@roseeown
|
"MELLETTTEEEMMMM"
"Efendim?" diye sızlandım, çünkü gece çok geç yatmıştım. En sevdiğim diziyi 20. kez izlemekle meşguldüm.
"Senin 9’da dersin yok mu?" dedi ablam. Gözümü birden açtım; evet, dersim vardı ve ben alarmı 5 dakikacık ertelemiştim. Şimdi ise dersin başlamasına yarım saat kalmıştı. Kalktım, dişimi fırçaladım, siyah pantolon ve mavi bir gömlek giydim. Allahtan hafta sonu bütün kıyafetlerimi ütüleme alışkanlığım var. Makyaj yapmak benim için en önemli şeydi, bu yüzden en hızlısından yaptım ve kendimi dışarı attım. Tüm bunlar 10 dakikamı almıştı; vay be, resmen rekora koşuyorum. Kalan sürede yetişebilirdim çünkü okulla aramızda çok mesafe yoktu; koştura koştura okuldan içeri girip dersin salonuna yetiştim.
Elif’i gördüm; her zaman oturduğumuz sırada oturuyordu. Yanına gittim, neyse ki daha hoca gelmemişti. Neler yaptığımı sordu; tabi ben de yine değişik bir şeyler anlatamadığım için ilgisi hemen başka yöne kaydı. Diğerleriyle konuşmaya başladı; arada muhabbete katılmak istemedim. Çünkü içimden gelmiyordu; gelse bile ben fazla çevre yapacak kadar aktif biri değildim. Genelde sakin biri olarak tanımlanıyorum ya da çekingen demek daha doğru. Bu duruma kızıyorum aslında, çünkü bence ben çekingen değilim; sevdiğim insanlara karşı fazlaca sevecenim ve kalabalık önünde olmak her zaman en sevdiğim şeylerden biri olmuştur, tabi bu sunum yapmak vs. anlamında. Arkadaşlıklarda kendimi geliştirmem gerekiyor sanırım.
Sonunda dersimiz bitti. Düzenli not tutuyordum ve bu konuda kendime güveniyordum. Bugün sadece bir ders vardı ve Elif’le hava almak için dışarı çıkalım dedik. Bahçede Serdar’ı gördük. Serdar bizim sınıftan biriydi; uzun boylu, esmer, kirli sakallı ve yeterince yakışıklı. Ondan hoşlanabileceğim kadar yakışıklı diyelim. Koşarak Elif’e sarıldı, sonra bana ama görev yerini bulsun anlamında. Bunu o kadar hissettim ki konuşmanın devamına odaklanamadım; zaten ben orada görünmez olmuştum bile, yüzümde sahte bir gülüşle onların muhabbetini dinliyordum. İçimden kendi kendimi azarlamaya başlamıştım.
"Onlar seni görmüyor bile, baksana ne kadar eğleniyorlar. Sana ihtiyaçları yok, sen burada fazlalıksın. Zaten ilk Elif’e sarıldı; eğer bir yerde seni görse emin ol sarılmazdı, selam verirdi sadece. Sen arkadaşlık kurmayı bile beceremiyorsun ki, fazlasını istiyorsun. Emin ol zayıf olsan bile kimse seni istemezdi, çünkü insanlar senin değil, dış görünüşünü, karakterini bile sevmiyor. İşte sen burada en fazla başkalarının mutluluğunu sahte bir sırıtışla izlersin."
Evet, yüzüm gülerken içimden bunlar geçiyordu. Onların 3 adım gerisindeydim ve gözümden bir damla düştüğünü bile fark etmiştim; evet, kendi kendimi ağlatmıştım ve kimse yine bunu fark etmemişti. Sanırım kimse, çünkü ellerinde bir gül demetiyle bana doğru gelen biri vardı. **BORA SOYALP...**
Yüzünde endişe kırıntıları sezdim. Okula çiçekle geleceği kadar önemsediği kişiyi merak etmedim değil aslında, ama onların benim olma ihtimali hayal gibi geldi. Evet, güller en sevmediğim çiçekler ama benim olsa mutlu olur muydum acaba? Çünkü onları alanın amacı karşısındakini mutlu etmek olduğu için çiçeğin türü çok önemli miydi? Ya da ben çiçek almayı hak etmeyen biri miydim?
Ben bunları düşünürken Bora çok yakınıma geldi ve, "Meltem, iyi görünmüyorsun; bir şey mi oldu?" dedi. Evet, güzel bir soruydu; çok şey olmuştu ama birine anlatacak kadar mantığa sığmıyordu.
"Adımı öğrenmişsin," dedim burukça bir gülümsemeyle.
"Sadece o değil, dersime iyi çalıştım," çiçeği uzatarak, "Bunlar sana Can için küçük bir teşekkür."
Evet, dersine fazlaca çalışmıştı en sevdiğim çiçeği alacak kadar. "Evet, bayağı çalışmışsın ama keşke okulda vermeseydin. İnsanlar garip garip bakıyor," dedim. Çünkü Elif ve Serdar bile muhabbetini bitirip bize doğru bakıyorlardı. Şaşırmış olmalılar diye düşündüm ama onların ilgisini çekmek hoşuma gitmişti aslında. Bu sefer izleyen onlardı, ben değil ve bu beni tatmin etmeye başlamıştı. Ama çok uzun sürmedi. Bora kulağıma yaklaşıp, "Emin ol o kadar büyük bir hayal güçleri yoktur; sadece bir çeşit geri ödeme diyelim. Ha! Ayrıca gördüklerini unutuyorsun; unutmam dersen başka yüzümü görebilirsin."
Neydi şimdi bu? Önce çiçek verip sonra tehdit etmekte değişik bir yol. Ayrıca benimle dalga mı geçti o? Ben vereceğim cevabı düşünürken arkasını döndü ve gitti. Her şey bu kadar basitti onun için. Elif yanıma geldi ve meraklı gözlerle bana baktı. İlgisini çekecek bir konu bulmuştu ama ben ona bir şey anlatamazdım; zaten Bora söylemese bile anlatmazdım çünkü bu hastalık dedikodu meselesi olacak en son şey. Sadece araştırmama yardım ettiğim için bana hediye vermek istediğini söyledim. Serdar ise merak etmiyormuş havasında sadece bizi dinliyordu.
Bora için şaşırmamıştım aslında; kendisi 25 yaşlarında, mezun olduğu zaman (tabi olabilirse çünkü bir sürü alttan dersi var) şirketlerinde görev alacak yani hayatı tasarlanmış bir çocuktu. Kızları kullanmasıyla bilinen, uzun ilişkileri beceremeyen, insanların kalbini kırmasıyla ünlü bir kişinin kim tahmin edebilirdi ki, herkesten sakladığı bir sırrı var ve onu saklamak için her şeyi yapabilir. Dur bir dakika, her şeyi mi? Ama ben onun kadar gaddar değildim; ama blöften kim ölmüş ki? Başvurabileceğim en son şey olabilir. Çiçeklerimle yola koyuldum. Çiçek alma ihtimalim benim için o kadar düşüktü ki onları eve götüremezdim. Şimdi bunları kimin aldığı sorusuna yaratıcı bir cevap ararken aklıma gelen fikirle gülümsedim. Beni mutlu eden bu solacak güller neden başkalarını da mutlu etmesin? Dışarı çıktıktan sonra yol boyunca dağıtarak ilerledim; insanların yüzündeki gülümseme beni daha fazla mutlu etmeye yetti. 25. gülü kendime sakladım; onu kurutup ölümsüzleştirmeliydim.
**BORA'DAN**
Sonunda annem gelmişti ve Can artık ona emanetti. En kısa zamanda yeni bir bakıcı bulmak zorundaydık. Dünü atlattığım için kendimle gurur duyuyordum ve normale dönme zamanım gelmişti. Bu iyi, abi ayakları beni sıkmaya başlamıştı. Vicdanımı rahatlatmak için Meltem’e bir hediye götürsem fena olmazdı. Mesela bir gül buketi; güllerden nefret ettiğini belirttiyse o zaman alabileceğim en iyi hediye odur.
Sabah biraz erken çıktım. Konumdan en yakın çiçekçiyi açtım; 10 dakika gösteriyordu. İçeri girdiğimde çeşit çeşit çiçekler gözümü aldı; bu kadar renk fazla sanki. Odaklanmam gerekti. Orta yaşlı bir abla çıktı karşıma; gül almak istediğimi söyledim. Hangi renk ve kaç tane deyince afalladım; evet, daha önce kimseye almamıştım. Arkadaki tabloyu inceledim; gül sayılarının anlamı yazıyordu. 25 dikkatimi çekti.
"Hayatın boyunca mutlu olmanı diliyorum." Evet, bu güzel; en azından en az saçma aşk anlamı içeren şey buydu.
"25 tane kırmızı olsun." Renk seçecek kadar vaktim yoktu; klasikten
devam. Abla paketi yaptıktan sonra elime tutuşturdu; ödemesini yapıp çıkacakken arkamdan seslendi:
"Kırmızı gül sevdiğine verilir ama sen sanki onun için almıyorsun."
"Evet, doğru tahmin. Çiçek meselesini her zaman çok saçma bulmuşumdur."
"Neden kırmızı gül o zaman?"
"Sadece bunlar gerekti." Ne kadar da çok konuşuyordu bu kadın? Arkamı dönüp uzaklaşıyordum ki, kadın arkamdan seslendi.
"Kader, bazen çiçekler bile kadere yön verir."
"Siz işletmenizin özelliklerine fal bakmayı da ekleyin isterseniz."
"Bir sonraki geldiğinde eklemiş olurum."
"Maalesef göremeyebilirim çünkü sandığınız kadar romantik değilim."
Kadın ustaca bir gülümseme yolladı.
"Öyle olsun. İyi günler."
"İyi günler," deyip dışarı çıktım.
Ne fark eder ki, sonuçta gül almak için geldim ve aldım; rengin ne önemi var? Bir an önce verip kurtulmalıydım.
Okulun önüne geldiğimde uygun bir yere park ettim; yan koltukta çiçekler duruyordu. Bunları ulaştırmam gereken biri vardı. Çok saçma bir durumla karşı karşıyaydım. Onları orada bıraktım ve arabanın dışına çıktım. Ellerde çiçekle birini beklemek itibarımı yerle bir ederdi; sonuçta bugün dersi var, eminim çünkü arkadaşım da aynı dersi alıyor. Sabahın köründe sınıfa gitmediyse şimdiye çoktan gelmiş olmalıydı; dersin başlamasına 5 dakika kalmıştı. Artık sıkılmaya başlayacaktım ki onu gördüm; geç kalsa bile resmi giyinmekten ve makyajından vazgeçmemişti. Bunu hafif taşan kırmızı ruju gözler önüne seriyordu. Koştura koştura önümden geçti, evet geçti ve içeri girdi. Ben seslendiğimde artık duyması imkansızdı; harika! Kızı incelerken kaçırmıştım. Sinirlerime hakim olmam gerekiyordu. Ben de bu esnada kendi dersime girsem iyi olurdu; yani en azından imza atsam. Telefonumu çıkardım ve arkadaşım Furkan’a dersin bittiğinde haber vermesi için mesaj attım.
Derse girip çıkmıştım ve Murat ile Özgür’le takılıyordum. Onlar da son senelerindeydiler. Murat, "Geçen gün okulun etrafında bir hasta çocuğu tartaklamışlar diye duydum," dedi. Ne çabuk her şeyi duyuyor bunlar. Dedikoducu teyzelerden bir farkları yok.
Özgür, "Şaşırmam ki, oğlum buralar tekin değil; zaten mesele çocuğu tek bırakan ailesinde," deyince sinirlerim iyice zıpladı. Bilmedikleri konulara yorum yapmalarına gerek yoktu.
"Sanane kardeşim milletten, ailesinden; sen kendi işine baksana, geçen gün sen dayak yiyormuşsun, Rüzgar'dan zor kurtarmışlar," dediğimde bozuldu.
"Teke tek gelmiyor ki, korkak piç toplamış ne kadar şerefsiz varsa dayanmış kapıma. Sen onu bunu bırak, bir iade ziyaret yapmak lazım," dedi.
Murat onay verircesine kafasını salladı. Telefonuma mesaj gelince, "Tamam konuşuruz onu," dedim. Mesaj Furkan'dan, dersin bittiğini yazmıştı. Evine bırakırım çiçeği, o zaman veririm diye düşündüm. Bizimkilere hızlı bir veda edip kalktım; arkamdan Özgür’ün söylenişini duyuyordum ama onunla sonra ilgilenecektim. Bahçeye çıktım ve bingo! Onu gördüm.
Yanında arkadaşı vardı; bana doğru gelirken başka bir arkadaşıyla karşılaştılar. Birbirine sarıldılar. Arabaya yaslanıp onun gelmesini beklerken bir şey fark ettim; sanki bir şeyden rahatsız oluyordu. Yanındaki arkadaşı şu adı Serdar olan çocukla şakalaşıyordu; o sadece gülümsüyordu, konuşmaya katılmıyordu ama gözleri dolu doluydu. Yapma dedim kendi kendime; dün bana hesap soran kız nasıl bu hale gelmişti? Onlardan birkaç adım uzakta duruyordu; ona acıdım mı bilmiyorum ama o üzülmeyi hak etmiyordu.
Arabaya girip koltuktan çiçekleri aldım. Buna pişman olacağıma emindim ama şu an bedenim beynimi dinlemek istemiyordu. Ona doğru ilerledim; gözleri beni bulunca şaşırmıştı, onun yanında durunca daha da şaşırdı.
"Meltem, iyi görünmüyorsun; bir şey mi oldu?" dedim. Aslında bir tahminim vardı; sadece nasıl başlayacağımı bilemedim.
"Adımı öğrenmişsin," dedi. Bu zor bir şey değildi ki, biraz neşe vermekten zarar gelmezdi.
"Sadece o değil, dersime iyi çalıştım," çiçeği uzattım ve, "Can için küçük bir teşekkür."
Profiline güllerden nefret ettiğini yazmıştı ve bence çok güzel bir hediye olabilirdi. Bir an neden nefret ettiğini düşündüm ama sorgulamanın cevap olmayacağını anlayınca vazgeçtim.
"Evet, bayağı çalışmışsın ama keşke okulda vermeseydin; insanlar garip garip bakıyor," dediğinde etrafıma baktım. Evet, üzerimde bir sürü göz hissetmiştim ama bunu 5 dakika önce göze almıştım. Onun baktığı yöne baktım; Serdar'a bakıyordu, tıpkı onun bize baktığı gibi. Onun yanlış anlamasından mı çekinmişti şimdi? Kulağına yaklaştım ve, "Emin ol o kadar büyük bir hayal güçleri yoktur; sadece bir çeşit geri ödeme diyelim. Ha! Ayrıca gördüklerini unutuyorsun; unutmam dersen başka yüzümü görebilirsin," dedim. Şaşırmıştı; aslında amacım onu üzmek değildi ama buydum ben; artık kendim olma zamanım gelmişti. Şimdi ise gitmem gerekti ama bedenim uzaklaşmak istemiyordu; çünkü kokusu... Kokusu çok güzeldi. Dudaklarını birbirine bastırmıştı; işte yaptın yine yapacağını dedim kendime. Son bir nefes aldım ve uzaklaştım. Arabaya bindim; bir an önce gitmem gerekiyordu.
--- **MELTEM**
Kaçmaya çalıştığım Cuma günü gelmişti çünkü haftalık diyetisyen randevum vardı. Sabahtan beri odamda tartıyla bakışıyordum. Acaba tartılsam dedim. Derin bir nefes aldıktan sonra çıktım. Akşam yemek yememem işime yaramıştı; 100 gram eksik çıktım: 98,400.
Aslında şimdi en az iki kilo vermem gerekti ama ben yine kendimi tutmakta başarısız olmuştum. Hafta boyunca yaptığım çikolata kaçamaklarını düşününce kahvaltı etmenin gereksiz olduğunu düşündüm. Bugün sadece 1 dersim vardı. Kahvaltı etmeyip okula yürüyerek geçsem, dersten sonra da randevuya gitsem belki biraz daha eksik çıkarım diye düşündüm. Hızlıca giyinip yola çıktım. Yol beni fazlasıyla yordu ve susadım ama onu da içemezdim. "Dayan, kızım; başarırsın" diyerek sınıfa girdim ve yine tahmin ettiğim gibi dersten bir şey anlamıyordum. Not bile alamadım doğru düzgün; kendimi çok yorgun hissettim. İçimden Elif'le konuşmak bile gelmedi. Kuruyan dudaklarımı yaladım ve dışarı adım attım. Kapıdan çıkarken Bora gözüme takıldı. Etrafta takılmaktan başka bir şey yapmıyordu. Kalan boş zamanlarını da insanları tehdit etmeye adıyordu. Gidip iş adamı rolünü de oynayabilirdi. Göz göze geldik; nefret dolu bakışlarımı ona göndermek isterdim ama şimdi ertelesem iyi olurdu. Hem vaktim hem de halim yoktu. Çıkış kapısının oraya yöneldim; bir an önce buradan uzaklaşsam iyi olurdu. Ara bir mahalleye attım kendimi. İlerlerken arkamdan birinin geldiğini hissettim ama sadece onu değil, kulağım çınlamaya başlamıştı. Gözlerim açıktı ama etraf kararıyordu. Destek almak için kendimi duvara doğru ittim ama başka bir destekçim yetişti. Bora beni dik tutmaya çalışıyordu ama sadece çalışıyordu; beni kaldırmak herkesin harcı değil. Nefesim kesilmeye başladı ve dizlerimin bağı çözüldü. Beraber yere doğru çöktük. Midem de bulanıyordu; bana endişeli bakışlarını hissettim ama önce kendimi düşünmem gerekti. Derin nefesler almam lazımdı. "Meltem, bir hastalığın var mı?" diye sordu. Kafamı olumsuz anlamda sallamakla yetindim.
Kolumdan tutup kaldırdı ve bir bank tarzı bir yere oturttu beni. Bankın ne işi var diye düşündüğümde mahallenin yaratıcı yaşlıları aklıma geldi. Bunu yapmak çok zor olmamıştır. "Bak şimdi, arabayı alıp geliyorum ve hastaneye gidiyoruz, tamam mı?" dedi.
Hala tam olarak kendime gelememiştim ve gitmesini istemiyordum; kolunu tutup "Gitme," dedim, "iyi hissetmiyorum." Çenem titriyordu ve yalnız kalmak istemiyordum. Yanıma oturdu. "Tamam, o zaman biz de burada donmayı bekleriz," dedi. Beni kendine çekti; kafamı omzuna yasladım. Sanırım şimdi güvendeydim; tek yapmam gereken beklemekti. On dakika kadar öyle kaldık, kimse konuşmadı ve benim artık kafamı çekmem gerekiyordu. Bu durumun dışarıdan çok saçma göründüğünden eminim çünkü önümüzden geçen bir kızın garip bakışlarından anlamıştım. Sanki, dünyada o kadar kız varken bu adam bu kıza nasıl bakmış der gibiydi. Evet, gerçeğe döndüğüme göre gitmemin zamanı gelmişti. Kafamı kaldırdım.
"Sanırım artık iyiyim ve gitmem gerek," dedim. Kaşlarını çattı.
"Saçmalama; eğer iyiysen burada bekliyorsun ve hastaneye gidiyoruz, nokta." Kalktı ve arabayı almak için okula doğru yöneldi. Harika, şu an çok saçma bir durumun içinde kalmıştım. Hastaneye gidemezdim. Sonuçta bu yaşadığım şeyin sebebini biliyordum; açlıktan olmuştu, bir de ders beni fazlasıyla yormuştu ve ben bunu kimseye açıklayamazdım. Hele ki Bora'ya, kesin benimle dalga geçerdi. Aklıma gelen fikirle sevindim; kaçabilirdim, değil mi? Gelince bulamazdı ve böylelikle hastane meselesi biterdi. Tam kaçıp gidecekken önümde araba durdu. Nasıl 3 dakika içinde gelebilir ki? Işınlanmayı mı buldu bu çocuk? Hayallerim suya düşerken ne yapacağımı düşündüm; ya gidecektim ya da itiraf edecektim. Arabaya bindim.
"Bak, ne dersen de ben hastaneye gitmeyeceğim," dedim.
"Farkında mısın, demin bayıldın; ben olmasaydım ne olacaktı? Bu bir sağlık sorunu ve nedenini öğrenmen gerek."
"Öğrenmeme gerek yok," gözlerini büyüttü.
"Kaç yaşındasın sen, 5 falan mı? Ciddi bir şey olabilir diyorum."
"Ben de sana ciddi değil diyorum." Artık sıkmaya başlamıştı; ben söylememek istedikçe öğrenmeye çalışıyordu. Sesini yükseltti.
"Neden o zaman?"
"AÇLIKTAN, TAMAM MI!"
Ne alaka der gibi bakıyordu. Artık alacağını almıştı; benim de saklayacak bir şeyim kalmamıştı. Yapma! Gözlerim doldu; ağlamanın zamanı değildi.
"Diyetisyen randevum olduğu için iki gündür yemek yemedim; sebebi bu. Şimdi rahatladıysan gidebilir miyim?" Kapının koluna uzandım ama beni durdurdu.
"Dur bakalım, küçük hanım; hiçbir yere gitmiyorsun. 5 yaşında olduğunu düşündüm ama sen daha betermişsin." Ters bakış attım. Önce azarlayıp sonra dalga geçmeye başlamıştı. Normalde olsa onun gibi birinin karşısında susardım; yok sayılabilirdim, bu benim için normaldi ama kimse benimle dalga geçemez. Arkamı dönüp kolumu çektim; tam bağıracakken,
"Şişşt, sakin ol. Şimdi kemerini bağlıyorsun ve her şeyi bana bırakıyorsun. Başka söz istemiyorum; ha bir de artık istesen bile gidemezsin." Kapıları kilitledi.
Ciddi mi bu adam ya? Artık karşı çıkmaya gücüm kalmamıştı; kemerimi taktım. İstediği yere götürmesine izin verdim. Tabi o esnada diyetisyenime gelemeyeceğime dair özür mesajı atmayı da unutmadım.
Denizi kuşbakışı gören bir yerde durdu. Böyle bir yerin var olabilmesi hayal gibiydi; inanılmaz güzel gözüküyordu. Sol tarafta bir karavan vardı. Ama daha önce bu kadar büyüğünü görmemiştim. Burada kim yaşıyorsa çok şanslıydı. Nerdeyse akşam olmuştu, gökyüzü ise harika gözüküyordu. Ben havaya doğru bakarken Bora seslendi. "Sanırım acele etmeliyiz çünkü ben de açlıktan ölüyorum." Karavana doğru ilerliyordu. Nasıl yani, ben doğru mu anladım? Bu yer onun olamazdı, değil mi? Karavanın kapısını açtı; evet, onundu. Küçük adımlarla koşarak onu takip ettim ve içeri girdim. Klasik karavan gibi gözükse de içi küçük bir ev gibiydi. İhtiyaç olabilecek her şey düşünülmüştü. Ben her yeri incelemeye çalışırken o buzdolabının kapağını açtı.
"En hızlı tost yapabilirim, uyar mı?" dedi. Onayladım. Neden olmasın? Buzdolabı dolu olduğuna göre buraya sık sık geliyor olmalı diye düşündüm. Sucuk paketini eline aldığını görünce,
"Ben sucuk sevmem; bana eklemesen olur mu?" dedim. Bıraktı. "Hay hay, efendim ama sevmediğin çok şey var haberin olsun," dedi. Güllere atıf yapıyordu; güldüm. "Biraz öyle sayılır."
Her şey hazırdı. Dışarıda duran masaya taşıdık; manzarayı kaçırmak istemiyordum. Bana dolabından üşümemem için hırka getirdi. Tostlar soğumadan hızlıca yedik. Çok güzel olmuştu. "Elinin
bu kadar lezzetli olduğunu bilmiyordum."
"Emin ol, bu daha hiç bir şey," dedi, gülerek. Kendine çok güveniyor olmalı.
"Öyle mi? O zaman buraya gelenler çok şanslı; hem lezzetli yemekler hem de böyle bir manzara," dedim. Gerçekten gördüğüm güzel yerler içinde ilk 5'e girerdi.
"Buraya gelen tek şanslı sensin; bir de Oscar var tabi, onu unutmamak lazım."
"Oscar?"
"Köpeğim, Rottweiler cinsi; kendisi burayı çok sever."
"Kendisi çok haklı; sevilmeyecek gibi değil." İlk gelen kişi olduğum için şaşırmıştım. Yeni almış olabilirdi; bunu kendime yorup saçmalamama gerek yoktu. Hayattan aldığım en büyük derslerden biri de bu oldu; çünkü hayal kırıklığına uğramam kaçınılmaz oluyordu. Hem onu beni buraya getirme mecburiyetinde ben bırakmış olabilirim. Onu zor duruma sokmuş olabilirim. Düşüncelere dalmışken onun beni izlediğini fark etmedim. Telefondan saate baktım; 21.00, eve gitmem gerekiyordu. Kimseye haber vermemiştim.
"Benim artık eve gitmem gerekiyor," dedim.
"Doğru, bırakırım ben seni; bende eve geçeceğim zaten," dedi.
"Sen burada kalmıyor musun?"
"Hayır, kalmayı isterim ama benim de evde bulunmam gereken durumlar var. Arada gün içinde uğruyorum." Bu durumla Can arasında bir ilişki olduğuna eminim ama sorgulamak için yeterince zamanım yoktu. Kafamı sallamakla yetindim. "Sen arabaya geç, geliyorum." Arabaya geçtim; o da karavanı kilitledi ve geldi. Üzerimdekini inerken vermeyi kendime hatırlattım.
Artık otoyola çıkmıştık; radyoda en sevdiğim şarkı çalıyordu: Drown. Çok hızlı gitmiyorduk. İleride küçük hareketli bir karartı gördüm. Bora da fark etmiş olacak ki aniden direksiyonu kırdı... ======================= Destekleriniz için şimdiden çok teşekkür ediyorum. Umarım hayattan bir parçayı hikayede hissedebiliyorsunuzdur.
---
|
0% |