindeki kitabı okuyordu. Adım seslerimi duymuş olmalı ki kafasını kaldırıp bana baktı. Oraya onunla gitmemi istemiyordu. Ona hak veriyordum. Hak veriyordum zaten de... Ben de bilmiyordum ki neden teklifini kabul ettiğimi. Dün gece ona güzel bir veda etmiştim. Zira içim bu yüzden bu kadar rahattı. Gözlerim bu yüzden kuru, kalbim normal seyrinde atıyordu. Ama biliyordum da. Öyle ha deyince yıllarca senle olan bir şeyi yok edemezdin ki. Etmemiştim de zaten. Oradaydı hala. Benimle birlikte. Ama onu ikna etmeyi başarmıştım dün gece. Ona 'Artık bu yol bize ait değil. Şimdi pes etme zamanı.' gibi bir sürü cümle kurup susmasını sağlamıştım. Hala çok şaşkınım lakin beni dinlemişti de. Sanırım artık o da biliyordu her şeyin sona yaklaştığını. O yüzdendir bu boynu bükük sessizliği.

"Hiç içime sinmiyor oraya gitmen."

"Anne."deyip ona ilerledim. Yanına oturup ellerimi yanaklarına koydum ve o tanklara öpücüklerimi sıralarken konuşmaya başladım. İçinin rahat etmesini istiyordum.
Üzülmesini istemiyordum benim yüzümden üstelik. Zira dün gece onu çok üzmüştüm. Hala gözleri kırık bakıyordu. Görebiliyorum.

"İçin rahat olsun. Benim içim rahat çünkü. Dün gece ettiğim veda... O içimdeki aşkı dizginliyor artık. Yağacak bir şey yok, ikimiz de biliyoruz. Ve iyiyiz. Daha da iyi olacağız. İnan. Üzme kendini."

🌼

"Ee nasıl buldun aşk yuvamızı?"

Duvarı boydan boya kaplayan cam kapının önünde sıra sıra dizilmiş olan saksılardaki rengarenk çiçeklere bakarken kendimi tutuyordum yine hayallere dalmamak için. Baş rollerini benim ve Rüzgar'ın üstlendiği bir senaryo yazmamak için.

Düşünmemek için kendimi zorlarken "Çok güzel. Gerçek bir yuva gibi olmuş. Rengarenk. Işıl ışıl." diyebilmeyi başarmıştım yine de. Sonra içimden gelenleri ona söylemeye devam ederken bebek odasına doğru yol aldık.

" Eviniz o kadar güzel olmuş ki senin de dediğin gibi bir aşk yuvası cidden. Özellikle evin her köşesinde size ait fotoğrafların olmasını çok sevdim. Umarım burası da size çok güzel anılar katar. Burada hep mutlu olursunuz."

"Umarım Papatya. Onunla burada mutlu olmayı, yaşlanmayı o kadar çok istiyorum ki... Ah, neyse! Hadi hadi! Çok işimiz var. Başlayalım hemen."

Söyledikleri bir an duraksamama sebep olsa da aklıma üşüşenleri def edip işe koyuldum hemen. Bugün ve bundan sonra düşünmek yoktu. Her şeyi akışına bırakıp olabildiğince eğlenmeye çalışacaktım. Onunla olan son günlerimin tadını çıkaracaktım doya doya. Bu yüzden de düşünmemek şart idi.

Rüzgar'ın getirdiği çantadan boyacı tulumlarını giyinmek üzere çıkarırken tulumlarını renkleri dikkatimi çekti. Biri pembe biri mavi idi. Aklıma düşen ile birlikte sinsice sırıtıp mavi olanı alıp odaya geçtim. Kapıyı kapatırken de çok sürmeden sesini duydum.

"Ya! Ama Papatya pembe senindi! Mavi benim!"

Sitemli sesine bir kahkaha koyveririken kapıyı kilitleyip duyması için yüksek sesle konuşmaya başladım.

"Aaa! Rüzgar! Benden bir tulumu mu kıskanıyorsun? Çok ayıp!"

"Papatyaaa! Pembe mi giyeyim kızım?! Ve onu bana. Hadi güzelim. "

Adımı uzatarak seslenmesine biraz daha kıkırdarken çoktan üstümdekileri çıkarmıştım. Adım seslerini duyuyordum, kapının önüne geliyordu.

"Ayıp ayıp! Resmen cinsiyetçilik yapıyorsun. Renklerin cinsiyetle ne alakası var ki? Yok! O yüzden hadi canım. Hemen giyin de başlayalım. Daha çok işimiz var."

"Of Papatya offf!"

Kapıya hafif bir yumruk atıp uzaklaşma seslerini duyarken üstümü giyinmiştim bile. Kıkır kıkır gülerek dışarı çıktığımda diğer odalardan birine girdiğini gördüm elindeki pembe tulum ile. Eh, eğer üzerinin kirlenmesini istemiyorsa o tulumu giymek zorundaydı. Zira buradan çıkışta iş yerine bir evrak bırakması gerektiğini söylemişti. Ee bir de henüz giysilerini buraya taşımadığına göre... Bence pembe bir Rüzgar çok minnoş olabilirdi.

Hafiften gülme seslerime engel olamazken bir yandan da boya kutularının kapaklarını açıp gereçleri hazır ediyordum. Kapının açılma sesini duyunca kafamı çevirip ona döndüm. Ve o an kendime engel olamadan koca bir kahkaha koyverdim ortaya. Kahkaha seslerim duvarlarda yankı yaparken onun kaşkarı çatık, kolları birbirine bağlı ve pembe tulumlu halini gördükçe kendime engel olmak çok da zor oluyordu zaten.

"Gülme. Gülme! Papatya gülme!"

Ne kadarr kızgın olursa olsun şu hali o kadar komik ve tatlıydı ki kendime engel olamayıp zıplayarak yanına gittim ve yanaklarını sıkarsa bir sağa bir sola sallanmaya başladım onu da kendimle birlikte sallarken.

"Uyy uyy! Ha benum takum elbuseludan halluca uşağumun geliverduğu hale bakın hele!"

Yaptığım ağız beni daha da güldürürken onda da bir kırılma olmuştu ama kendinden taviz vermemeye çalışıyordu belli. Ellerimi yanaklarından zorla çekerken ona daha fazla direnmedim ama gülmeme de engel olamadım. Bir süre daha da olamayacağım keşsndi bence.

"Kızım! Şu halime bak ya... La bunun boyu kısa kısa! Sana göreydi bu! Bir de kendi haline bak! Paçalar yerlerde. Hadi çıkar. Gel inat etme da!"

"Olabilir öyle şeyler. Ayrıca ne çıkarması. Tövbee!"

Dedikleri doğruydu aslında. Benim tulumumun paçaları yerlerde sürünüyordu. Ama pek tabii bu sorunu paçaları kıvırarak halledebilirdim. Lakin Rüzgar'ın tulumu dizlerinin biraz altında bitiyordu. Geri kısmında pek bir sorun olmasa da bu onu çok komik bir şeyle sokmuştu. Pembe tulumlu Rüzgar'cık.

Bu atışmamız çok uzun sürmeden işe koyulmuştuk. Boyaları ayarlayıp sonunda bebek odasının duvarlarına sanat eserimizi icra ederken çok mutluyduk. Anılardan, şimdilerden, gelecekten konuşuyorduk. Birbirimize saçma sapan espriler yapıp ailemizden, arkadaşlarımızdan bahsediyorduk. Ve onunla ara sıra hala daha da dalga geçmeyi ihmal etmiyordum. Bana yalandan sinirlense de sonradan o da gülüyordu. Bu anlardan birinde de yüzüme parmağına sürdüğü boyadan bir iz bırakıvermişti. Tabii ben de hemen ardından ona derken küçük de bir savaş yaşamıştık onunla.

Çok güzeldi ama... Onunla şu ufacık, belki de çok sıradan an bile çok güzeldi. Onunla sohbet ederken mutlu oluyordum, huzur doluyordum. Tamamlanmış gibi, hiç sıkıntım yokmuş gibi geliyordu bana. Bazı dakikalarda ona duyduğum hisler sirayet ediyordu aklıma, elimde olmuyordu, dalıp gidiyordum öylece. Bazı dakikalarda da onun bana aslında hiçbir zaman olmadığı sevgili dışında bir abi, bir dost oluşu geliyordu. Yüzümde kocaman bir gülümseme oluşuyor, ona sataşıp saçlarını karıştırıyordum. Bir ara da öpüvermiştim yanağından.

Fark ettim de... Çok nadirdi. Hatta o kadar nadirdi ki şimdi aklıma gelen sadece bir iki anı vardı onu, onun için beslediğim aşkı düşünürken öptüğüm. Ya da ona sarıldığım. Ona yakın durduğum. Sanırım ben hep buna da cesaretsiz kalmıştım. Zihnimde aşkı hissederken ona yaklaşmaya cesaret edememişim, utanmışım. Uzak durmuşum.

"Papatya, bak ne diyeceğim. Ellerimizin izini koyalım mı duvara seninle ? Daha sonra Melisa da koyar hem. Tabii sonra doğunca bebekler de. Güzel olmaz mı?"

"Yani. Şey... Güzel olur tabii. Çok da güzel olur da benim elimin ne işi var ki sizinkiler arasında? Siz Melisa ile yapın sonra. Hem ayıp olur öyle."

Utandığımı hissediyordum. Aynı zamanda da mutlu olduğumu. Ben onu içimde çok farklı bir yere koyarken o da beni aynı yere olmasa da değerli bir yere koyarken çok mutlu oluyordum. Hissederdim zaten ben. O bana çok değer verirdi. Verirdi de sanırım ben çok da yetinmeyi bilen biri değildim. Ondan hep bambaşka bir değer, kalbinde bir yer isterken...

"Ne demek ne işi var!? Kızım sen anlamıyor musun? Sen benim için çok önemlisin Papatya. Sen benim çocukluğum, gençliğimsin. Allah nasip ederse de babalığım, yaşlılığım. Hayatımın her anında vardın neredeyse. Bundan sonra da olacaksın. O yüzden sus ve getir ellerini. "

Hani demiştim ya dün gece 'Halbuki ben en çok ona inanırdım ama şimdi inanmak gelmedi içimden.' diye. Bana verdiği değere inandım, zira bunu bilirdim hep de ne bileyim. O inancı yine hissedemedim ben sondan bir önceki cümlesinde. Ona gülümsedim, ona inandım dedim ama bir şeyler... Bir şeyler eksikti. Bir şeyler yarımdı sanki. Söylenmeyenler var gibiydi.

Ya da gelecek hiç olmadığı gibi yine elimizde değildi.

🌼

You give me a reason something to believe in.

You give me a meaning something I can breathe in.

🌼

Ben hep renklerin kızı olmuşumdur. Odamdaki eşyalar renk renktir mesela uyumlarını düşünmeden. Dolabımda bir gökkuşağı vardır sanki kapaklarını açınca bizi ilk karşılayan. Ara ara açık kahve saçlarıma farklı renkler eklerdim mavi, mor, yeşil, pembe hatta beyaz gibi. Zira en sevdiğim renk de hep beyaz olmuştur. Kırmızı cesareti, sarı neşeyi, turuncu canlılığı, yeşil umudu, mavi huzuru... Her renge bir anlam yüklemişler aslında da benim için bunların hepsi beyazdı. Huzur da umut da neşe de ve diğerleri de... Bir tek siyah. Bir tek siyah beyaza dahil olamazdı benim için.

Çok denemiştim. Annemle o gün aldığımız mavi elbiseyi giymeyi. Neden bilmiyorum, gerçekten bilmiyorum ama olmadı. Giyemedim onu. Çünkü aklıma girmiş başka bir elbise vardı. Geçen yıl annemin zoruyla aldığım ve hiç giymediğim siyah bir elbise. Annem bunu bana çok yakılaşacağını söyleyerek bir akrabamızın düğünü için almıştı. Elbise güzeldi. Hatta çok güzeldi ama o gün de gitmemiştim onu. Sorun elbisede değil, rengindeydi. Bilmiyorum, yakıştıramadım belki de düğün gibi kutlu bir güne siyahı. Zaten ben kendime de çok yakıştıramazdım siyahı. Çok nadir olurdu siyah giydiğim. Ama şimdi... İçimde on sekiz yıldır benimle olan ruhtan ayrı bir tane daha varmış gibiydi. Ruhum değişmiş gibi hissediyordum çünkü. İmkansızdı. Saçmaydı. Biliyordum. Ama his. Sadece bir histi işte. Ve o histi aynı zamanda şimdi üstümdeki siyah elbisenin nedeni.

Geriye doğru birkaç adım atıp ayak uçlarımdan kendimi izlemeye koyuldum. Elbisenşn aslında çok bir farkı yoktu diğerlerinden. İnce askılı, göğüs kısmı hafif dışa dönük, belime tam oturan dizlerimin çok az üstünde biten, saten kumaşlı bir elbiseydi. Yine de aynadaki görüntü tatmin edici geliyordu. Fazla açık olduğunu düşündüğüm boynumda küçük bir ay yıldız kolye vardı babamdan hatıra. Küçük birer su tanesi büyüklüğünde küpelerim kulaklarımda, ayaklarımda ince bantlı gümüşe kaçan topuklular ve bileklerimde yine babamdan kalan ay yıldız bileklik. Çok renk yoktu üstümde, çok bir detay da. Buna mütevellit beyaz göz kalemi ile çevrelemiştim ela gözlerimi. Koyu mavi tonlarında da çok da belli olmayan bir makyaj yapıp uydurmaya çalışmıştım üstümdekilere görüntümü ne kadar becerebildiğim meçhul. Saçlarım ise... Onları açık bırakmıştım. Hatta öyle ki bazen yanaklarımı kapatıyorlardı. Bu iyiydi. Çünkü belki de bu gece en çok saklanmaya ihtiyaç duyacaktım. O kadar kalabalığın içinde de sürekli bir yerlerde kapalı kalmayacağım için saçlarım bana büyük ölçüde yardım eder diye ummaktan başka çarem yorktu. Çünkü bugün sondu. Günlerdir sürdürdüğüm direnişin son günüydü. Birkaç saat sonra bu defa kesin olarak dönülmez bir yola girecektim. Birkaç saat sonra sadece ne olursa olsun ne kadar acırsa acısın canım o yüreğimdekini gömdüğüm yerde öldürecektim. Diri diri göğüs kafesimin kemiklerinin arasına gömdüğüm o sevdayı bu gece belki göz yaşlarım ile belki tırnaklarım ya da tek bir an ile öldürecektim. Çünkü biliyorum ki ben bazen vedalar seni yaşamak için diri tutmaya yetmez. Çünkü bazen vedalar seni çürütür günde güne. Sen bitirene kadar da içinde, 'Tamam artık! Özlem yok! His yok! Bitti, unuttum.' diyene kadar da sana acı vermeye devam eder. Sinsice, gizlice, sessizce.

Benim gücüm yok. Benim bu günden ötesine yüreğimdeki bu acıya dayanacak gücüm yok. Çünkü bugün, o gündü. Bu gün Rüzgar 'ın evleneceği gündü.

Bugün bir düğün bir de cenaze günü. Çalsın çalgılar, okunsun selalar.

🌼

Rüzgar' ın o kadar ısrarına rağmen nasıl dayanacağımı bilmediğim, kendime güvenmediğim için onunla birlikte gitmemiştim. Kendim gelmeyi tercih etmiştim düğüne. Annem sabahtan beri düğünün olacağı yerdeydi. Melda Teyze ile son hazırlıkları yapıyorlardı. Abim de zaten Rüzgar ile birlikteydi.

Gün boyu kaçıp dursam da buradaydım nihayetinde. Tüm gün kendime telkinler yağdırsam da kalbimdeki o sızıyı hissediyordum. Zorluyordu kemikten hapishanesini. Ama o da biliyordu. Bu gece sondu.

Aslında mutluydum da bir yandan ne kadar bu buruk bir sevinç olsa da. Bu gece hem ben kurtulacaktım artık bana fazlasıyla acı veren bu şeyden hem de Rüzgar sonunda hayatını feda edebilecek kadar çok sevdiği kadınla evlenecekti.

"Hah! Papatya! Neredesin be kızım? Seni arıyorum, açmıyorsun. Gel Melisa'nın yanına gidelim. Arabanın orada. Hadi."

Sadece basit bir refleksti halbuki ismimi duyunca ona dönmem. Tabii onu görünce kal gelmiş gibi durmam ise tüm koyduğum kurallarım bir çelme.

Donmuş kalmıştım sanki. Onu üstündeki damatlıkla görünce ona bakakaldım öylece. Aşk. Ama aşk! Kalbimde öldüreceğim bu gece bir evetle ve tekrar gömeceğim içimde en derine o aşk. Ellerini çekti kemiklerin mengen bellediği mezarın zırhlarından. Hayır hayır! Yanlış... Salıverdı kendini boşluğa görünce onu üstündeki bembeyaz damatlıkla. Zira kalmamıştı ki mecali. Son gücü idi belki de az önce tükettiği. Az önceki tüm sızısı, çarpması, çırpınması.... Duruverdi. Kesildi. Şimdi göğüs kafesimden hayallerinde düşlediği o adama bakarken yarı hayran yarı üzgün hasta gibiydi. Son günlerini yaşayan, ölümü kesinleşmiş sadece o günü bekleyen bir hasta. Belki de amansız bir derde kapılmış yaşlı bir beden. Oysaki daha çok genç değil miydi? Daha yaşayacağı, yaşaması gerektiği çok günü - anısı yok muydu? Bu kadar mıydı? Buraya kadar...

Ahh... Ne hayaller kurmuştuk o ve... Ve ben. Ne çok isterdik şimdi bize koştur koştur gelen bu adamın aslında bize gelmesini, belki gelip sımsıkı kucaklamsını. Ne çok isterdik biz onun sevgisini, aşkını.

Ne çok..

Olmadı ama... Belki biz beceremedik lakin olmadı işte. Bize değil. Başkasına geliyor aslında şimdi. Başka bir beden, bambaşka bir kalp. Yani bir aşk. Aşka.

'Kendine gel! Olmaz. Şimdi değil.'

'Hadi. Hadi.'

'Lütfen. Son... Son kez.'

'Yemin ederim. Bu gece... Son. Son olacak.'

Bu gece son olacak.

🌼

Karşımda bir tablo duruyordu sanki. Güzel ve insanlara gülümseme katabilen bir tablo. Bir kadın vardı. Üstünde beyaz, uzun kuyruklu, vücuduna tam oturmuş bir gelinlikle. Gelinlik çok güzeldi mesela kendi de öyleydi zira. Baktıkça bakarsın gelirdi. Bazen imrenir bazen kıskanırdın. Lakin o kadar masum gülüyordu ki tablodaki kadın kıskançlık içine işlemden sen de gülüveririrdin ona. Öyle gibiydi. Sonra upuzun, siyah saçları vardı - salaşça örülmüştü arkaya doğru. Başında üstündeki gelinliğin asaletine savaş açmış gibi duran rengarenk çiçeklerin süslediği bir taç vardı. Çünkü onu az önce yanındaki beyaz damatlık giymiş yakışıklı adam vermişti. İkisinin de yüzünde kocaman gülümseler vardı. Bazen gülücükler kahkaha oluyordu. Arada birbirlerine attıkları utangaç bakışlar ve tabiii eğlenceli - ima dolu süzmeler ikisinin en büyük eğlencesi gibiydi o an.

Ayakta dikiliyorlardı gelin, damat, nikah memuru ve şahitler. Önlerindeki masanın üstünde bembeyaz bir örtü, onun da üzerinde beyaz güllerden oluşmuş büyük bir buket. Arkalarında yine rengarenk çiçeklerin süslediği köprüye benzer bir yapı.

Sanki bir masal vardı şimdi gerçek. Bu kadın ve erkek de prens ve prensesti. Şu an da bir balo gecesi gibiydi. Rengarenk çiçekler, ışıklar, insanlar, kahkahalar...

Mutluluk. Ve bir yerde köşesine sinmiş hüzün.

Bu bir tablo değildi. Bu bir düğündü.

Ben hüzün, geriye kalan her şey ise mutluluk.

Nikah masasında şahit olarak oturan abim ile göz göze geldik o an. Nasılsın, diyordu şimdi gözleri. Gözlerim 'iyiyim' demekten yorulmuştu. Bıkmıştı. Çünkü öyle değildi ama yine de başarabildi dudaklarım azıcık da olsa kıvrılabilmeyi.

O geceki vedadan beri süregelen huzurum, sakinliği yerle bir olmuştu. Bekliyordum, biliyordum böyle olacağını. Ama yine de umut etmekten kendimi geri çekmemiştim. Bir umut. Bir umut bu kadar acımaz demiştim.

Dibi görmedik mi biz zaten, olmaz. Acımaz daha fazla.

Yalanmış. Kendimi kandırmışım bile bile.

"Siz Ertuğrul kızı Melisa Boz hiç kimsenin etkisi ve baskısı altında kalmadan Rüzgar Eroğlu'nu eşliğe kabul ediyor musunuz?"

"Evet! Evet!"

"Peki siz Erdem oğlu Rüzgar Eroğlu hiç kimsenin etkisi ve baskısı altında kalmadan Melisa Boz'u eşliğe kabul ediyor musunuz?"

"Tüm sevgimle evet!"

"Sizler de şahitlik ediyor musunuz?"

"Evet."

"Evet."

"O zaman ben de sizi belediyenin bana vermiş olduğu yetkiye dayanarak karı koca ilan ediyorum. Tebrik ederim. Gelini öpebilirsiniz."

Sanki önümde sisten bir perde vardı ve ben her şeyin çok çok gerisinde sadece bir izleyiciydim. Kendimi öyle soyutlanmış ve öyle yabancı hissediyordum ki canım çok acıyordu. Çok acıyordu. Bu defa gerçekten dayanamıyordum. Direnemiyordum, içimde büyük bir yandın - içimde büyük bir deprem vardı. Ben eziliyordum koca koca kayaların altında, kaçamıyordum. Kaöamadıpım o yerde de yanıyordum. İçimi yakıyorlardı.

Melisa ayağına bastı Rüzgar'ın. Herkes gülerek onları izlerken Rüzgar alnına derin bir buse koydu sevdiğinin. Melisa elindeki nüfus cüzdanını kaldırıp mutlulukla sallarken, Rüzgar sadece onun gülüşüne dalıp gitmişken sol gözümden bir damla aktı geçti tenimden hıphızlı. Soğukluğunu hissetmesem varlığından haberim olmazdı.

O da biliyordu demek ki. Saklanmalıydık.

🌼

Kendimi biraz olsun toparlayabilmek için girdiğim tuvaletten çıkarken ne olduğunu anlamadan birine çarparken dizlerimin üstüne çökmem kaçınılmaz olmuştu. Zaten üstümde bir gerginlik varken bu olay üstüne tuz biberdi. Bir sinirle kafamı kaldırıp adama saydıracakken adamın da zaten bana baktığını ve elini uzattığını gördüm kalkabilmem için. Ama beni söyleyeceklerimden asıl vaz geçiren bu değildi. Adamın pantolonundaki bende tarafta bulunan cebinde ucu patlayarak kendini belli eden bıçaktı. Zemine yaslı duran ellerimin titrediğini hissederken korku çoktan içimde gün yüzüne çıkmaya başlamıştı. Adamla göz göze gelirken titreyen ellerimin beni yalnız bırakacağını düşündüm adamın sesini duyana kadar.

"Özür dilerim hanımefendi. Acelem vardı da. Gerçekten kusura bakmayın, lütfen turun elimi. Kaldırmama izin verin sizi."

Gördüğüm bıçak bana ne kadar korku verse de adamın sesinde de tuhaf bir rahatlık ve gerçek bir mahcupluk vardı. Rol yapmıyordu. Samimiydi sözlerinde. Bu çelişki kafamı karıştırsa da adamın uzattığı ellerini görmezden gelip kendim doğruldum ayağa. Ayaklarım bir an titreyecek gibi olsa da dik durabilmeyi başardım ve adama sorun olmadığına dair birkaç cümle söyleyip onun benden uzaklaşmasını sağladım. Adamın sesi ne kadar masum ve samimi çıkarsa çıksın bir kere korku girmişti zihnime. Ondan uzaklaşmak istedim hemen, o da üatelemeden gitmişti neyse ki. Bir süre arkasında baksam da daha sonra boş verip yolum devam ettim, onun tersi istikamete göre. Lakin daha henüz birkaç adım atmıştım ki koridoru ara ara süsleyen vitrin camlarını birinden onun arkasını dönüp beni kontrol ettiğini görüdüm. Bu adımlarımı daha da hızlandırmama sebep olurken çok geçmedi durmam. Çünkü adam benim birkaç adımıma güvenmiş olmalı ki giitiği koridordan çıkıp diğer koridora girdi hızlıca. Ve neredeyse birkaç saniye içinde de kendini koridorun sonlarındaki bir odaya atıp gözden kayboldu.

Bir şey vardı. O adamda tehlikeli bir şeyler vardı. O bıçak hayra alamet değildi.

Ellerim artık zangır zangır titrerken biraz ilerleyip odadan çıkarsa beni göremeyeceği bir köşeye geçtim. Korku düşünmeme engel oluyordu ama bir şey yapmama lazımdı. Birilerine haber vermem. Çünkü belki de adam birine zarar verecekti onunla. Belki de bambaşka bir şey için taşıyordu yanında ama... Ama riske atamazdım. İhtimallere güvenip öylece gidemezdim.

O an tek aklıma gelen abimi aramaktı. O yanına güvenlik alıp gelebilirdi nihayetinde. Bu yüzden hızlıca telefonumu elimdeki küçük çantada çıkarmaya çalıştım ama ellerim artık o kadar çok titriyordu ki çanta yere düştü. Neyse ki açılan ağzından telefon da suları fırlarken dizlerimin üstüne süratle düşmeme izin verip telefonu elime aldım. Tam ortadaki tula basarken açılması için bir çığlık yankılandı benim dışımda boş koridorda. Sonra ardında devrilme sesleri ve onu takip eden az öncekinden daha da güçlü bir çığlık.

Kanın vücudumdan çekildiğini hissedecek kadar korkarken farkındaydım da. O adam az önce birine zarar vermişti. O bıçakla. Bir... Bir kadına. O ses, bir kadına aitti.

Artık sadece ellerim değil vücudum da titriyordu lakin nasıl o an düşünebilmeyi başardım bilmiyorum telefona tekrar uzandım, az önceki çığlıkta ellerimden kayıp düşmüştü. Gözlerimden yaşlar boşanırken telefon kilidini açabilmeyi başardım. Rehbere girerken hedefim abimi aramaktı aslında ama parmaklarımın kimin üstüne bastığından haberim yoktu o an. Tekrar bir şeylerin devrilme belki de itilme sesi duyulurken bu defa panikle iyice griye gidip saklanabildiğim kadar saklanmaya çalıştım. Telefonu kulağıma götürürken bir kapının açılma sesini duydum. Artık neredeyse hıçkıracakken önümden az önceki adamın koşarak geçtiğini gördüm.

Telefon çalmaya başladı.

Kendimde nasıl o gücü buldum bilmiyorum ama ayağa kalkmayı başardım.

Telefon çalmaya devam etti.

Adımların az önceki adamın çıktığı odaya yönelmişken hem buradan kaçmak istiyor gibiydşm hem de ya yardımıma ihtiyacı varsa düşüncesi ile hızlıydım.

Telwfon bir kez daha çaldı ve ben son birkaç adımı da koşarak attım. Kapının kulpunda elim dururken kapının zaten aralık bırakıldığını fark ettim. Kalbim hiç bu kadar hızlı atmamışken hayatında ben kapıyı ittim, telefon çalmayı bıraktı. Biri o telefonu açtı.

"Efendim güzelim?"

Cevap vermek, ağzımı açıp bir şeyler demek aklımda yoktu. Zira o an konuşmayı dahi unutmuştum. Lakin... Lakin ne zaman kapıya son bir güç uygulayıp sonuna kadar açılmasını sağladım işte o zaman ağzımdan koca bir serzeniş yükseldi. Gördüğüm Kırmızıya bulanan beyaz bana dehşeti anımsatırken telefondaki kişi bağırarak bir şeyler diyordu, anlamak imkansızdı. Çünkü onu elimde tutacak güç yoktu, yerle buluşmuştu. Kendim de yere dizleri üzerine düşerken dilimdeki isyan odayı dolduruyor, telefondakine daha fazla endişe veriyorken anladım artık olabildiğince yüksek çıkan seslerinden. O Rüzgar'dı. Telefondaki Rüzgar. Önümde beyaz gelinliği ile eli karnında kanlar içinde yatan beden de Melisa'ya aitti.

İşte bunu idrak ettiğim an ses tellerim yırtılırcasına bağırdım. İsyan ettim. Yardım istedim. Ki sesim koca binanın bahçesine dahi ulaşmış gibiydi.

"Melisa!"

🌼

Loading...
0%