@rose_roar
|
Melek Mosso - Keklik Gibi ile yazılmıştır. 🌼 Elveda demek, bir veda değildir asıl. "Korku, seni andan ana çürüten bir katildir. Sinsice beynine sızar ve orayı işgal eder. Oradan tüm vücuduna savaş açar, seni zelzelelerde bırakmışçasına sarsar. Vücudun merkez üssüne bir yuva kurmuşsun da oradaymışsın gibi titrerken iliklerinde bir şeylerin harekete geçtiğini hissedersin. Ürpertici, soğuk. Onun adı çaresizlik. Çaresizlik ise insanoğlunun en büyük korkusu." Kırmızı. Ellerimin üstünde sirayet eden tek renkti. Öyle ki kuvvetliydi sirayeti ellerimin kendi rengi sanmıştım kısacık bir an. Kan. Parmaklarımın arasından çıkıp gelen, durmayan sıvıydı sebebi o kadar kırmızının. Şimdi ilk defa hayatımda bu kadar çok kırmızıdan korkarken, ellerim yerde cansız gibi yatan kadının karnında iken daha iyi anlıyordum korku nedir, çaresizlik nedir yıllar önce ben daha küçücük bir çocukken babamın bana söylediği o sözlerden. O zamanlar anlamamıştım, boş boş bakmıştım babamın masmavi gözlerine ama şimdi vücudum baştan aşağı hissediyordu ve zihnim anlıyordu. Lakin yine de kafamın içinde bir boşluk vardı. Düşünemiyordum, ne yapıyordum - ne yapmalıydım bilmiyordum. Vücudum benden habersiz bir şeyler için çaba verirken gözlerimden durmadan yaşlar boşanıyordu. Ve bu o kadar fazlaydı ki bir an göz yaşlarımın parmaklarımın arasına sızan kırmızılıklar ile savaş verebileceği gafletine bile kapıldım. Konuşamıyordum. Ağzımı açıyordum, dışarıya çıkan tek ses birer sızlanma ve hıçkırık oluyordu. Birbirine uymayan harfler vardı yan yana gelen, hiçbir dilde bir anlam ifade etmeyen. Deniyordum bağırmayı, yardım istemeyi ama son bağırışım 'Melisa!' idi. Ötesi yoktu. Ötesi ona sürünerek yaklaşmam ve karnından kayıp giden ellerinin yerine aceleyle - sanki yapmasam oradaki iki küçük can kopup gidecekmiş gibi - kendi ellerimi koyup akan sıvıyı durdurmaya çalışmamdı, orayı sıkıca tutmamdı. Orada ne kadar öyle çaresizlikler içinde kaldık bilmiyorum, telefondaki sesler ne zaman sustu ve yerini koridordaki koşma sesleri aldı hiçbir tahminim yoktu. Tek yaptığım vücudum sıtmaya tutulmuş gibi titrerken ellerimle kanı durdurmaya çalışmak ve ağzımı açıp tekrar tekrar bir şeyler diyebilmeyi denemekti. Sesler artık çok yakından gelirken birilerinin geldiğini kavramaya başlayan zihnimin bana ilk verdiği sinyal panikti. O geliyor sandım. O adam. Katil. Bunun ihtimalini kabullenen bedenim koruma iç güdüsüyle harekete geçerken etrafa bakınmaya başladım alalacele o iki küçük canı koruyabilecek bir şeyler için. Ben daha bir şeyler bulamadan kapı şiddetle açılıp arkasındaki duvara çarparken panik ve korkuyla yerimde sıçrayıp daha şiddetli ağlamaya başlarken bir yandan da vücudumu önümdeki bedene siper etmeye çalışıyordum. Halbuki küçücük bir çocuk gelse ve beni eliyle hafifçe ittirse dahi kolaylıkla yana düşüverirdim. Bunu bilmek yine de koruma iç güdüme engel olamıyorken farkında değildim aslında gözlerimi sıkıca kapattığımın ve arkamdaki bedenin beni çoktan kenara çekip yanıma dizleri üzerinde çöktüğünden. Sesler duyuyordum. Bağırışlar, isyanlar, serin kanlı olmaya çalışanlar... Bir şeyler oldu, bir şeyler yapıldı. Birileri daha girdi çıktı odaya, en son sesler biraz azaldı ve biri adımladı yanıma yere sert sert vuran ayakkabı sesi ile. Bu beni daha da ürpertirken sırtımın dayandığı duvara daha da sığınmaya çalıştığımı hatılıyordum. Sonrasında bir el dokundu koluma, daha bacaklarımın altından geçmeden bir kol zihnimin kendini çaresizliklerle dolu bir karanlığa bıraktığını ölüm sessizliğini daha önce tatmış bedenimden anladım. 🌼 Birkaç fısıldaşma sesleri geliyordu kulağıma. Bir el saçlarımı okşuyor, ara ara alnıma öpücükler konuluyordu. Ve sağ kolumda gezen ıslak bir şeyin varlığını seziyordum. Neler olduğunu anlamlandırmaya çalışırken gözlerimi açmak istedim. Lakin göz kapaklarımın üstünde tonlarca yük var gibiydi ben gözlerimi açmaya çalışırken. Bu canımı acıtsa da göz kapaklarımı hafifçe aralayabildiğimde daha hiçbir şey seçemeden hücum eden beyaz bir ışık huzmesiydi. Kaşlarımın çatılması beraberinde birinin "Uyandı! Anne uyandı. " diye seslenmesini de getirdi ve üstüme bir gölge düştü. Buna güvenerek gözlerimi biraz daha aralarken ilk gördüğüm annemin endişe dolu yüzü oldu. Gözleri hafif kızarmış, yanakları biraz ıslak ve kaşları biraz çatıktı. Onun hemen yanında ise abim dişlerini sıktığı belli olan sureti ile bana merakla bakıyordu. Bir an nerede ve nasıl olduğumu anlayamadım. Kafam karışırken bulunduğum konumla bu çelişki çok da sürmedi. Bir bir aklıma üşüşen görüntüler ve kulaklarıma taptaze gibi dolan sesler ile yerimden doğrulmaya çalıştım hızla ne yapacağımı bilemeden. Annem ve abim bana engel olmaya çalışırken sol kolumdaki serumun iğnesi canımı yakıyordu. Bir hışımla elimi ona atıp canımın daha da fazla acıyacağını hesap edemeden çıkardım attım bir köşeye. İğnenin açtığı küçük delikten biraz kan akarken oraya takılı kaldı gözlerim. Sonra biraz daha ilerisine. Parmaklarım, elim ve kolumun belli bir kısmı kurumaya yüz tutmuş kan lekeleri ile doluydu. Bakışlarım bu defa da sağ koluma kayarken kollarımı yan yana geitirp öyle baktım ikisine de. Sağ kolum ben uyanmadan önce temizleniyor olmalıydı ki hem biraz nemliydi hem de biraz daha temizdi avuç içlerim. Ama sol elimin avuç içi tabakalaşmış gibi kanla kaplıydı. Şimdi fark ediyordum da zihnimde raks eden görüntüler ile aramda bir saatten çok daha az bir zaman vardı. Kan tazeydi. Sesler tazeydi. Görüntüler tazeydi. Korku taptazeydi. Gözlerimin dolması saliseler, göz yaşlarımın akması saniyeler aldı. Ellerim hafif hafif titremeye başlarken annemin kolları dolandı ayazda kalmış bedenime. Onun vücudundan bana bir sıcaklık, bir şefkat akarken birkaç hıçkırık koptu dudaklarımdan. Bir süre çırpındım kaldım o kolların arasında. Saçlarım okşandı, sakinleşmem için bir şeyler dendi ama benim aklımda hep o görüntüler vardı. Daha, daha fazla artarken içimdeki elem bir yerde onun adı geçti. Bir cümlenin içinde öylesineymiş gibi onun adını kullandılar ama bu benim durmama yetti. Gözlerim hala akıtırken kendi çaresizliğini kulaklarımın duyduğu tek bir isim kalbime bir başkasının acısını daha ortak etti. Şimdi kalbimde bir adamın sevdasının acısı daha varken ağırca sarmalandığım kollardan çıktım ve titreyen ayaklarımla yere bastım. Yavaş yavaş adımlarken denilenleri duymadım ve odada bulununan bir başka kapıyı açıp girdim içeri. Hemen sağ tarafta bulunan musluğa uzandı kan izlerini atamayan elim. Su şırıl şırıl akmaya başladı, ellerimi uzattım altına. Su avuç içlerime çarptı hızla, sol avucumun içindeki tabaka delindi orta yerinden. Kenarlardan fışkıran parçalar bir vahşeti anımsatıyordu bana. Bir vahşet. Hayır, bir katliam. Bu bir katliamdı. Düğün günü beyaz gelinliği ile bir kadının bıçaklanması katliamdan başka bir şey değildi. Farkına vardığım gerçek vücudumda anlık bir titremeye sebep olurken ellerimi birbirine derimi soymak istermişçesine sürtmeye başladım avuç içlerimdeki kan bir an önce benden gitsin diye. Yetmedi, tırnaklarımla soymaya başladım. Tenim kızardı, derim biraz soyuldu, bazı yerleri kanlandı ama sonunda o kırmızılık ellerimden suyu da kendi lanetine boyayarak aktı gitti. 🌼 Hastaneleri sevmezdim ben. Güzel anılarım yoktu çünkü. Bazen de derdim ki hatta : Zaten kim sever ki bu ayrılıkların yaşandığı dört duvarı? Sonra aklıma gelirdi, kavuşmaların da burada yaşandığı. O zaman bir ikileme düşerdim işte. Sevmeli mi sevmemeli mi, diye. Bu hastane denilen yer öyle iki zıt duygunun yuvası idi ki... Bir bebek çığlığı yankılanır duvarlarında bahar bahçe oluverir, bir soluk son defa alınır ve verilir bir cenaze evi oluverir. Fakat, şimdi duvarları beyaza boyanmış koridorda ağır ağır ilerlerken hissettiğim tek şey nefret idi. Nefret ettim. Bu dört duvardan. Canımın canı kopup gitti mi bilmeden, ona doğru ilerlemeye çalışırken korku ile... Sevmedim. Sevemedim. Nefret ettim, kaçmak istedim. Rüya olsun istedim, kabus. Uyanayım ve bitsin. Dayanamam bu defa, demek istedim ama demiştim daha önce. Hatırlıyorum. Dayanmışım meğer, şimdi varıyormuşum farkına. Yaradan ben ne zaman 'dayanamam' desem bana beni yanıltmak ister gibi dayanma gücü vermiş ama yine de durmamış bana daha da acısını vermiş. Bilirim sınamak aslında amacı bizleri lakin bazı sınavlar gerçektir ki çok çok acı. "Allah'ım... Kendi yüreğimin acısına dayandım da bu defa onun yüreğinin yangınına nasıl katlanayım? O orada yangınlar içinde kavrulurken, ben ona uzatamadığım her su tanesinde nasıl nefes alayım? Bilirim. Bildim. Öğrendim. Derdi veren sen, dermanı da verirmişsin. Verirsin de... Allah'ım yapma. Yalvarırım. Yak canımı. Ez yüreğimi, parçala. Yemin olsun tek kelime etmem, gülerek şükürler ederim sana. Ama ona yaşatma. Onun yüreğini de dağlama... " Sol koridora dönünce gördüm onu. Ameliyathane yazan kapının önünde bir sağa bir sola adımlar atıyordu seri seri. Elleri sürekli saçlarını karıştırıyor, bazen de asılıyordu hunharca benim bir kez bile sevgi ile okşamaya cesaretimin yetmediği telleri. Bu bile göğsümün orta yerine bir ağırlık koyarken durmadım yine de, ilerledim ona doğru. Göz ucuyla görebildiğim kadarıyla da herkes buradaydı perperişan. Kimisi ayakta kimisi sandalyelerde oturmuş kimisinin elleri açık gözlerinden yaşlar akarken dua etmeye devam ediyor. Bu bir yerlerden tanıdık gelen görüntü derince yutkunmama sebep olurken Rüzgar'a verdim tüm dikkatimi. Üstünde damatlığı vardı hala, ceketi hemen yanındaki duvarın dibine atılmıştı ratgele. Beyaz gömleğinde - göğsünün olduğu yerde kan lekeleri vardı. Göğüs kafesi aldığı her nefeste yükselirken gözlerim hep oraya takılıyor yaşadıklarımızı sorguluyordum ona ulaşan kısacık yolda. Ne olmuştu? Neden olmuştu? Biz niye buradaydık bugün? Bugün düğün günüydü halbuki. Kim ne isterdi gencecik bir kadından da ona en mutlu gününde beyaz gelinliği ile bu acıyı yaşatırdı? Üstelik karnında iki küçük can da vardı. Rüzgar'ın adımları ben karşısına dikilip ona dolu dolu gözlerimle bakınca keskin bir bıçak acemiliğinde kesiliverdi. Kafasını yerden kaldırıp titrek gözleri ile bana bakıyordu şimdi. Ağlamamştı. Gözlerinden tek damla yaş akmamıştı, belliydi. Gözleri kıpkırmızıydı ama kendini sıkıyordu ağlamamak için. Sanıyordu ki ağlarsa güçsüz sanılırdı. Gücü tükenirdi ve her şey biterdi. Sevdiği kadın ondan gider, o yapayalnız kalırdı. Korkuyordu bu yüzdendi ağlamayışı, gözleri kuruluktan cayır cayır yansa da tek damla akıtmayışı. Canı belki de hiç olmadığı kadar acıyordu, bağırmak istiyordu - yardım dilenmek ama ağzını açıp tek kelime edemiyordu. Çünkü biliyordu ki dudakları aralansa oradan sessiz birkaç cümle değil koca bir çığlık firar edecekti. Hiç olmadığı kadar korkuyordu. Bundandı sebep işte. Bana titreyerek bakan göz bebekleri diyordu bunları. Ben onu bilirdim. Ben onun tek bir bakışıyla ne demek istediğini bilirdim. En iyi ben tanır, en iyi ben hissederdim yüreğini. O benim yıllarım, o benim sevdam. Çenesinin hafifçe titrediğini gördüm bana sıkıca sarılmadan hemen önce. O ağlamamak için zor dururken iki yanımızda sallanan ellerimi kaldırdım saçlarına doğru. Ama bu o an o kadar zor geldi ki sanki bir şeyler vardı kollarıma ağırlık veren. Yine de onun az önce hunharca hırpaladığı saçlarına ulaşabildi ellerim. Ağırca okşamaya başlarken saç tellerini parmaklarım titriyordu. Hem seviniyordum bir yandan hem de üzülüyordum öte yandan. Bulunduğumuz an öyle bir çelişki silsilesi idi ki benim için hem utandım kendimden sevinmeyi böyle bir anda aklıma dahi getirebildiğim için hem de daha da çok üzülmeme engel olamadım. Sevindim. Çünkü o acısını benimle paylaşmak istedi. Annesi ile değil, babası ile değil, öz kız kardeşi ile değil. Benimle. Papatya'sı ile. Bu kadar zaman acı içinde sağa sola giderken bir başkasını değil beni beklemişti kendini azıcık da olsa salabilmek için. Ama biliyordum. Biz buyduk. Küçüklüğümüzden beri biz birbirimizin en büyük sığınağı idik. Başkası yakardı canımızı sarılırdık. Kendimiz yakardık canımızı yine gelir birbirimizi bulurduk. Bizim o kadar kalabalığın içinde başka kimsemiz yoktu sanki. Sankisi fazlaydı, hissediyordum. Kafasını gömdüğü boynumda ondan sebep bir ıslaklık hissettim. O daha da sokulurken bana ellerim saçlarından sırtına indi ve ben de ona onun gibi sıkıca sarıldım. Öyle çok sıkı sırlmak istedim ki sanki ben sıktıkça kollarımı onun acısı azalacaktı. O hafif hafif kollarımın arasında titredi, gittikçe küçüldü. Ben gözlerim dolsa da çenem titrese de onun yüreğinin acısından ağlamadan, göz yaşı akıtmadan onu bekledim. O iki soluklansın, iki acısını akıtsın diye bekledim sessizce. Onun canı acıdı, benim canım onun acısından sebep daha çok acıdı ben sadece onu bekledim. Ona izin verdim. O iyi olsun ben yine en büyük yaraya kabulum. Biz koridorun orta yerinde sessizce sarılırken birbirimize ne çevredekilerin sesi çıkıyordu ne de bulunduğumuz koridora başkaları uğruyordu. Sanki bize izin verilmişti iki dakika için soluklanmamıza. Nitekim bu dediğim gibi sadece iki dakika da sürmüştü. Önce bir başkasının adım seslerini duyduk sonra yabancı bir adam adımı seslendi. Rüzgar ile ayrılıp sesin geldiği tarafa dönünce o kişinin bir polis olduğunu fark ettim üstündeki üniformadan. "Öncelikle hepinize geçmiş olsun. İnşallah sağ salim ameliyathaneden çıkar hastanız. Lakin benim Papatya Hanım'ın ifadesini almam lazım izniniz ile şayet kendisini iyi hissediyorsa." Son kelimelerini bana bakarak söyleyen adam ile kendimde ifade verecek gücün olup olmadığını kestiremesem de bir an önce bitsin diye başımı salladım ve ona doğru ilerledim. Beraberinde Rüzgar'ın da" Ben de dinlemek istiyorum. "demesi ile abim de peşimize takıldı ve ameliyathanenin hemen birkaç kapı yanındaki boş odalardan birine girdik güvenliğin yönlendirmesi ile. " Papatya Hanım. Öncelikle tekrar geçmiş olsun. " " T-teşekkür ederim. " diyebildim uzun zamandır konuşmak için aralanmayan dudaklarımı bir an ne yapacağımı bilemeyerek aralarken. Konuşurken kekelememin bir sebebi de sanıyordum ki Melisa'nın başında beklerken ağzımı her araladığımda birkaç karmaşık harften ileriye gidememem idi. O an nasıl olmuştu bilmiyorum ama sanki dilim tutulmuş gibiydi. Şimdi daha sakinken düşününce tuhaf ve ürkekçe geliyordu bu. "Sizi fazla zorlamak istemiyorum. O yüzden bize anlatabileceğiniz her şeyi anlatmanızı istiyorum. Her şeyi. Neden oradaydınız? Zanlıyı gördünüz mü? Amacı neydi, tahmininiz var mı? Gibi her şeyi." Polis memurunu anladığımı belirtmek için kafamı sallayıp oturduğum hasta yatağındaki örtüyü parmaklarım arasına kıstırdım ve anlatmaya başladım. Kelimelerim bazen ikiliyor, bazen kesik kesik çıkıyordu. Sesim ise çokça titriyor, bazen de sanki tekrar o and aymış gibi hızlanıyordu ben konuşurken. " Ben... Ben sadece tuvalet için gitmiştim oraya. İşim bitince kapıdan çıkarken çarptı o - o adam bana. Yere düştüm. Kafamı kaldırırken gördüm. Cebinde... Cebinde bıçak vardı. Panikledim! Onun benden uzaklaşmasını sağladım sonra hızla ilerlerken çıkışa doğru vitrin camlarının birinden o adamın arkasını dönüp beni kontrol ettiğini gördüm. Ve hemen arkasından gittiği yolu değiştirip bir odaya girişini. K-korktum. Ama anladım da sanki o birine bir zarar verecekti. Bu yüzden beni göremeyeceği bir köşeye saklanıp... " " Bir dakika bir dakika! Sen o lanet olasıca adamın Melisa'ya bir zarar vereceğini bildiğin halde Melisa'ya yardım etmeye gitmek yerine bir köşeye sinip öylesine acizce olacakları beklediğini mi söylüyorsun bana!? " Işte sözlerimi kesen bu cümlelerdi. Birden vücudumun buz kestiğini hissettim. Dondum kaldım odadaki diğer kişiler gibi. Ve bu benim Rüzgar'a ilk kırıldığım andı. O benden habersiz çok gitti, geldi. Bazen istemeden de olsa beni yok saydı. Bana sustu. Ben üzüldüm. O görmedi. O geldi, dedi ki : Ben evleniyorum. O geldi, dedi ki : Ben baba oluyorum. O geldi, dedi ki : Gel Melisa ile yaşayacağımız evi - çocuk odasını düzelim. Kırılmadım. Hiçbirinde gece yatağa yattığımda canım çıkana kadar ağlasam da ben ona kırılmadım. Ben ona kıyamadım. Ama şimdi o bana kıyabilirken ben ona ilk defa kırıldım. Duymamış olmayı diledim. İlk defa onun sesinden dökülen cümleleri duymamış olmayı diledim. İlk defa onun sesinden nefret ettim, kaçmak istedim. Nasıl derdi, nasıl derdi bu cümleleri bana? Bilmez miydi hiç beni? Tanımaz mıydı? Kırılacağımı es geç bilsem canım pahasına onun sevdiği kadını koruyacağımı bilmez miydi? Sırf onun için bile! Zaten paramparça olan yüreğime bir darbe de o vurmuştu ama gördüm ki onun bundan ne haberi vardı ne de haberi olsa dahi umrundaydı. Şimdi bana öfke ile bakıyordu mavileri ve ben ilk defa onun bana olan bakışlarından korktum. Abim ve polis memuru ona dediklerine karşılık bir şeyler söylerlerken bile gözlerini çekmedi gözlerimden, sanki cevabı benden bekliyordu onu daha da deli edecek. Onun bu kötülüğüne karşın nasıl cesaret ettim bilmiyorum ama susmadım. Açtım ağzımı, sesimin ne kadar yükseleceğini umursamadan,sonu ne olur demeden ona onun duymak istemediği cevapları verdim. "O adamın! O adamın kime zarar vereceğini bilmiyordum. Kim olduğunu geç, böyle bir şey yapacağından bile emin değildim. Çok korktum ama. Yine de gitmedim! Kaçıp gitmedim! Birine bir şey olur diye durdum, o acizce çöktüğüm duvar dibinde sizden birini aradım. Senmişsin! Kaç kere çaldı telefon. Sen açana kadar kaç kere çaldı! O odadan çığlıklar yükseldi, bir şeyler devrildi ama o telefon açılmadı. Tek başımaydım. Yine de durmadım o adam odadan çıktığı ilk an koşa koşa gittim o odaya. Melisa olduğunu o zaman anladım o çığlıkların sahibinin. Ve emin ol. Yemin ederim bilsem... Bilseydim tek saniye durmaz senin sevdiğin kadını korumak için canımı ortaya atar önüne set olurdum! " Ve pişman oldum. Söylediklerimden soluk soluğa bitirdiğimde diyeceklerimi pişman oldum anında. Açıkça demedim ama, öyle demek istemedim ama cümlelerim sanki onu suçladı bir yerde. Canını yaktı sözlerim. Bana öfke ile bakan gözlerine bir hüzün bulutu çöreklendi. İçi kıyıldı sanki. O üzüldü diye ben ondan da çok üzüldüm belki. Gözlerim dolarken özür dilemek istedim ama dudaklarım kıpırdamadı bile. Öylece birbirimize bakarken lanet ettim kendime. O can acısından dedi onları. Aklı başında olsa der miydi onları? Demezdi. Demezdi. O benim canımı bilerek yakmadı ama ben onunkini bilerek yaktım zaten yüreği bir yangın yerindeyken. O odadan çıkıp giderken gözlerimi kapattım sıkıca ve sağ gözümden bir damla akıp gitti yüzümden aşağı. Derin bir nefes almaya çalışırken ben dışarıda bir gürültü koptu saniyesinde. Hayır hayır. Bir isyan duyuldu. Nasıl ayaklandım oturduğum yerden, nasıl asıldım o kapının koluna da kendimi koridora attım bilmiyorum ama... Ama keşke görmeseydim. Keşke görmeseydim. Onu, o şekilde görmeseydim. Ameliyathanenin önünde önlüklü bir doktor ayakta dikilirken Rüzgar birkaç adım ilerisinde dizleri üstüne çökmüş uzun zamandır tuttuğu göz yaşlarını akıtıyordu çaresizce. Etrafında insanlar ona bir çember kurmuşken elleri dizlerinin üstünde, boynu bükük, vücudu sarsıla sarsıla ağlarken dayanamadım bu görüntüye. Onu öyle boynu bükük çaresiz görmeye. Aradaki birkaç adımı koştum, onun önüne dizlerim üstüne çöktüm. Ellerim omuzlarına uzanırken işitti kulaklarım onun canının bu kadar yanmasının sebebini. Duyduklarım bana da ağır gelirken bir hıçkırık da benden duyulurken acının esir aldığı bir hastane koridorunun bembeyaz duvarlarında yankılandı ağlayışlar, isyanlar. "Ne?!" "Olmaz. Olmaz! Hayır!" "Ne diyorsun doktor bey?!" "Hastanın durumu hala kritik ama üzgünüm. Bebekleri kaybettik." 🌼 |
0% |