Yeni Üyelik
68.
Bölüm

21. "Türkiye'm"

@rubamsalepe

Yorum ve beğenilerinizi bekliyorum, beni rubamsalepe hesabımdan (instagram, tiktok, wattpad) takip edebilirsiniz.

Bölüm müziklerini siz bırakmak ister misiniz? Tam buraya bırakın da hep beraber nasiplenelim😄

İyi okumalar❤️

♟️

Üsteğmen timi biraz daha eğitimden geçirip ara vermiş ardından da toplantı odasına geçmişti. Yedi asker de gözlerini komutanına dikmiş onun diyeceklerini bekliyordu. Arkadaki asker bilgisayardaki görüntüyü duvara yansıttı.

"Evet tim, istihbarat görevimizin sonuna yaklaştığını söylemiştim. Siz eğitimdeyken elimize önemli bir bilgi geldi. Murat'ın gönderdiği habere göre Berzan Avrupa'nın önemli başkentlerinden birinde yapılacak yardım gecesine katılacakmış. Orada finansal desteği bizzat alacağını düşünüyoruz, bu gece de bir paravan olacak onun için hem de kamuoyuna ben terörist değilim yardımsever biriyim efekti verecek."

"Orospu çocuğu, götüne el bombası tıktığımın piçi." Sessizce söylese de herkes duymuştu, hassasiyetini bildiklerinden sesini çıkartmamışlardı.

"Biz o yardım gecesine gidip o parayı alacağız, muhtemelen elmasla ödeme yapılır daha hafif ve pahalı olduğu için. O sırada da istihbarat kişi tespiti yapacak, muhtemelen finansçı orada olacak ama başkasının eliyle verilecek. O kişiyi de alacağız sonra tüm olayı istihbarata devrediyoruz bundan sonrası teknik takip ve tespit. Sonucu hemen öğrenir miyiz yeni görevimiz sırasında mı öğreniriz bilmiyorum, eğer ki dediklerimden biri bile doğru çıkarsa Berzan'la işimiz bitti demektir."

Şu son cümleyi söylediği için o kadar mutluydu ki, karşısındaki kadın da en az onun kadar mutluydu, gözlerinin içi gülüyordu, ikisi de sonunda be diyordu içinden. "Çok şükür komutanım, kurtulduk."

"Kurtulduk Demir, dedim sana biter diye bak bitti." Gözleri gibi yüzü de gülmeye başladı kadının, son bir savaş daha vardı sonra sonsuza kadar o beladan kurtulacaktı.

"O kadar uğraşmamıza rağmen görevi bizden aldılar mı?" Haklı bir soruydu teğmeninki, madem alacaklardı en başında neden sivil istihbarat bizzat çalışmamıştı da askeri istihbarat kullanılmıştı? "Güzel soru, bana kalırsa üstler tarafından test edilmiş olduk. Testin sonuna da gelince tam anlamıyla kendi işimize dönmemiz istendi. Kolsuz kod adlı finansçıyı yakalasak bile mallarına o ülkede el koyamayız o olmasa vasisi devam eder bu işe. O meseleyi çözecek kişiler onlar, bizim o teknik boyutu halledemeyeceğimiz baştan belliydi. Daha açık konuşmak gerekirse Azra bomba imhası yapmıyor, Orhan da keskin nişancılık yapmıyor, yeri gelince el atsalar bile görevleri bu değil birbirlerine devrediyorlar bu işleri öyle düşün."

Azra'nın görevi sıhiyyelik değildi ancak üsteğmeni sanki kırk yıllık sıhiyyeci gibi kurtarmıştı. Bu kıza öyle bir minnet duyuyordu ki bedeli ödenecek olsaydı ülkedeki tüm altın rezervi bile karşılayamazdı bunu.

"Anladım komutanım." Tim ikna olmuşa benziyordu, o görevin sonucu elbet onlara ulaşacaktı ancak gidip bilgisayardan kamera takibi ya da kişi analizi yapamazlardı, neticede onlar askerlerdi.

Tek tek yüzlerine baktı, biraz uzun bir bakıştı kafasında hepsine birer karakter biçiyordu, işini bilen bir komutandı. "İçeride istihbarattan elemanlar olacak ve kameralar izlenecek, bize haber geçecekler herhangi bir durumda haberiniz olsun."

"Anlaşıldı komutanım."

Üsteğmen ayrıntılı stratejik planı oraya vardıklarında anlatacaktı, o zamana kadar istihbarat planı netleştirirdi zaten. "Sorusu olan yoksa evlerinize dağılabilirsiniz yarın sabah yola çıkıyoruz, akşamına da operasyon var." Eliyle gidebilirsiniz dercesine kapıyı gösterdi, içeride ekrana yansıtma işini yapan asker dahil olmak üzere herkes sırayla çıkıyordu ancak tek bir kişi ağırdan alıyordu bunu. Azra yavaş yavaş ayaklanmıştı, herkesin çıkmasını bekliyordu ama anlaşılmak da istemiyordu.

En son Fırat çıkmıştı, yavaşça kapıyı örtüp yalnız kalmışlardı. Burada kamera da yoktu, kendilerine çok kısa bir an ayırabilirlerdi. Evet şimdi beraber eve geçeceklerdi ama söyleyeceklerini bekletmek istememişti.

"Azra'm," diyerek başının arkasından kollarını geçirip göğsüne bastırdı, operasyona çıkacakları için verdiği küçük bir teselliydi bu, o herifle son bir kez daha karşılaşmak zorundalardı. "Son bir adımımız kaldı bitecek her şey." Parmaklarını gezdirdiği siyah saçlarına bir öpücük kondurdu.

"Elimi tutup beni kenara mı fırlattınız?" Adam dudaklarını içeri kıvırıp gözlerini sıkıca kapattı aha şimdi sıçtık demekti bu, onca şeye değil de gelip oraya takılı kalmıştı. Üsteğmeni itikleyip ayırdı bedenlerini ama adamın elleri hâlâ üzerindeydi. "İşimiz ya bu, karıştırmasana işimizle aşkımızı."

"Aynı şey mi?"

"Sabah sen söyledin, kızdın bana."

"Komutanım!" Başları birbirine yakındı, iki keçi yine aynı köprüye çıkmış kavga ediyordu. "Demir Leydi'm." Süt dökmüş kedi gibi davranan iki yıldızlı asker olur muydu diye düşünürdü, oluyordu işte bu da örneğiydi. "Ben o hamlenin cezasını fena keserim ama."

Aralarındaki mesafe yeterince nefesini kesmemiş gibi üzerine bir de ceza kesmesi söz konusuydu. "Kessene, nasıl kesiyormuşsun?" Azra bu defa parmak uçlarına kalkmaya çalışmadı, aksine üsteğmen ona doğru eğilmişti.

Adamın yanağını avuçlamayı düşünse de yapmadı, dudaklarını iyice yaklaştırdı onlarınkine, gözleri hâlâ ela gözlerine bakarken adeta meydan okuyordu. Üsteğmen denemelerinin boşa çıkmasının üzerine böyle bir hâle gelince iyice heyecanlanmıştı, sertçe yutkundu başını biraz daha yaklaştırınca Azra dudaklarını onun dudağının bittiği noktadan sürterek yanağına doğru bir çizgi çekti. Dudakları birbirine değmese bile ortalık alev almıştı, öyle bir sıcaklık vardı ki masadaki bardağın içindeki su bile buharlaşmıştı.

"Böyle kesiyorum komutanım," diye fısıldadı kulağına. Onun döndüğü tarafa döndü, belki boşluktan yararlanıp bir öpücük koparabilirdi ancak Azra adamın dudaklarına parmaklarını koyunca bunu yapamadı. "Ne oldu sustunuz, daha öpmedim bile."

Sadece yanağına doğru dudaklarını değdirmesi onu bu hâle getirdiyse öpse kim bilir neler olurdu. "Öpmeyeceğim, cezanız bu." Kara gözleri öyle meydan okuyordu ki karşısında komutan mı sevdiği adam mı vardı hiç umurunda değildi. Mete bu meydan okumaya ayrı âşıktı, öpememenin hüsranı ile bu bakışlara duyduğu hayranlığı aynı anda barındırıyordu içinde.

"Senden korkulur beni bir günde ne hâle getirdin."

"Ben olsam ben de korkardım. Şimdi müsaadenizle gideceğim." Üsteğmen kapının önünden çekildi ve geçmesine müsaade etti. Sırtını kapıya yaslayıp derin derin nefes almaya başladı. Nasıl 5 sene hiç duygusu yokmuş gibi davranmıştı, başarmıştı da, şimdi nasıl olmuştu da kendisini tutamıyordu? Dizginlerini sımsıkı tutup birden salıvermişti ama bir günde bunları yaşayarak ileri gittiğini düşünmüyordu, aksine bunlar geç kalınmışlıklardı, bastırılmış duygulardı. Gözlerini saatine çevirdi, geç olmadan halletmesi gereken işler vardı, masaya oturup dosyayı incelemeye başladı.

Azra ise üzerini değiştirmiş, gitmek için dışarıya atmıştı kendisini. Biraz ilerledikten sonra bahçede tek başına oturan Göktürk'ü gördü, konuşmak için güzel bir andı, yanına gidip konuşmak istedi. Hızlı adımlarla yanına ulaşıp banka oturdu ve kolunu omzuna attı.

"Ne yapıyorsun bir başına burada Sayaç?" Ciddi konuşacaklarını hissettiğinden yiğido falan da dememişti, diksiyonuna özen gösterdi.

"Öyle biraz hava alayım sonra eve geçerim dedim komutanım."

"Al, al tabii al da çok düşünceli gördüm seni. Konuşmak istersen buradayım." Göktürk gözlerini çevirdi kadına, buruk bir tebessüm yerleştirdi yüzüne. "Sanırım komutanım olarak olmayacak bu konuşma."

Azra başını salladı bir yandan da sırtını sıvazladı ardından kolunu geriye çekti. "Yengen olarak da burada değilim canını emanet edebilecek kadar samimi olduğun bir dostun olarak düşün." Aslında tam da öyleydi, canını emanet ettiği insanlara sırrını, duygularını mı emanet edemeyeceklerdi? "Eyvallah komutanım." Başını etraflarını sanki bir paravan gibi çevreleyen ağaç gövdelerine çevirdi. Gözleri her zamankinden daha farklı bakıyordu, hüzün yatıyordu derininde.

"10 yaşındaydım, doğuda küçük bir köyde yaşıyorduk. Annemle babam bir köy okulunda görevlendirilince oraya gitmiştik Bursa'dan. Çok güzel bir köydü, uzak ve küçük olmasına rağmen insanını çok sevmiştim. Çocuklarla her gün oynardık hatta koyunların peşinden koştururduk kovalardık onları. Güzel günlerdi, hayatımın en güzel günlerini orada geçireceğimi düşünürdüm ama en kötü günlerimin orada geçeceğini bilemedim ben."

Göktürk gözlerini kapadı bu defa birbirine kapadığı ellerine doğru eğdi başını, anlattığından ciddi bir şekilde etkilendiği belliydi.

"Kötü hissediyorsan konuşmayabiliriz." Başını iki yana sallayıp tekrar boşluğa çevirdi gözlerini. "Bir gün oyundan gelmiştim ama nasıl güzel eğlenmiştim hâlâ hatırlarım. Annem eve çağırdı terlediğim için hasta olmamdan endişelenmişti. Akşam üstüydü, alacakaranlık girmiş ama kapı önünde oynamaya devam ediyorduk. Gittim içeriye, annem temiz kıyafetler getirdi. Sonra bir ses duydum kapıyı kırarcasına vuruyorlar. Annem hemen saklanmamı söyledi, bir divan vardı hemen altına girdim, paspası da üzerime örttüm. Bunu daha önce oyunmuş gibi anlatmıştı bana. Eve birileri gelirse sana saklan dersem buraya saklanacaksın, sonra onlar gittiğinde ben seni bulup sobeleyeceğim demişti. Ben hâlâ annemin beni sobelemesini bekliyorum komutanım."

Göktürk paramparça halde bunu anlatırken gözleri boş bakıyordu; özlem, öfke, yorgunluk her şey saklıydı içinde bir yerlerde. Azra da son cümleye dayanamamış bir damla gözyaşını serbest bırakmıştı, askerinin görmemesi için hemen sildi parmak uçlarıyla.

"Meğer teröristler tehdit etmiş bunları gideceksiniz diye, annemle babam da bizsiz ülkenin geleceği olur ama bu çocukların eğitimi olmadan olmaz deyip tayin istememişler. Köy halkını bilinçlendirmişler, çocukların eğitiminin önemini anlatmışlar. İstemediler onları, gözlerimin önünde kanlar içinde yere yığıldıklarını gördüm. Annem gözleri açık gitti, bana bakıyordu. O cesur kadın ilk defa korkmuştu o da can korkusu değil evladına bir şey olur mu korkusuydu. Babam birkaç dakika daha fazla yaşadı, sürünerek yanıma geldi sırtını döndü bana, teröristler beni ararken bulamasınlar diye. Paspası yandan görülebilecek tarafıma çektim, önümü babam kalan iki yanımı da duvar kapatıyordu. Bulamadılar beni, evden çıkıp gittiler. O gün korkudan titremedim hiç, annemin o gözlerini gördükten sonra, babamın bana doğru sürünürkenki acılı yüzünü gördükten sonra bir an dahi olsun korkmadım. Ağladım ama korkmadım hiç, eğilip annemin açıkta kalan mavi gözlerini kapadım. İkisine de sıkı sıkı sarıldım bir daha sarılamayacağımı anlamıştım. O uğursuz rakam, o kadar kurşun yemişlerdi, o uğursuz rakamın iki katı kadar kişi gelmişlerdi, saatin akrebi tam o uğursuz rakamının üzerindeydi. En az anneme kıyan teröristlerden nefret ettiğim kadar nefret ettim o rakamdan. Çok zorunda kalmadıkça söylemedim de. Annem ve babam hiç aklımdan çıkmadı benim ama o sayılar yaramı deşiyor benim."

Ne denilebilirdi ki bunun için, Azra'nın dili tutuldu, bunun altından böyle bir şeyin çıkacağını asla düşünmemişti. Sımsıkı sarıldı, sanki kardeşine sarılıyormuş gibiydi, bir abla erkek kardeşine destek veriyordu, geç kalınmış bir teselli de olsa Göktürk kendini yalnız hissetmemişti.

Anne babasının şehit edilmesinin üzerine ninesinin yanına verilmiş onunla büyümüştü Sayaç. En başta intikam istiyordu sonra o kişileri bulmakla yetinmeyip herkesle savaşabileceğini öğrendi, asker olabilirdi, o zaman da başka çocuklar böyle şeyler yaşamazdı, anneler gözü açık babalar da acılı gitmezdi.

"Başın sağ olsun."

"Vatan sağ olsun komutanım, Türkiye'm ve büyük Türkistan var olsun."

"Biz bir aileyiz biliyorsun değil mi, sen yalnız değilsin biz varız." Başını aşağı yukarı salladı, ayakta dik durabiliyorsa onlar sayesindeydi zaten. "Siz olmasanız yapamazdım zaten, asker ocağı benim için baba ocağı oldu. Biz gerçekten aileyiz."

Ağlamadı Göktürk, gözleri dolmuştu ancak tuttu kendisini, geri çekti kendini. "Benim işim vardı müsaadenizle."

"Müsaade senin Göktürk."

Göktürk giderken Azra da o gidince saldı gözyaşını, bir sayıydı sadece 7 ama altında neler neler yatıyordu. 7 kurşun, 14 terörist yatıyordu, iki de şehit...

Bu hikayeyi duyduktan sonra kendisinden utandı, aşk acısı neydi ki onca sene kendisini üzüp yıpratmıştı. Halbuki ailesi vardı, sevdikleri yanındaydı en önemlisi vatanı vardı, bencillik ettiğini düşündü.

Omzunda bir el hissedince başını o tarafa çevirdi, o el sonra beline indi. Üsteğmen kenardan ikisini izlemiş bölmek de istememişti. İkisinin sarılması içini ısıtmıştı, kardeşim dediği adamı sevdiği kadının kardeşi gibi bağrına basmasını hayal bile edememişti daha önce. "Herkesin derinlerde yarası vardır Azra'm, bizim sevdamız yaramızdı, onun ailesi yara. Önemli olan eksiklikleri beraber sarabilmek." Kızın gözyaşlarını silip kendisine çevirdi onu, başkalarının görüp görmemesini umursamadı, bilmesi gereken kişiler biliyordu zaten.

"Ben de bir tek benimki acı sanıyordum. Kendimden utandım."

"Aşksız hayat yürümez ki, biz o acıları çekmeseydik şimdi böyle olabilir miydik?" Kıyaslanamazdı elbette ancak kendi acısını da görmezden gelmemeliydi, üsteğmen de çok acı çekmişti sadece belli etmemişti.

"Ben konuşmasaydım böyle olamazdık bence." Konuşmayı başka yere çekmeyi başarmıştı adam, buradan yürürse gözyaşları tamamen dinerdi. "Olmazdık ama, aması var işte. Beraber değil miyiz şimdi? Ben bu eli bir kere tuttum Azra'm, bırakmam için elimin kopması lazım."

Gözyaşlarını sildi kadın, elalarına sabitledi usulca. "Benim önce aklımla düşünmem lazım ama fark ettim ki artık aklım gönlümle başa çıkamıyor." Sözleri onca yılı öyle güzel telafi ediyordu ki, az önce ağlarken şimdi yüzüne tebessümü yerleştirebiliyordu.

"Ne güzel seviyorsun öyle, buna değer miyim bilmiyorum; güzel değilim, ağzım bozuk, kötü alışkanlıklarım var."

"Sen Leyla'yı bir de benim gözümden gör." Parmak uçlarını zülüflerine götürdü. "Bir siyah zülfüne bile vurulabilirdim ben, o huzur dolu gülümsemene de vurulabilirdim." Neye âşık olduğunu söylememişti, ihtimallerden bahsediyordu, bu da kızı daha da meraklandırdı.

"Ben senin her bir zerreni sevdim, ilk nasıl sevdim ne zaman sevdim kalbime ne ara düştün bilmiyorum ama aklıma ilk defa beni kurtardığın gün düştün. Azra yüzün dünyanın en çirkin yüzü bile olsaydı ki en güzeli, o kara gözlere baktıktan sonra ben başka bir göze bakamazdım, ben yine dönüp seni severdim." Azra öyle aşırı güzel olmadığının farkındaydı ama bu açıklama onu tatmin etmişti. Gerçekten Mecnun'un gözündeki Leyla'ydı.

"Ben de öyleyim, o günden sonra başka biri oldum. Kırk yılın başında o piçler bir işe yaradı."

Küfrüne gülümsedi adam, o gülümseyince Azra da gülümsedi. Gözyaşı dinmiş karşısındaki adamın muhabbetine salmıştı kendini. Üsteğmen kalkıp elini uzattı, kız da tutup ayağı kalktı, adamın koluna girdi.

"Şu senin Toros'u da beyaza mı boyatsak, tam istihbaratçı oluruz." İkisi birden güldü bu defa. "Elletmem Toros'umu ben." Beraber kırmızı Toros'a doğru yol aldılar.

♟️

Tim evlerine dağılıp yarın için istirahate geçmiş olsa da biri onların aksine dışarıdaydı. Teğmen annesinin peşine bu şekilde düşeceğini asla düşünmezdi, genelde komşuya gider ya da karargaha baskın yapardı. Kiracısı taşındığından beri görevde olmadığı süre boyunca annesi bu kıza uyup yapmadığı şeyler yapıyordu. Şimdi de kalkmış onunla beraber antrenmana gitmişti. Teğmen annesini arayıp ulaşamayınca telaşlanmış sonra aklına Miray gelmişti, Türkmen Kızı yazısına tıklayıp aramış, onunla beraber olduğu haberini alınca önce rahatlamış sonra da sinirlenmişti. En sonunda da kendisini Demir Sancak Spor Sarayı'nda bulmuştu.

İçeriye girdiğinde annesini antrenör koltuğunda otururken Miray'ı da onun karşısında parmak ucunda top çevirirken gördü. Önce annesinin yanına gitti, Miray'la göz göze gelse bile bir şey söylemedi.

"Anneciğim insan bir mesaj bırakır ne kadar merak ettim biliyor musun?"

"Ben de sen gidince merak ediyorum, ödeşmiş olduk." Oğlunun başını okşayıp gülümsedi kadın. "Ah be annem, birdiniz iki oldunuz." Kendisine yardımcı olacağını düşündüğü kızı kiracısı yapmıştı ancak daha çok sorun çıkartıyordu, bir de onunla uğraşmak zorunda kalıyordu.

"Oynamaya falan kalkmadın değil mi?" Kadın başını iki yana salladı. "Hoca gitmeden olmazmış, şimdi gidiyor artık istersem oynayabilirim."

"Yok sen otur oynama, hiç gerek yok izle güzel güzel." Annesinin kolunu okşayıp ayağı kalktı, Miray'la göz gözelerdi. Onun misafiri olduğunu bildiklerinden kimse de saha kenarından dışarıya çıkarmamıştı.

Miray'ın yanına gidip kolundan tuttu ve daha sakin bir köşeye götürdü onu, hiç olmazsa annesinden uzaktı, sesin yankısını da hesaba katarak tonunu iyice indirdi.

"Benimle zorun ne Türkmen kızı, kalbime inecekti bir mesaj atmak bu kadar zor olmamalı." Miray kolundaki ele bakınca adam geri çekildi. "Panik yapacağını düşünemedim ben teğmen, bir dahakine yazarım Nesrin Teyze çok mutlu."

Adam parmağını havaya kaldırdı dediklerine dikkat etmesini söyler gibiydi. "Toplum içindeyiz." Teğmen dememesi gerektiğini belirtince "Hakan," dedi bu defa.

"Mutlu olduğunu ben de görüyorum ama habersizce gitmesini onaylamıyorum. Bir de gelmesem top oynardınız herhalde, gerçekten birdiniz iki oldunuz siz. Gelip bir de seninle uğraşıyorum."

Bu defa parmağını havaya kaldıran Miray'dı, havada sallayıp adamın göğsüne dayadı. "Top değil voleybol!" Çattığı kaşlarıyla korkutucu gözükse de aralarındaki uçurum boy farkı onun bu özelliğini birazcık hafifletiyordu. "Ve annen benimle mutlu, ben de onunla mutluyum. Bir de şunu o aklına kazı ona zarar gelecek bir şeyi yaptırmam, başına yürürken bile bir şey gelebilir beni suçlayamazsın."

Sonuna kadar haklıydı ancak teğmen yine de annesinin evde durup kendisini Miray'ın getirdiği tehlikelerden uzak tutmasını istiyordu.

"Ben tedbir alıyorum!"

"Ben almıyor muyum?" Öfkeli gözlerini bacağına çarpan topla yan tarafa çevirdi, birisinin smacından sonra top ona doğru sekmiş sonra da sekip durmuştu. Topu yerden alıp kolunun altına sıkıştırdı.

"Bak ruh sağlığımın güçlü olması gerekiyor yakında dünya çapında bir kupa maçım var bu sahada ve sen beni düşürüyorsun böyle esip gürleyerek." Adama biraz yaklaştı ancak boy farkından kulağına yetişemedi. Olabildiğince kısık bir seste "Sen nasıl o bayrağa hizmet ediyorsan ben de ediyorum, senin gibi ben de savaşıyorum. Bırak da güçlü bir şekilde savaşabileyim Hakan," dedi.

Gözleriyle kızı süzdü bu defa, elinde top üzerinde kırmızı antrenman forması vardı, kaşları çatıktı ve dimdik durup ona bakıyordu, yakınına geldiğinden birazcık başını yukarı kaldırmıştı sadece.

Hakan bu sözleri tarttı aklıyla, evet hata etmişti kız ancak kendisi de üzerine çok gelmişti. Annesi kaçıp gideceğine onun peşine takılıyor hatta güzel vakit geçiriyordu. Kendi hislerini annesininmiş gibi öne süremezdi, annesine de saygı duymalıydı ve karşısındaki kıza da.

"Haklısın, fazla ileri gittim. Bayrağa hizmet ettiğinden asla şüphem yok bunu bana önceki maçta gösterdin zaten. Lig maçı için böyle savaşan biri bayrağı için neleri yapmaz." Özür dileyememişti her zamanki gibi, böyle açıklamalar yaparak pişmanlığını göstermeye çalıştı.

"Özür mü dilemeye çalışıyorsun?" Hakan bir tepki vermedi. "Kimden ne bekliyorsam." Adamın önünden çekilip kolunun altına sıkıştırdığı topu iki elinin arasına aldı ve kenar çizgisine gitti, topu havaya atıp adımladı. Çok sert bir smaçtı bu, filenin arkasında duran top sepetine denk geldiğinde sepet yere devrildi ve toplar yerlere saçıldı. Bu kızgınlığının boyutunu gösteriyordu, ardına bile bakmamış durduğu yerde dağılan toplara bakmıştı. Sonra bir tane topun üzerinden geçip diğer topların yanına düştüğünü gördü, arkasındaki servis kullanan teğmendi. Sahada onlar dışındaki kişiler dağılmıştı, o ana kadar ikisi de bunu fark edememişti.

"Kupa maçıysa finale yükselen takım güçlü olmalı, öyle mi?" Miray başını salladı ona dönerek. "Çok sert smaçları var, servisleri de etkili."

"Sert smaçları varsa bir erkek gücü manşet antrenmanı için iyi olabilir." Özür dilememişti ancak böyle özür diliyordu. Miray çatık kaşlarını düzeltmiş dudaklarını da belli belirsiz kenara kıvırmışı.

"Antrenman beni yormamıştı bir yarım saat daha devam edebilirim sanki." Hakan gidip Miray'ın dağıttığı topları topladı ardından bir tanesini eline alıp sektirmeye başladı.

"Oğlum sert vurma kızıma yavaş ol." İnşallah birbirinizin ağzına verirsiniz diyen teyzeden hallice olan annesine döndü. "Ona bir şey olmaz annem, merak etme." Miray'ı bu kadar kısa sürede kendi kızı gibi benimsemişti, ilaçlarını aldığı sürece şehit oğlu Çağrı'nın yokluğunun farkına varıyordu, Hakan da yanında olmayınca Miray'ın üzerine düşmüştü bu defa, annelik içgüdüleri herkesi kollayabilirdi.

Miray dizliklerini düzeltti önce, ardından kollarını birleştirip pozisyon aldı. Hakan önce etrafa baktı, kimseler kalmamıştı.

"Her manşete bir tekrar." deyip topu havaya attı ve sert bir smaç vurdu "Ne," derken Miray da manşet aldı, sert smacı kolaylıkla karşıladı sonra da adamı tekrar etti. "Ne."

Karşıladığı topu manşet aldı teğmen, ardından yükselen topa bir smaç daha vurdu. "Mutlu." Miray öncekinden daha sert gelen bu smacı da karşıladı. "Mutlu."

Top Hakan'ın biraz gerisine gidince koşup yetişti ve parmak pası attı havaya ardından Miray'ın aksi yönüne bir smaç daha vurdu. "Türk'üm." Türkmen kızı yana doğru koştu ve bu defa manşetiyle değil de yumruğuyla karşıladı topu, "Türk'üm." derken top teğmenin ayaklarına doğru geldi, bu defa ayağıyla karşıladı ve yükseltti sonra da kendisine yakın bir alana smaç vurdu. "Diyene." Miray kendisini yere atıp kolunu uzattı, eli topun altına girdiğinden top zemine temas etmemişti, bunu da çıkarmıştı aynı liberolar gibi. "Diyene," derken dizlerinin üzerinde kalktı sonra da ısınma hareketi olarak birkaç kere sağa sola döndürdü bedenini.

"Elin ağırmış."

"Öyledir, patakladıklarımın vay haline." Kız ayağı kalkıp yerdeki topu eline aldı ve havaya atıp sert bir smaç vurdu teğmene doğru. Teğmen reflekse adımlayıp omzuyla karşıladı topu, sonra dizinde sektirdi sonra da ayağının altına aldı. "Seninkinin de benimkinden aşağı kalır yanı yok."

"Bir Kalyoncu kolay yetişmiyor teğmen."

Ayağının altındaki topu sepete doğru yolladı adam, kıza doğru yaklaştı. "Türkmen kızı, o kupayı kazanacaksın inanıyorum. Ben de, biz de burada olacağız, biz olamasak annem olacak."

Yıktıklarını bir nebze tamir edebilmişti teğmen, Miray'ın ruh hali daha iyi olmuş hatta Hakan'ın yarım saatlik sert smaçlarını manşet alma işlemi de ona fayda sağlamıştı.

"İnşallah."

"Ben bir süre burada olmayacağım, ona iyi bak olur mu?"

"Şimdi mi gidiyorsun teğmen?" Başını iki yana salladı. "Yarın." Bu adamı daha fazla yormaması lazımdı, bunu anlayınca da ona göre tavır aldı. "O zaman iyi görevler sana, eve geç de dinlen benim biraz daha işim var burada. Hem annenle de vakit geçirirsin."

"İşin varsa beklemiyorum o zaman geçiyorum ben. Biraz daha durursam orada oturan çocuk top peşinde koşacak ve eve götüremeyeceğim asla. Görüşürüz madem."

"Görüşürüz."

♟️

Tim güne erken uyanmış, valizlerini hazırlayıp karargaha geçmişti. Orası ortak buluşma alanlarıydı, uçağa da oradan geçip güvenli şekilde kimlikleri açığa çıkmadan yolculuk edeceklerdi. Avrupa'nın göbeğindeki yardım gecesinde Eliza Oliver ve Sergio Vivaldi olarak katılacaklardı, öyle herkesle vakit geçirecek değillerdi sadece Berzan'la olup etrafı inceleseler ve planı yerine getirseler yeterliydi.

Uçuş güvenli bir şekilde sona ermişti, Azra ve Mete de diğerlerinden ayrı bir şekilde yürüyüp güvenli eve ulaşmışlardı. İkisi yalnızdı ama diğerlerinin gelmesi an meselesiydi, geldikleri gibi planların üzerinden geçilecek sonra da hazırlanılacaktı. Daha saat erken olduğundan biraz ağırdan alabilirlerdi.

Valizleri odaya yerleştirip salondaki koltuğa attılar kendilerini. "Azra'm, bu gece için sevgilin olarak kafayı yemek üzere olsam da komutanın olarak soğuk kanlı olmam gerekiyor ve ben de öyle olmayı seçtim. Yine de çok güzel olma olur mu?" Son sözünden sonra Üsteğmen Mete olarak konuşacaktı, bunu demese ölebilirdi.

"Ben güzel olmuyorum aslında sen güzel görüyorsun." Üsteğmen parmaklarını kızın siyah zülüflerine geçirdi ve oynamaya başladı. "Bu geceden sonra her şey bitmiş olacak, biz özgür olacağız. Sen Bora-12'ye kavuşacaksın, ben timime kavuşacağım." Bu defa kaşlarını çattı, tüfeği bile öpmüştü de onu öpmemişti. Azra parmaklarını adamın alnındaki damarda gezdirdi. "Neye kızdın yine?"

"Bora'dan kıskanıyorum seni galiba." Kızın zülüflerini kulağının arkasına sıkıştırdı. Azra gülmeye başladı ve başını boynuna yerleştirip elleriyle de bedenini sardı. "Tüfeğimin yeri başka senin yerin başka." Kokusunu ciğerlerine doldurdu, şu kokunun vergisi olsa tüm parası ona giderdi.

Üsteğmen de kollarının arasına hapsetti kızı. Başını saçlarına doğru götürüp bir buse kondurdu.

"Bu gece o piçle yakınlaşmak zorunda kalacaksın, ikimiz için de zor bir sınav olacak, planda bir aksilik çıkmazsa bu gece her şey bitecek. Sen kendini her zaman korursun biliyorum ama ben de sana bir şey olmasına izin vermem. Kalbin nasıl bana emanetse canın da bana emanet."

"Biliyorum komutanım, siz de kendinize hakim olun. Kulaklıktan her şeyi işiteceksiniz ve o orospu çocuğuyla fazla erotik şey konuşacağız gibime geliyor." Yine hatları karıştırmış siz demişti. Kaşlarını çattı bu defa ama sebebi resmi konuşma tarzı değildi. "Orospunun yağlı fırlatması, la pezevenk bu iş bitsin seni kevgire çevirmeyen ne olsun?"

Bu teşbih üsteğmeni güldürdü, onun gülmesiyle beraber Azra da güldü. Hep birbirlerini dengeliyorlardı, böyle sürmesini umdu ikisi de, daha çok baştalardı. "Olacağım, olmak zorundayım. Senden önce..." Başını eğip önce yanağından sonra da alnından öptü. "Senden önce ben tim komutanıyım üsteğmen ile han olan Mete aralarına mesafe koymak zorunda. Kendimle nasıl mücadele ediyorum görüyorsun değil mi?"

Başını kaldırıp gözlerine baktı, başını salladı usulca. Öyle iyi görüyordu ki, sanki içinde bir savaş vardı ve iki tarafı da kontrol ediyordu, gözlerinden belliydi her şey. "Görüyorum."

"Mete'm." İlk defa aitlik ekiyle söylemişti, daha güzel bir şey işitmemişti adam, bundan iyisi yoktu. Dudaklarındaki tebessümün etkisiyle gözleri kısıldı ve birkaç çizgi belirdi şakaklarında. "Sen benim Türkiye'msin."

Seni seviyorum demenin bin bir türlü yolu vardı, sen benim her şeyimsin demenin de ama sen benim Türkiye'msin demek varlığının anlamı, uğruna yer şeyi yapabileceği, en büyük aşkı demekti. Ona aşkla bakan adamın gözleri doldu bir anda, kara gözlerine uzun uzun baktı. Saçlarının arasında parmakları gezdirdi. "Sen de benim Türkiye'msin."

Kadın parmaklarını kalan ömrünü bir çırpıda feda edebileceği yanağına götürdü. "Bu kadar duygulanacağını düşünemedim."

"Bu cümlenin benim için çok şey ifade ediyor. Elimde değil, ağlamadığıma dua et." Kadın bu defa adamın ellerini tuttu. "Ama bir gün bir seçim yapmak zorunda kalırsan ülkemizi seç olur mu?" Bunun cevabından asla şüphesi yoktu ancak dile getirmek istemişti. "Önce vatan, ay yıldızlı al bayrağım gökyüzünde dalgalanmadıktan sonra bizim yaşamamızın bir anlamı yok üsteğmenim, biz yaşamak için değil ülkemizi yaşatmak için buradayız."

"Önce vatanımız yaşasın sonra biz yaşayalım." Bir seçim yapılacaksa o vatan olmalıydı ancak gerekmedikçe de ölmeye gerek yoktu, birbirleri olmadan onca sene geçirmişlerdi, ikisi de erken ayrılmak istemezdi, daha birbirlerine doyacakları seneler vardı önlerinde.

"Sonra sana doyayım."

"Ben doyamam galiba, iki şeye doyulmazmış biri vatana biri de sevdaya." Yeniden saçlarıyla oynamaya başladı, bu defa istemsizce varmıştı eli, onca yıl kendini tutmasının sonucunda parmakları isteği dışında hareket ediyordu.

"Ne güzel sözmüş, kimin sözü?"

"Mete Han sözü, Demir dağı erittiğinde söylemiş." Azra gülerek başını salladı, onun doğrusu öyle değildi. "Sen yanlış biliyorsun, Demir dağı Mete Han eritmemiş, Demir onu görünce kendi kendine erimiş."

"Mete Han da erimiş içten içe, sonra dikili taşlara aşkını kazımış."

Tarih ne kadar katledilirse o kadar katledilmişti, demir dağı eritme olayı Ergenekon Destanı'nda geçiyordu ve yapan kişi Mete Han değildi. Mete Han'ın destanı ise Oğuz kağan Destanı'ydı, aşkını değil de tarihi taşlara kazıyan ise Bilge Kağan'dı.

"Ulu ağacın kavuğundan güzel bir hatun da gelirse ve ona gidersen sıkarım topuklarına, asla hedefim şaşmaz bilirsin."

"Onlardan yırtsam Çinli prensesler var, han olarak çok zor durumda bırakıyorsun beni." Sadece tarih bilgisi olanların anlayabileceği bu konuşma Azra'nın canını sıkacak gibiydi. Olmayan kızları kıskanıyordu, ciddi ciddi binlerce yıl öncesine gitmiş destanların arasında kaybolmuştu.

"Mete atalarıma saygım sonsuz da ağzına sıçarım ben senin ama. Sikerim prensesini, benimle aşık atabilir mi onlar?"

Olmayan insanları kıskanıyor olması gülümsemesine neden oldu adamın. Tarihte yaşasalardı muhtemelen boğdururdu Mete'yi, öyle bir havası vardı kızın. Güç her zaman avuçlarının içindeydi.

"Sen benim hikayemdeki Tomris Hatun'sun, tarihin ilk kadın Türk hükümdarı... Savaşçı güçlü kadın Tomris... Her şeyini kaybetmesine rağmen asla pes etmeyip savaşan ve güçlü Persleri yere seren o kadınsın. Benim kadınım da bir Tomris."

Azra'nın hikayesindeki Mete Türkiye'ydi, Mete'nin hikayesindeki Azra ise Tomris Hatun'du. İki farklı teşbih olsa da aynı şeyi söylüyorlardı aslında, en önemli neyse aşkları da oydu.

Benim kadınım...

Azra zihninde birkaç defa tekrar etti bu sözü, Volkan Konak'tan sonra kadınım kelimesini ilk defa böyle vurgulu duyuyordu ve ona söylenmişti. Midede kelebekler oluşurdu ya âşık olunca, Azra'nın midesinde Orhan'ın bombaları patlıyordu öyle hisler içerisindeydi.

Kara gözlerini ayırmadı adamdan, öyle derin bakıyordu ki Mete tam da o anda Medusa'ya bakmış gibi taşa dönüşebilirdi. İki kolunu boynuna sardı yavaşça, bu defa dudaklarına indirdi gözlerini.

"Hissediyorum."

"Neyi?" dedi adam, yutkununca adem elması hareketlendi. Bu kadar yakınlık onu keskin bir kılıcın üzerinde yürüyormuş gibi hissettiriyordu.

"Gelen var."

"Sıkalım kafalarına bitsin bu çile ya, gerçekten yıldım, hayatımıza dahil olan ya da olmayan herkes bölüm sonu canavarı olabilir mi ya?"

Üsteğmen sessizce söyledi bu sözleri. Kapının kilit sesini duyunca belindeki silahı çekip kapıya doğru tuttu. Azra da aynısını yapmış beklemeye başlamıştı. Tim olma ihtimali yüksekti ancak yine de tedbir almalılardı.

Kapı yavaşça açılınca Hakan belirdi karşılarında, ikisi de silahını indirip yerine koydu.

"Eh be Hakan, insan geldik diye haber verir burada ecel terleri döktük. Takip edilmeden geldiniz değil mi?"

Peşindeki adamları da içeriye girdi, ikişer olarak ayrılmış olsalar da aynı anda varmışlardı güvenli eve, hepsinin aynı anda girmesi bundandı.

"Edilmedik komutanım." Hakan karşısında oturan iki askere baktı, fazla yakınlardı, Mete bir ayağını altına almış diğerini aşağıya salmıştı, Azra da o boşluktan yararlanıp iyice yanına girmişti, kızın omzu adamın göğsüne yaslıydı, fazla samimi gözüküyorlardı.

Azra üzerindeki gözleri fark edince başını üsteğmene çevirdi, yakın mesafelerini algıladığında hemen ayağı kalktı. "Ben şu şeyleri şey edeyim hemen."

"Kaçma bir yere, herkes bir aradayken hemen toplantı yapalım. Su ve tuvalet ihtiyacınız yoksa hemen başlamak istiyorum." Timden ses çıkmayınca üsteğmen masaya geçti ve eliyle oturun işaretini verdi, masada bir kroki vardı onun dışında davetli listesi, davetiyeler ve davetlilerin fotoğrafları vardı.

Önce davetiyeleri askerlerinin önüne koydu sonra da fotoğrafları krokinin üzerine dizdi, şimdilik krokiyle işleri yoktu.

"Bu gördüğünüz yüzlerden biri Kolsuz. Evet biraz fazla olduğunu biliyorum hepsini tek tek değerlendirme işini istihbarat yapacak, amacımız ona bizi ulaştıracak kişiyi bulmak."

Fırat dikkatlice yüzlere baktı, çoğu iş adamı hayırsever kimliğiyle tanınıyordu. Demek ki o süsün arkasında azılı bir katil, düşman vardı.

"Ve böylelikle çok kişi de olsa belli bir çerçevemiz oldu, Kolsuz bunlardan biri."

Fırat gibi düşünüyordu diğerleri de. Hakan davetli listesini eline alıp incelemeye başladı.

"Elvan, Azra, siz ve Fırat abi davetli olarak gireceksiniz, bizler dış destek sağlayacağız demek ki."

Üsteğmen hafifçe başını salladı. "Eliza ve Sergio beraber girecek, Fırat Türkiye'den gelen diplomatımızla gelecek, Elvan da konsolosluğumuzla beraber gelecek."

"Ben genel güvenlikten sorumluyum, bir sorun olursa ayrılıp müdahale edeceğim, kenarda bekliyor olacağım." Fırat kendi görevini söyledikten sonra Elvan da anlatmaya başladı.

"Ben de Berzan ile temas sağlayan kişiyi bir şekilde kalabalıktan kaçıracağım."

Üsteğmen bu defa Hakan'a döndü. "Ben de binanın güvenlik personeli olacağım."

Göktürk, Orhan ve Enes kalmıştı geriye. Üçü de temizlik görevlisi ve garson olacaklardı. Böylece görev dağılımı tamamlanmıştı. Dışarıda onları birkaç noktada bekleyen birkaç araç olacaktı, ayrı ayrı ayrılacaklardı binadan, hepsinin birden aynı araca binmesi şüphe çekerdi. Araçlarda istihbarat görevlileri onları bekliyor olacaktı. Kademeli olarak çekildiklerinde her şey plana uygun giderse aracı olan kişi ele geçirilecek, görevleri de burada bitecekti. Sonunda da istihbarat kolsuzu ele geçirecek ve bir şekilde tüm mal varlığının kullanımını durduracaktı.

Gizlilik olayı onlar için önemliydi, kameramanlar istihbarat görevlisi olacağından yüzleri basına sızmayacaktı.

"Herkes saydı görevini, ben de sayayım madem. Maalesef bugün Berzan'ın orospusu olacağım(!)" Söylerken Azra'nın, duyarken de Mete'nin canı yandı. İleriye gitmesine asla izin vermeyecekti, Azra fazla endişeleniyordu ona göre.

"Dema oyle da, tobe estağfirullah ya. Ha bu kizin ağzi bozildi yine, ha bu niye boyle hiç bilmiyurum ben."

"Azra Astsubay'ı anlamak için Ankara dili kültürü ve edebiyatı okumuş bir arkadaştan eğitim almamız lazım bence komutanım."

Enes Göktürk'ün kolunu dürttü, yine başlayacaktı felaket tellallığına. "Lan devrem sussana bak eğitim falan çıkar başımıza, koşu falan kilitlerler hiç gerek yok."

"Ankara dili kültürü ve edebiyatı öyle mi Göktürk? Siz ikiniz hatırlatın dönünce şınav çekeceksiniz." Dudağının bir kenarını kıvırdı, kaşlarını kaldırıp ikisine baktı Azra. Asker şınavı normal şınava benzemezdi, belki yarım saat boyunca çekilen şınavlar bir sayılırdı, bunu yaptırmayacak olsa da gözlerinin korkması hoşuna gitmişti. Bunlar hiç akıllanmayacak galiba.

"Allah cezanı versin kardeşim. Gerçekten bıktım senden. Şu çenen çıksın artık."

"Ben de bıktım devrem, ağzıma sıçayım ya."

Üsteğmen elini yavaşça dikkat çekmek için masaya vurdu. Bu defa herkes ona döndü.

"Sancak Timi, herkes görevini çok iyi biliyor. Ben de sizi iyi biliyorum. Bu iş bugün bitecek ve biz Ankara'ya geri döneceğiz."

Ben size inanıyorum, en çok size inanıyorum.

Azra ve Elvan müsaade istedi, hazırlanmaları uzun sürecekti. Erkekler bir takım elbiseyle gideceklerdi, kıyafetleri ütülü şekilde asılıydı. Zor olan kızların giyinmesiydi.

Odanın kapısından içeri girecekleri sırada üsteğmen kolundan tutup kenara doğru çekti. O sırada tim kendi arasında konuşuyordu, kimse onları fark etmemişti, Elvan da ses çıkarmayıp kapıyı örtmüştü onları rahatsız etmemek için.

"Salsana beni görecekler."

"Görsünler."

Kolunu üsteğmenden kurtardı, yüzünde yakalanacak olmanın gerginliği olsa da tebessüm etmeden duramadı. "Komutanım!"

"Saçlarını ben yapayım mı diyecektim."

O güne gitti Azra, parmaklarını saçlarında gezdirdiği gün daha dün gibiydi. Yaşarken nefesi kesilmişti, nefessiz bir şekilde de yaşanabileceğini o gün öğrenmişti.

"Elvan yapacak, yalnız değiliz Mete Üsteğmen."

Mete sevgilisinin yanağına bir öpücük bırakıp hemen geri çekildi, han olan Mete an olarak gitmiş bu öpücük sonrası Üsteğmen Mete gelmişti.

"Peki o halde astsubayım, bir şeye ihtiyacın olursa ben buradayım."

"Emredersiniz, ben gireyim içeriye artık." Üsteğmen başını sallayınca içeriye girdi kendini tutarak, o her şeyi mükemmel adamın böyle bir yönü de vardı demek ki, etrafında pır pır dönüyor, ondan ayrılmak istemiyordu.

Elvan'la göz göze gelince ciddiyetini takındı yeniden. Hemcinsi de olsa canını emanet de etse oturup anlatamazdı ona olan biteni. Sivilleri çekip Türkmen kızına giderek olanları ona anlatmayı iple çekiyordu. İçinde tutmak zor oluyordu çünkü.

"Komutanım elbisenizi gördüm, maşa yapalım size. Kulaklık olmayan kulağınızın arkasına da saçınızı sıkıştırırız efsane olur."

Azra aynada kendisine baktı, birazdan dönüşüm geçirecekti. O hâliyle kendisine kör kütük bağlanmış bir adam vardı, hâlâ inanamıyordu. Demek ki gerçekten iş güzellikte değildi. O gün o ip ikisini de birbirine bağlamıştı.

"Elvan şuraya otururum ama benim saç makyaj toplam 30 dakikada bitecek. Yoksa senin kafana paraşüt bağlayıp uçurumdan atarım."

"30 az değil mi ama?"

"Emir mi sorguluyorsun Çağlar?" Bunu ciddi ciddi söylemediğini biliyordu. Kız gülümseyerek başını iki yana salladı.

"30 dakika, tamamdır."

Azra sandalyeye oturup yüzünü Elvan'a döndü. Makyaj malzemeleri kenarda hazırdı. Bordo ağırlıklı makyaj yapacaktı. Dudaklara bordo bir ruj sürdü, gözlere de gölgeli, pınarlarına doğru da rengi açılan bir makyaj yaptı.

Gözlerine ağır bir makyaj yaptığından yüzüne şekillendirici bir uygulama yapmamış sadece tonunu eşitleyip allık sürmüştü. Şimdiki haliyle bile bambaşka biriydi.

"O kadar güzel oldunuz ki..."

Azra kendisini görmüyordu ancak makyajın gücünün de farkındaydı. "Bu makyaj eşeği at yapar, senin yeteneğin bu şu an güzel gözüküyorsam."

Elvan başını iki yana salladı, bu kadının kendisini çok küçümsediğini düşündü ancak bir şey diyemezdi, komutanıydı.

"Maşayı ısıttım, saç sabitleyici de çok kuvvetli, asla bozulmaz saçınız."

Siyah saçları genelde düzdü, maşa da pek tutmazdı ancak bu kıza güveniyordu, bu işlerde çok maharetliydi aynı içerideki onu düşünen adam gibi.

Elvan saçı maşaya doladı ve biraz bekletip saldı aşağıya. Birkaç tutamı daha yaptıktan sonra hızlıca hallolmuştu, geniş dişli tarakla bukleleri dağıtmıştı. Spreyle onları sabitledikten sonra eserine baktı uzun uzun.

"Habeş maymununa mı benzedim lan, ne bakıp duruyorsun?" İçindeki Ankaralıyı bastıramayıp tepki gösterdi kıza. Kızdın değil meraklı bir tepkiydi aslında.

"Dönüp bir daha bakasım geliyor, çok güzel oldunuz." Azra aynaya döndü, gerçekten de çok güzel olmuştu hatta kendisinden oldukça farklıydı. Gülümsedi kısa bir anlığına sonra kıza döndü.

"Güzel iş Elvan, eyvallah. Sen de hazırlan ben giyineyim." Elvan makyaj malzemelerini toparlayıp öteki odaya gitti. Azra'ya giyinmesi için ortam oluşturmuştu, bari burada rahat rahat giyinebilip kendisiyle baş başa kalabilmeliydi.

Azra üzerindeki kıyafetleri bir kenara atıp sarı elbisesinin içine girdi. Bel ve göğüs kısmı bedenini tamamen sarıyordu, etek kısmı da dizinden bir karış kısaydı. Mete'nin bunu görevde giyme dediği ölüp bittiği o elbiseyi yanına almıştı çünkü diğer elbisesini de burada giyemezdi, iki kez aynı elbise kötü olurdu.

Elbisenin fermuarını zar zor çekti ve aynada kendisini süzdü. Gerçekten çok güzel olmuştu. Siyah ayakkabısı ve çantası kenardaydı, onlara doğru gittiği sırada kapı çaldı.

"Gel."

Mete içeri girdi ve kapıyı kapadı, kadına baktı, baktı sonra yine baktı. Güzelliğinin her bir zerresini aklının en derin köşesine kazıdı. Bu güzelliği asla unutamazdı zaten. Kalbi öyle hızlı atıyordu ki sanki yerinden çıkacak gibiydi. Gözleri, dudakları, siyah saçları, bacaklarını açıkta bırakan sarı elbisesi ve onun yırtmacı...

"Sen beni kalpten götüreceksin galiba. O kadar güzelsin ki, benim kelime haznem bunu anlatmaya yetmez." Yanına gidip siyah kıvırcık saçlarına götürdü ellerini, bozmamaya dikkat edip parmaklarının arasına geçirdi ve kokusunu ciğerlerine çekti. "İlk defa görüyorum saçlarını kıvır kıvır, sana yeniden âşık oldum."

"Senin nişan alıp ateş etmene gerek yok, sadece şöyle baksan bile yeter." Gözlerini ondan ayıramadığı gibi iltifatsız da bırakamamıştı onu.

Azra adamın boşta kalan elini tuttu, ilk defa bir adamdan böylesine iltifat alıyordu. Daha önce de aldığı tüm iltifatlar ondandı ve biliyordu ki bu güzellikten ötesine âşıktı bu adam. Gözlerine vurulmuştu bir kere, yüzündeki boyaların o kadar da önemi yoktu.

"Öyle güzel şeyler söylüyorsun ki cevap veremiyorum ben, öylece dinliyorum."

"Bakışlarından her şeyi anladığımı söylemiştim," diyerek bir adım geriye gitti, soluk sarı elbisesini süzdü. Aşırı kısa olmasa da kısaydı, bacaklarını tüm güzelliğiyle ortaya çıkarıyordu. Birkaç yerine kalıcı makyaj uygulanmış yaraları örtülmüştü.

"Bu elbiseyi giyme demiştim sana, güzelliğini öylece ortaya seremezsin." Gözleri bacağındaki derin yırtmaca takıldı, başını iki yana salladı, bu hiç hoşuna gitmemişti. "İğne iplik yok mu burada, dikelim şunu." Yırtmacın iki ucunu tutup birbirine doğru çekiştirmeye başladı. "Yok kapanmıyor bu."

Azra kıskançlıktan ölen adamın bu hallerine gülmeye başladı. "Kapanmaz o zorlama yırtarsın elbiseyi."

"Yırtılmasın aman, bir de onunla uğraşamam. Kızım başka elbise yok muydu yanında ya onu giysen olmaz mı? Bu yırtmaçla olmaz çok yırtık bu." Şu halleri hoşuna gidiyordu, şimdi böyleyse gece başkasıyla dansa kalksa çekip o kişiyi vururdu herhalde.

"Var ama bunu giymek istedim, çünkü bu renkli. Benim hayatım siyahtan ibaretken sen renkleri getirdin." Ayağı kalkıp gözlerinin en derinine baktı, şu sözden sonra nasıl değiştir diye ısrar edecekti?

"Bunu giy ama bana giy, başkasına değil." Azra bu ısrara daha fazla dayanamadı ve yedek elbisesini çıkardı valizinden, kırışmamıştı şansına. Tüm şansını buna harcadığı için küfretti kendine.

Mete'nin yanına gidip arkasını döndü ve saçlarını topladı elleriyle. "Aç o zaman fermuarı." Üsteğmen elini fermuara götürüp yavaşça aşağıya çekmeye başladı, parmağı aynı zamanda tenine de değiyordu. Değdiği yer alev alıyordu sanki, alt tarafı bir fermuar açıyordu nasıl da böyle yükselebilmişti ortamın ateşi?

Fermuarı en aşağı indirince elini kadının beline sarıp kürek kemiklerinin arasına bir öpücük bıraktı sonra da başını ensesine yasladı. Adam kadını kendisine iyice yaslayınca bu defa boynuna bir öpücük kondurdu ardından kulağına eğildi. "Teşekkür ederim." Azra dediklerini duymamıştı ki, sadece ânı yaşıyordu, belinde ve sırtında dolanan parmaklarla ilgileniyordu.

"Ha?"

Üsteğmen gülümsedi ve onu serbest bıraktı, şu an görevde olmasalardı da aynısını yapar ileri gitmezdi.

Azra sırtı dönük bir şekilde yatağın önüne gidip elbisesini sıyırdı bedeninden. Çıplak sırtı ona bakıyordu, sadece sırtına odaklandı. Eğer bakılmasını istemeseydi arkasına dönmesini ya da çıkmasını söylerdi, bunu demediğine göre rahatsızlık duymuyordu, Mete de önündeki fizikten çevirmedi gözlerini, inadına her zerresini ezberlemek ister gibiydi. Kalp atışları hızlanmaya başladı adamın, böyle bir görüntüde kalp ritmi bozulmayan erkek de olamazdı zaten, kimi gizleyebilirdi sadece. Üsteğmen de gizleme ihtiyacı duymuyordu, her şey meydandaydı işte, karşısında sergilenen esmer sırt gibi. Bel kıvrımına takıldı gözleri, parmaklarının çıplak belinde dolandığını hayal etmeden edemedi. Yeri hiç değildi, bugün burada bu hallere girmemeliydi, hiç olmamıştı bu.

Kadın üzerindeki bakışları hissediyordu, sesini çıkarmadı, utanmıyordu da, utanmasını gerektirecek bir şey olduğunu da düşünmüyordu en azından şu anda yoktu çünkü ileriye gidemezlerdi içerisi bu kadar kalabalıkken. Aynadan yansımıyordu vücudunun ön tarafı, o yüzden göğüslerini de gizleme ihtiyacı duymadı, sırtı dönüktü.

Siyah elbiseyi alıp başından geçirdi yavaşça, makyajı ve saçı bozulmamıştı, fermuarını çekmek için üsteğmen yeniden yanına gitti, yine konuşmadan anlaşmışlardı, fermuarı çekince onu kendine doğru çevirdi.

Yine diz üstü bir elbiseydi ancak bu defa yırtmacı yoktu, bedenini sarıyordu ancak göze en çok çarpan derin göğüs dekoltesiydi. Az önce yırtmaçtan şikayet ederken nur topu gibi bir göğüs dekoltesi olmuştu. Ellerini yanağına koydu. "Kızım, sen beni çıldırtmak mı istiyorsun? Bu elbisenin önü yok yok."

Normalde zaten açık giyinen biri değildi, görev için giyinmişti ama böyle karışılamazdı işte, beterini yapardı. "Evet, çıldır." Üsteğmen hafifçe gülüp başını iki yana salladı.

"Hep böyle arsız mıydın, ben mi göremedim?"

"Ben de aynı şeyi sana soracaktım."

Çıldırmasını istiyordu madem, çıldırmasının bir mahsuru yoktu. İşaret parmağını saç bitimine doğru yerleştirdi oradan aşağıya doğru bir çizgi çekmeye başladı. Önce burnuna geldi sonra dudaklarına indi, orada biraz dolandıktan sonra boynuna indi. Yavaş yavaş dekoltesine doğru indi ve kıyafetin başladığı yerde durdu.

Karşısında derin derin nefes alan bir kadın bırakmıştı, böyle bir parmakla kendisinden geçmişti. Göğüsleri hızla inip kalkıyordu, böyle olunca gözler de oraya kaymadan edemiyordu. Dekoltenin bittiği noktaya parmağını taktırıp kendisine çekti, Mete de fazlasıyla erimişti, çıkartıp atmak güzel olurdu bu elbiseyi. Ne yazık ki yer hiç müsait değildi.

Bedeniye onunkini itekleyerek yatağa doğru yürüdü, kadın kaçacak yeri kalmayınca yatağa oturdu, adam üzerine eğilmiş Azra da kollarını yatağa dayamış sessizce bir çift ela göze takılı kalmıştı. Yavaşça önünde yere çöktü, yerden aldığı siyah ayakkabılarını ayağına geçirdi. "Böyle güzel bir kadının yere eğilmemeli." Diğer ayakkabısını giyerken üsteğmenin iri omuzlarına tutundu. Dizinin üzerine bir öpücük bırakıp geri çekilirken parmaklarını da çekti bacaklarından. Gerçekten bayılabilirdi, her şeyi yapıp duruyor olması tek eksiğin dudaklarda kalması ona fenalık geçirtiyordu. Üç günde ikisi de ateş yanan bir çukura düşmüştü, hem kendileri yanıyordu hem de birbirlerini yakıyorlardı. Üç günde delirmiş olmalılardı bu kadar hızlı gittikleri için.

"Neden durdun?"

"Çünkü durmam lazımdı."

"Durma desem." Zaten fazla ileri gidemezlerdi ortamdan dolayı ancak cevabı merak ediyordu.

"Dururdum." Gözlerini araladı yavaşça. "İntikam mı alıyorsun? Çok acımasız bir askersiniz Akıncı Üsteğmen." Adam başını iki yana salladı, bu defa intikam değildi. "O zaman?"

"Her şeyin bir vakti var, bizim vaktimiz daha gelmedi."

Çabuk gelse olmaz mı, ben ilk defa böyle cayır cayır yanıyorum.

♟️

Öncelikle Mete Akıncı, âşık üsteğmenim için neler söylersiniz? Öpmeler, kudurtmalar, kudurmalar, kıskanmalar, yandı buralar yandıı... Âşık Mete hayalinizdeki gibi mi? Benim tam da hayalimdeki gibi, ikisi birbirine çok yakıştı çokkk

Azra'nın seni seviyorum deme şekli: Sen benim Türkiye'msin... Öldüm be kızım be 😍

Mete'nin Toros'una Azra'nın da Bora'sına selamlar skskdnxjf

Göktürk ve uğursuz rakamı 7, bekliyor muydunuz böyle bir şey? Ben ona çok üzülüyorum canım Sayaç'ım...

Hakan Teğmen yine özür dileyemedi ama dilemek için elinden geleni yaptı Kalyoncu için😄

Bana 3 kelimeyle karakterlerim neler çağrıştırıyor yazabilir misiniz? (Hepsi dahil)

Bir sonraki bölüme kadar hoşça kalın😍❤️

Loading...
0%