@roseeown
|
SANA KENDİM HALLEDEBİLECEĞİMİ SÖYLEMİŞTİM, YAMAÇ DEMİR
Hazırdım, her şeyimle hazırdım. Kafamda bütün söyleyeceğim kelimeler bir bir dönerken aynadan yansımama baktım; ağzımdan repliklerim döküldü. Bu sefer ne durduran biri vardı ne de küçümseyen ve bu gerçekti, hem de hiç olmadığı kadar gerçek. Makyaj masasından pastel rengi ruju alıp sürdükten sonra görünüşümü de tamamlamıştım. Giydiğim kahverengi İngiliz elbisesinin döküntülü kumaşları ve dağınık bir şekilde yapılmış kahverengi saçlarıma eşlik eden solgun makyajımla adeta sahnede başrolün pembe kabarık elbisesinin ışık saçmasına sebep oluyordum. Sahne hazırlıkları neredeyse bitmişti; etrafta koşuşturmacalar sürerken havalı prensesimiz ve onun ailesini oynayacak diğer oyuncular sahneye çıktı. Alkışlardan anladığım kadarıyla kalabalık bir seyirci mevcuttu. Benim sahnemse yaklaşık iki dakika sonra prensesin arkadaşı olarak karşı krallıktan gelmemle başlayacaktı. "Ya başaramazsam?" diye aklımdan geçti; zihnim stresle beni düşmemem gereken çukura itmeye çalışıyordu. -Hayır, bu iş sende başaracaksın! Makyaj masasından kırmızı ruju elime alıp dudaklarıma sürdüm. Sönük kalmayacaktım ama bu yetmezdi; elbisenin etek kısmındaki tülü çıkardım, etrafa bakınırken kostümlerin arasında asılı olan kırmızı eteği üzerime geçirdim. Üst kısmını değiştirecek zamanım yoktu. Koşar adımlarla perdenin arkasındaki yerimi aldım; sahneme az kalmıştı. -Gül, neden kıyafetini değiştirdin? -Hocam, kusura bakmayın, son anda üzerine su döküldü, başka çarem yoktu. -Tamam, şimdi sahnene odaklan; sonra konuşacağız. Ve parlama zamanım gelmişti. Korku dolu gözlerle sahneye çıktım. Seyircilere göz gezdirmek istedim ama olayın akışıyla yapamıyordum. Prensesle sarılma faslından sonra seyirciye dönecek şekilde oturdum. Kısa bir konuşma boşluğumda seyircilere göz gezdirdim. En ön sırada oturan insanlar dikkatimi çekmişti; ellerinde bulunan kağıtlara not aldıklarını gördüğüm esnada beklediğim kişilerin onlar olduğunu anladım. Yapımcı ise tavırlarıyla en çok dikkat çeken kişiydi. Onu etkilemem gerekti. Can alıcı sahne oynanmaya başlandığında herkes elinden gelenin en iyisini yapmaya çalışıyordu. Prenses, yemekte zehirlenerek ölen ailesinin karşısında gözyaşlarını ustaca akıtırken seyircinin gözüne girmeye başlamıştı bile. Sahnede yaşayan yalnızca ikimiz kalmıştık. Tiyatro metnine göre, birbirine dost gibi görünen iki krallık aslında içten içe düşmanlardı ve benim babam onları yemekte zehirletmişti ama prenses şans eseri ölmemişti. Şimdi ise onunla yüzleşme sahnem vardı. -Baba! Anne! Ah! Nasıl olur, bütün ailem nasıl ölebilir? Oturduğum sandalyeden kalktım. Ailesinin başında ağlayan prensesle dönüp, -Nasıl mı olabilir, prensesim? Bildiğin fazla yemekten öldüler işte, tabii senin de onların arasında olman gerekti! -Ne? -Sizin krallığınız yıllarca bizden aldığı vergilerle doldurdu karnını. Sizin yüzünüzden halkımız açlıktan öldü. Sizi aç gözlü pislikler! Sonda o kadar yükselmiştim ki bu prensesi korkutmuştu. Normalde üzerime saldırması gerekirken, yapması gerekeni unuttu. Provalarda bu kısmı bir türlü yapamıyor gibi davrandığım için bir ara bana ders vermeye bile kalkmıştı; şimdi ise dut yemiş bülbül gibi sessiz ve şaşkındı ama ben onu kurtarmak için karşı replik vermeyecektim. Sonunda beklediğim hatayı yaptı ve seyircilerin tepkisi için sahneye göz gezdirdi. Ah zavallı prenses, bir tiyatrocu için duyduğum en büyük hata! Geç kalan bir zihin toparlamasından sonra yerden üzerine doğru atıldı. - Söylediklerine dikkat et. Şimdi seni öldürteceğim. -Ah! Söylemeyi unuttum; yemeğe zehir katmayı düşünen kişinin aklına bu gelemez miydi? Bütün askerler, benim kendi işini kendin görmen gerek. Ya da yarım kalan işimizi ben tamamlayayım. Masanın üzerinden bir bıçağı aldım ve üzerine koştum. O esnada bana saplanan kılıçla iki büklüm olup dizlerimin üzerine çöktüm. Askerlerden biri bana ihanet etmişti. -Bana ihanet etmeyeceğinizi biliyordum, askerlerim, dedi prenses. Hala dizlerimin üzerindeyken, bana ihanet eden askerin boğazını kestiler. Söyleyebildiğim son sözcüklerle: -Ben seni çok sevmiştim, prensesim ama sen benim de bir prenses olduğumu unuttun. -Sen benim arkadaşımdın. Bu sözler üzerine karakterim sinirlenip içinde kalan son canla bağırması gerekti ama ben yapamadığımı söylediğim için yumuşatmıştık; şimdi ise gösterme zamanıydı. Boğazımdan gelen derin bir çığlıkla: -Ama sen benim hep düşmanımdın. Aldığınız masum canlara karşı yaşamayı hak etmiyorsun! ÖLDÜRÜN ONU ASKERLER! Dememin ardından bir asker onun da boğazını kesti. Bense ellerimi yarama bastırıp ağlamayı sessiz hıçkırıklarla tamamlamak ve sonrasında ölmek yerine asıl metinde olan gibi içimi dökercesine ağladım. Yine hissetmiştim işte karakteri; onun çaresizliğini kötü biri değildi ki o. Yalan söylemişti; o prensesi her zaman dost bilmişti ama ailesinin ve halkının uğradığı ihanet onu düşman yapmıştı. Sonra sesimi kestim; ölmem gerekiyordu. Sahnenin perdeleri harekete geçti ve kapanmaya başladı; alkış sesleri kulağımı delecek kadar çoktu. Perde kapanmadan son anda yapımcıya doğru baktım; kafasını sallayarak alkışlıyordu. Başarmış olabilir miydim? Zeminden kalktığımda prenses rolünü oynayan Nil’le göz göze geldim. O da çok yorgun gözüküyordu; aynı zamanda bana kızgındı. Hocamız da yanımıza geldi ve toplu bir tebrik seremonisi başladı. Nil, -Hocam, son anda neden kıyafet değişmesine izin veriyorsunuz? -Ben vermedim, Nil; arkada bir kaza olmuş, dedi hocamız. -Nedense ben inanmıyorum o kazaya. Hem Gül, dün daha doğru düzgün sesini yükseltemiyordun, ne oldu şimdi sana? -Sadece sabaha kadar prova yaptım. Elimden gelenin de en iyisini yaptım; ben kötü bir şey yaptığımı düşünmüyorum. Bizi dinleyen hocamız, -Tamam kızlar, ikiniz de harikaydınız. Yalnız Gül, daha derslere bile kayılmadan bu kadar büyük bir performans beklemiyorduk açıkçası. Burak’ın kefil olmasına değdi. Ayrıca ayakta alkışladılar sizi, daha ne olsun? Hadi kulise şimdi. Kulise döndüğümüzde Burak’ı fark ettim. Önce Nil’le konuştu; sinirleri bozuk olduğunu anlayınca yanıma geldi. -Nesi var bunun? -Sahnede boşluğa replik unuttu ya, ona taktı sanırım. -Evet, fark ettim; olmasaydı iyiydi ama sen ne yaptın ya? Harikaydın! -Güzel miydi? -Hem de çok ama merak ettiğim bir şey var; sen Karadenizlisin, neden yöresel bir ağızın yok? -AA, ben modern bir Karadenizliyim bir kere. İşin şakası; aslında çocukken televizyonlar ve hayvanlar dışında benimle konuşan azdı. Böyle alışmışım. İstemediğim anılarım tekrar aklıma gelsin istemiyordum. Dikkatimi başka yöne vermeye çalışırken gerçek anlamda bir hareketlilik hissettim. Gözlerime inanamıyordum; çünkü demin ki yapımcıyla hocamız bize doğru geliyorlardı. Yanımdan geçip gitmeyin, lütfen! - Sinan Bey, bu Gül. Onunla tanışmak istediniz, değil mi? Lütfen evet de! - Evet, ta kendisi. Gül, ben Sinan Egemen. Yeni bir projemiz var, haberin vardır sanırım. - Evet, Sinan Bey. - Güzel, fazla söze gerek yok o zaman. Sen seçildin. - Ben mi? Aa, şey, çok teşekkür ederim. Ben ne demem gerektiğini bilemedim şimdi. - Menajerin var mı? Burak atıldı. - Evet, var. Biz de onu konuşuyorduk. Menajerliğini ben üstleneceğim. - Yarın şirkete bekliyoruz o zaman. Yamaç’la tanışsınlar. Oldu, evet oldu, başardım. Adam 40’lı yaşlarında, hafif kilosu olan biriydi. Giydiği takım elbise bir tık dar gelmişti ama fazla kasınarak yürüdüğünden de olabilirdi. Arkasından bakarken onu tanımlamayı durdurdum; sonuçta beni seçen kişi o olduğu için benim gözümde şu an bir iyilik perisi olmalıydı. Burak ise öne atılarak menajerliğimi üstlenmişti ki bunu yapmasa bile ben ona teklif edeceğim için bir problem görmüyordum. - Gül, menajerlik işine takılma lütfen. İstemezsen kabul etmezsin. Ben sadece işleri hızlandırmak adına söyledim, daha az işle uğraşırsın hem. - Aksine, bunu yapmana çok sevindim. Benim menajerim olmanı çok isterim. Tanıdığım kimse de yok zaten; yarın oraya gidip ne yapacaktım. - Yarın beraber gideceksen bir an önce bizim şirkete kayıt olman lazım. Gidelim, yorgun değilsen. Üzerimi değiştirdikten sonra Burak’ın şirketine gittik. Bir iki imza işini halletmeliydik, sonra her şey tamamdı. Burak, uğraşmamam için beni hastaneye bırakacaktı. İmza işlerinden sonra tekrar arabaya bindik ve yol aldık. O esnada telefonuma bir çağrı geldi. Teyzem hiç aramamıştı; enişteminse ona olan korkusundan arayamadığını biliyordum ama ya bir yolunu bulduysa diye düşünüp sevinçle elim aldım ama arayan Yamaç’tı. Yanımda Burak varken açmam ne kadar doğruydu, emin değildim. - Aç istersen, çok çaldı. - Yamaç arıyor… - Nasıl? Numaranı nereden buldu? - Çok uzun mesele ama ben söylemeli miyim, bilmiyorum. Kafam çok karışık, yarın görüşeceğiz zaten ama o bilmiyor. - Senin kararın ama en azından aç bence. Son anda telefonu açtım. - Efendim, Yamaç. - Alo, Gül nasılsın? - İyiyim, sen? - Ben de. Herhangi bir şeye ihtiyacın var mı? Biliyorum, sen kendin de yapabilirsin ama en azından yapabileceğim küçük bir şey. - Ben iyiyim. Senin yapabileceğin hiçbir şey yok. Senin sesin neden garip geliyor, sarhoş musun? Bir yandan bizi dinleyen Burak’ı fark edince sorduğum soruya pişman oldum. Aldığım yanın her hecesinde oturduğum yer batmaya başladı. - Biraz ama ben çok pişmanım, bak gerçekten. Zeynep gidecek bir yeri yok dediğinde, o koca ormanda benim yüzümden başına bir şey geldi sandım. Sen de beni bıraktın, kayboldun sandım. Senin de sadece… sadece (derin bir iç çekti, ağlamaya başlamıştı sanırım) mezarını bulurum sandım. - Yamaç, ben iyiyim. Bir yardıma ihtiyacım olursa söylerim ve gelirsin, tamam mı? - Nerdesin peki? - Çok az kaldı Yamaç. Lütfen sağ salim evine ulaşacağına dair bir söz ver. - Sözlerime artık inanıyor musun? Göz yaşlarımı tutmada güçlük çekiyordum ama bunu ona belli edemezdim. - Evine ulaş, hem yarın meşgul olacaksın. Kapatıyorum şimdi. Yine bir şey demesine izin vermeden kapattım çünkü hastanenin önüne gelmiştik. - Burak, lütfen bir şey sorma. Yarın görüşürüz. Arabadan kaçarcasına indim ve Yavuz amcanın yanına gitmeden kantinden bir kek ve rica ile küçük bir mum aldım. İçim kan ağlasa bile kutlayacak bir şeyimiz vardı. Kata çıktım, Yavuz Amcayı gördüm; oturup boş boş duvara bakıyordu. Beni görünce yüzüne her zamanki gülümsemesini taktı. O bana, ben ona iyi geliyordum. Biz güzel bir ekip olmuştuk. Keke mumu taktım ve yüzüme büyük bir gülümseme yerleştirdim. - Yavuz Amca, kutlayacak bir şeyimiz var, ROLÜ KAPTIM! Eliyle alkış işareti yaptı, ben de parmaklarımın ucunda yanına doğru koştum. - Hadi, üflüyoruz! 3, 2, 1! Ellerimle alkış tuttum ve keki masanın üzerindeki bıçakla ikiye böldüm. Bir parçasını ona verdim ve yerken bugünümü anlatmaya başladım. Benim adıma çok sevinmişti. Ama son kısımlara gelince, gülerek anlatırken aynı zamanda ağlamaya başladığımda titreyen elleriyle gözümün yaşını sildi. - Ağlıyorum ama mutluluktan. Ben gerçekten bazı şeyleri hayal olarak görüyordum ama bak, imkânsızlık diye bir şey yokmuş. Beni destekleyen bir ailem olmasa bile başardım. Çok güzel olacak. Sence insanlar beni sevecek mi? Yani ben teyzemin dediği gibi sevilmez biri değilim, değil mi? Kafasını olumsuz anlamda salladı ve kollarını açtı. Beni sarılmaya davet ediyordu ve buna o kadar ihtiyacım vardı ki. Hiç tanımadığım bir adam bana bir baba gibi güven veriyordu. Bu alışmadığım duyguyu ise yavaş yavaş benimsemeye başlamıştım. Gecenin bir yarısı yine kabusla uyandım. Bebek ağlamaları ve annemin resimlerinden hatırladığım yüzü uzun bir aradan sonra beni uykumdan uyandırmıştı. Yattığım yerden kalkıp beynimi gerçek dünyada olduğuma inandırmaya çalıştım. Başarılı olamayınca çantamdan günlüğümü çıkarıp, bütün güncel olayları bu sefer de ona aktarmaya çalışarak kendimi oyaladım. Sabahın ilk ışıklarıyla da hızlı bir duş aldım; hastane odasında bunları yapmak gerçekten zor oluyordu ama neyse ki odayı paylaştığımız kimse yoktu. Yavuz amca ise ilaçların etkisiyle uykudaydı. Taburcu tarihi ise iki gün sonra gelecekti. Tekrar bakımevine dönecekti anlaşılan ve ben de o zamana kadar kendime kalacak bir yer bulmak zorundaydım. Yavuz Amcayı yanıma ne kadar almak istesem de bunu ertelemek zorundaydım; çünkü daha kendime bakıp bakamayacağım kesin değildi. Bugün Burak’la şirkete gidip, sanki hiç tanışmamışım gibi Yamaç’la tanışmakta işimin bir parçasıydı. Erken saatlerde olan buluşma için hazırlanmaya başladım. Yapım şirketinin kapısına geldiğimizde, büyüklüğü karşısında şoka uğradım. Sadece arazi olarak değil, binanın kat sayısı da çok fazlaydı. Kimi insan bir köyde doğup dışarı bile çıkamazken, kimileri ise böyle lüks hayatlar yaşıyordu. Hayat, bildiğin adaletsizdi işte! Şaşkınlığımı elimden geldiğince gizlemeye çalışarak içeri girdik. Sinan Bey’in odasına beklemeye alındık --- Sinan Bey içeri girdi. Henüz Yamaç ortalarda yoktu. Onu beklediğimizi belirtti. Sonrasında yapılacak dizi hakkında ufak bilgiler verdi; popüler bir dijitale çekilecek, arkadaşlıktan doğan aşk temalı bir dönem dizisi. O esnada, hazır Yamaç yokken kalacak yer problemimi dile getirdim. Sinan Bey, tahmin ettiğimden de yardımsever bir adamdı. Projeye atacağım imza sonrası kalacak bir yer ayarlanacağının teminatını ve küçük bir ön ödeme sözünü verdi. Anlaştığımıza göre artık her şey hazırdı. Tek eksiğimiz Yamaç Demir’i beklerken kapı çaldı. Sekreter: - Biz de onu bekliyorduk, gelsin, dedi. Aldığım nefesi unutmuş bir şekilde onu beklerken, kapının arkasından dağınık saçları ve gözüne taktığı güneş gözlüğüyle geldi. Siyah pantolon ve yine siyah tişörtle yorgun bir hali vardı. Önce etrafını süzdü, sonra içeridekilere tek tek bakarken gözü bende takılı kaldı. Burak’ın gözleri ikimizin arasında gidip geliyordu. - Yamaç, Gül senin yeni partnerin olacak, dedi Sinan Bey. - Merhaba, Yamaç, memnun oldum. Elimi ilk defa tanışıyormuş gibi öne uzattığımda, gözünden gözlükleri çıkarıp bana baktı. Her zaman hayranlıkla baktığım bal rengi gözleri şimdi öfkeyle bana bakıyordu. Meydan okurcasına kaşlarını kaldırdı. - Madem yeni partnerimsin, o zaman resmiyete gerek yok, dedi. Kollarını açıp bana sarılırken kulağıma; - Demek ben seni ararken sen kurnaz planlarla meşguldün, dedi. - Sana kendim halledebileceğimi söylemiştim, Yamaç Demir. --- Merhabalar lütfen oy verip yorum yapmayı unutmayın. Burak Karakterini seviyor musunuz? Ve gelecekte Yamaç'ta büyük bir değişiklik bekliyor musunuz?
|
0% |