@rubamsalepe
|
♟️Fatih Akıncı♟️ Helikopterdeydik, Türk bayrağı altında hizmet etmeyeli uzun zaman olmuştu. Görev görevdi, ben yine şanslıydım Murat Türker gibi teröristlerin arasında da olabilirdim. Hiç olmazsa öyle bir durumda değildim. Önümüzde haritalar açıktı, bildiğim tanıdığım bölgelerdi buralar. Ayağımı basacağım yeri her ayrıntısıyla biliyordum, istihbaratçılığım kadar harita ve arazi bilgim de iyiydi çünkü daha önce buraları karış karış gezmiştim. Göreve iki tim gidiyorduk, Gölge Timi de bizimleydi, Volkan Üsteğmen'le devreydik tanırım onu. Sinirli biridir ama görevinde çok iyidir. Hatta siniri görevine yardımcı olur genelde. "Murat bizimle olacak mı peki?" "Hayır Volkan, Ayakçı bize Aharon'un yerini iletti kendi işlerine koyuldu." Mete bu defa bana çevirdi başını, söz konusu olan teknoloji olunca nasıl Göktürk iyiyse arazi konusunda da ben iyiydim ve abim bunu biliyordu. "Üsteğmenim bölgeyi biliyor musun?" Gülümsedim, sadece o bölge değil çoğu bölgeyi iyi biliyordum. "Arazi demek ben demek abi, şu avucuma bak, burası gibi biliyorum." Resmi dil konuşmadığım için çatsa da kaşlarını onu umursamadım. Çok ciddiye alıyordu, karısına kardeşine komutanım çektiriyordu. Gerek yoktu bence. "Benimlesin Fatih, görev boyunca benimlesin." Kertildik mi be kardeşim her yerde beni istiyorsun? "Ama..." "Benim haricimde kimse seninle uğraşamaz. Bundan sonra badin benim, diğerleri nasıl birbirlerinin canından sorumluysa sen de benim sorumluluğumdasın." Abim olarak da sorumluluk hissediyordu ama bir komutan olarak da timde sadece bana onun söz geçirebileceğini biliyordu. Ya da öyle sanıyordu. Mantıklı bir şeyde onun emrini dinlemeyi düşünmem mesela, o kurşuna atlanması gerekirse başkası değil ben atlarım, benim atlamam gerekir. "Öyle olsun. Emredersiniz." "Tim, araziye indikten sonra yürüyüp ilerideki tepeyi aşmamız gerekiyor. Tam tepenin öbür yanında mağara tespit edildi, terörist unsurlar var. Biz Aharon'u sağ ele geçirmek istediğimiz için SİHA'ları yollamadık. Fatih Üsteğmen bizi yönlendirecek, biz de o itlerin inlerine girip oradan çıkartacağız. Anlaşıldı mı?" "Anlaşıldı komutanım." "Teğmenim, sakin kalacaksın. Sen sakin kalacaksın ki insanlar yaşasın duydun mu beni?" Başını sallayıp isteksizce emredersiniz dedi. Bu en zorlu görevi olacaktı belki de. Kendi sabrını denemek zorunda kalacaktı, bir elimin onda olması gerekiyordu ben onun komutanıydım. Aklını dağıtırsa iyi olur yoksa her şey onun için daha zor olabilir. "Sorusu olan?" Etrafına baktı, hepimiz onu net bir şekilde anlamıştık. "O zaman herkes işine baksın." Arkasına yaslanıp dışarıya baktı, havalar iyice serinlemişti artık. Kol bileğinden taşan içliğe takıldı gözleri. Mete bunu çok soğuk havalarda yapardı, tam karlı havalara uygundu, sıcacık tutuyordu. Muhtemelen yengemden gizli giymişti, tanıyorum kendisini. Duymayacağımı sanıyorlardı ama tam çaprazımda olan biteni duymamam için sağır olmam lazımdı. "Ne o, içlik mi giydin sen?" Gülmemek için tutuyordu kendini, helikopter fazla kalabalıktı. "Giyemez miyim?" "Giyersin giyersin de yani..." Başını iki yana salladı ve kolunu sıvazladı adamın. "İçlik giyende piçlik olmaz komutanım, yakışır Akıncı Yüzbaşı'ma." "Valla sen de giy, dağda çok iyi oluyor sıcacık tutuyor." Biraz daha yaklaştı kulağına. "Sadece dağda ama diğerlerine müsaadem yok." Duymaz olaydım, duymadım, duymadım, duymadım. Bunların şu hallerine neden sürekli şahit olmak zorunda kalıyorum ben ya? "Yüzbaşı Mete ne derse o, ben ona karşı çıkamıyorum anca han olan Mete'ye karşı durabiliyorum." "Durma, iki Mete de seni çok seviyor çünkü." "Demir Leydi de seni." Gözlerine baktı, parmakları hâlâ elini sarıyordu. Helikopterde yüzlerce kilometre yol giderken 15-20 asker içinde bunlar rahat rahat takılıyorlardı. Bir ara fırça çekmem gerekiyor Mete'ye, komutanlığını bilsin artık. "Zor oldu be, zor oldu ama oldu." "Oldu be, vallahi oldu." Helikopter helikopter değildi ki aşk yuvasıydı sanki. Volkan Üsteğmen Şebnem Astsubay'ı kesiyordu mesela. Umursamaz bir tavrı vardı kadının, bakmıyordu bile ama duyduğum kadarıyla onun da içi içini yiyordu. Bir âşık daha ayrılmak zorunda kalmıştı. Birbirlerinin kıymetini bilmiyordu kimse. Mete de Azra'yla çok geç başlamıştı. Halbuki o kadar değerli bir şey ki birinin kalbine sahip olmak insanlar neden bunu geciktiriyor ya da harcıyor ben anlayamıyorum. İstihbaratçıların dili gibi kalbine de kilit vurulur, sevmemize izin verilmez bizim. Sevsen susarsın sussan daha çok seversin. Fırsat varken neden kıymet vermez ki insan? İlle ölümün mü gelmesi lazım? Anlayamayacağım galiba hiçbir zaman, diline de gönlüne de kilit vurmuş adamlar öyle sevmeyi bilemezler, abim gibi aile kuramazlar, Volkan gibi ayrılamazlar ya da Hakan gibi yüzlerce insanın gözünün önünde bir kadını öpemezler. Gönlü sadece vatana açık olan adamlarız biz, sevme işini ahirete bırakıp savaşmaya geldik buraya. Onlar gibi olmak ister miyim bilmiyorum ama alıştım, ailemden uzak kalmaya, başka biri gibi yaşamaya çok alıştım. Bazen böyle uzun uzun düşünüyorum sonra aman Fatih boş ver diyorum, ne milletin derdiyle ne de hiç var olmamış şeylerin derdine düşebilirim. Benim bir görevim var o da savaşmak, ben bir askerim ve vatanım için yaşıyorum. Vatanımdan sonra askerlerim, ailem ve yanımdaki iki deli adamdan da mesulüm. "Söylesene," dedi Enes, kendi söylemeye çekiniyordu, duyduğuma göre aralarında en şom ağızlısı kendisi olmasına rağmen bu defa devresini hedefe koymak istiyordu, benden korkuyorlardı galiba. Kendini yakamayacağı için kardeşini yakmayı seçmişti. "Ne zorlayıp duruyorsun ya. Kendin söyle." "Sen söyle bak ölümü gör." Karnına dirseğini geçirdi, öyle bir şeyin söylemi bile berbattı. "Ağzına sıçarım devrem, düzgün konuş ölü mölü." "Hadi be ölmezsin söylesen." Az önce dediklerini dinlemediğinin kanıtıydı bu sözleri, başını geriye atıp sabır çekti. "Rahmetli annem iyi ki doğurmamış diyordum da senden beterini doğuramazdı." "Söyleyecek misin?" "İyi tamam, karşılığında ne vereceksin?" "Zeynep'le sana sürprizimiz olur, yemeğe gideriz." "O cadısız gidemiyor muyuz?" Enes başını iki yana sallayınca kabul etmek durumunda kaldı. "İyi tamam be, bıktım senden bak, izne çıkacağım sana da haber vermeyeceğim asla, bekleyip durursun beni." Gözleriyle beni işaret edince benim de onları dinlediğimi fark etti sonunda. "Abi." Mete ve Fırat Başçavuş da bakınca ona "Fatih abi," diyerek düzeltti. "Söyle Sayaç." "Abi bulaşık sırası sana gelecek ama biz korkuyoruz demeye, yemek gibi yapıyorsan onu da mutfakta kullanılacak çanak çömlek kalmayacak." Yemeğin aksine onlarda iyiydim, bunu Mete söylediğinde inanacaklardı bana. Küçük bir facia onları ne kadar da korkutmuştu, ben sadece aç kalmayalım istemiştim. Nankör herifler. "Bulaşık iyi yıkar yıkar da size yemek mi yaptı?" "Yemek denebilirse." "Yavrularımı sokağa terk etmiş gibi hissettim şu an, oğlum Fatih yazık değil mi çocuklara ya?" Kendi yapmadığı işkenceyi bırakmamıştı onlara ama ben yemek yapınca gözüne batmıştı işte. "Aç kalmasınlar diye şey ettim. Ulan siz de ne nankör çıktınız be, gidince de yıkarım bulaşığı tamam." "Komutanım senden iyi davranıyor bize, sabah istediğimiz saatte uyanıyoruz ve bağırmıyor." İki kardeşin birbirinden çok farklı olduklarını görmüşlerdi, ikimizi de sevdikleri belliydi, benimle anlaşıyorlardı güzel gidiyordu ama biliyordum ki Mete'nin yeri her zaman ayrıydı onlarda. Bağırsa da çağırsa da kim bilir onlar için neler yapmıştı? Mesela Göktürk'ün kolundaki saat Mete'nin en sevdiği kimselere dokundurtmadığı saatti. Ona nasıl değer verdiğini ve değerinin karşılığını da nasıl aldığını görebiliyordum. Enes vücudunda taşımıyordu devresi gibi ama annesiyle konuşurken abimden bahsetti, annesi sormuştu. Öyle güzel ilgilenmişti ki onlarla öyle bir abim olduğu için bir kere daha şükrettim. Sadece o değil herkese eli değmişti, herkesin mücadelesine omuz atıyordu. Mete mükemmel bir adam ve abim olduğu için ben dünyanın en şanslı kardeşiydim. "Gerçekten nankör bunlar Fatih, arazide itelim bunları yer çekimine yenik düşüp yuvarlandı deriz." Beni de savunuyor böyle işte, sevmediğini söylese de çok sever herkesi. Helikopterde ellerimizde MPT-76'yla çatışmaya gitmiyor olsak kesinlikle ona sarılırdım şimdi. "Ya da D vitaminleri eksikti canları toprak çekiyordu yere yapıştılar deriz abi." Bu daha mantıklı gelmiş olacak ki başını salladı. "Siz misiniz komutanlarınıza laf eden, oh olsun." Hakan Teğmen'di sözleri söyleyen. Kendi rüyasından uyanıp bize dahil olmuştu. Yanında oturan başçavuş gülmeye başlayınca ona döndü. "Ne oldu Fırat abi güldün?" "Valla komutanım ben sizi hayal aleminde geziyor sanıyordum gerçeğe dönmüşsünüz." Hayal alemi kısmını kinayeli söyleyince küçük bir tebessüm belirdi yüzünde. "Güldünüz." "Gülmedim." "Güldünüz, aşk adamı gülümsemesi bu." "Başçavuşum abartma." Abarttığı gibi vardı, helikopterde çatışmaya gidiyorduk, başımızda kardeşinin canına kıyan terörist vardı ama Hakan kısa bir süre de olsa bu kötü girdaptan kendisini çıkartmış olacak ki tebessüm edebiliyordu. Muhtemelen aklına Miray'ı yerleştirince sakinleşmişti. Onu düşününce içinde bulunduğu durumdan kısa süreliğine de olsa uzaklaşmıştı. Güzel taktik, akıllı adamın hâli bir başka oluyordu işte. "Allah muhabbetinizi arttırsın." "Amin." Gülümsedi, Miray Kalyoncu ile yakışıyorlardı. Maçta onu öptüğü anlar benim sosyal medyama bile düşmüştü. Eğlence telefonuma indirdiğim ve sahte hesaplarla komik sayfaları takip ettiğim Mete ile aramızdaki sırdı. İstihbaratçının kendi telefonundan kendi bilgileriyle bir hesap açması aptallık olurdu. "Daldınız gittiniz yine, sizin aba cayır cayır maşallah." "İyi uğraştın benimle başçavuşum, ne diyeyim sana? Aklım Türkmen Kızı'nda mı diyeyim? Al söyledim rahatla." "Rahatladım," dedi Fırat Başçavuş, ben de rahatlamıştım. Dizi izlemeye vaktim yoktu ama ben de çevremi izlediğimde dizi izlemiş kadar oluyordum işte. Mete ve Azra fazla samimi olunca kaldıramıyordum o ayrı bir konuydu. Onlarda kaldığım ilk gece geliyordu aklıma ve psikolojim bozuluyordu. Sancak Timi özel bir timdi, aile üyelerimin içinde olmasından değildi bu. Gerçekten de çok büyük savaşlar verip büyük kelleler almışlardı. Kolsuz'u biz istihbaratçılar bile bulamamışken en temelden girip adım adım merdivenleri tırmanarak ona ulaşmışlardı. Azra yapmıştı, o Eliza Oliver kılığında gidip tüm planlarını alt üst etmişti. Ne zorluklar yaşamıştı kim bilir, bir kere vurulduğunu biliyorum. Dahasını yaşamış olması da muhtemeldi, güçlü bir kadını bir kurşunla deviremezlerdi ki. Yine savaşıp o kazandı, Kolsuz'u ele geçirdi. Kolsuz olmuştu Aharon. İsimler hep değişirdi ama bizde düşman bitmezdi. Aslında hepsi birdi tek amaçları vardı. Yeryüzünde nefes alan hiçbir Türk'ü istemiyorlardı, topraklarımıza göz dikmeleri yetmiyormuş gibi canlarımıza da göz dikmişlerdi. İsterse toprağın altından leşleri gelsin yine de pes etmeyiz biz. Mustafa Kemal Paşa nasıl savaştıysa öyle savaşacağız, o hainleri nasıl sallandırdıysa biz de öyle sallandıracağız. Helikopter iniş yaptığında toprağa ayak basan ilk ben oldum. Doğası güzel olan bu yerleri kanla sulayan şerefsizleri arıyorduk. Emir komuta ağabeyimde olsa da benim tariflerime uyulacaktı. Yanıma gelip elini omzuma yerleştirdi. Kardeş gibi değil de komutan gibi bakmıştı bana. "Fatih o herifi sağ ele geçirmek zorundayız. Bizi öyle bir yerden götür ki hem tepelerine çökelim hem de o Aharon denen piçi alalım, özellikle Hakan öldürmeden." "Sen merak etme abi, ben halledeceğim." Başımı çevirip etrafı kolaçan eden yengeme baktım. Onun konumu her zaman başka yedeydi, keskin nişancı zirvede olurdu, onun yeri tepelerdi. "Akıncı," diye seslendim, Mete öyle diyordu benim de söylememde sakınca yoktu. Azra tepki vermedi. Dilimi damağıma vurup cık cık sesleri çıkardım. "Evlendiniz ama seni kabullenememiş belli ki." Soluklarını derinleştirdiğinde onu sinir ettiğimi anladım ve keyfim yerine geldi. Laf edemezdi şimdi, koca timin komutanıydı ve iki time birden emir veriyordu yüzbaşı olarak. "Akıncı Astsubay." Yine ses çıkmadı. Şebnem Azra'yı dürtüp dikkatini buraya vermesini sağlayınca fark edip koşarak yanımıza geldi. "Emredin komutanım." "Akıncı diyor hâlâ duymuyorsun ya." "Hayatım alışamadım ne yapabilirim? Üzerime alınamıyorum. Dağın ortasında bunu mu konuşacağız şimdi?" "Hayır." "Komutanım ne istemiştiniz?" Başımı önümüzdeki tepeye sonra da haritaya çevirdim. "Sen şuraya yerleşeceksin, hem çok uzak değil hem de hakim bir yer ama gidiş yolun biraz sıkıntılı olabilir." Başını salladı, onun için bunlar hiç önemli değildi. Bir tepeye çıkılacaksa çıkardı, bir vadiye girilecekse girerdi. Batakta çatakta her zaman her yerde daima hazır derken boşuna demiyorduk biz. Günlerce lağım çukurunda aç susuz eğitim almış biri olarak bir askerin neleri yapabileceğini çok iyi biliyordum. "Şu tepeyi neden söylemediniz komutanım?" "Oraya Gölge Timi'nin nişancısını yerleştirip çapraz hat oluşturacağız. Onun yolu daha güvenli, sen biraz açıkta kalacaksın dikkatli ol." "Emredersiniz," dedikten sonra Mete'ye baktı. Hep dik durmak zorunda olan bir adamın içten içe kendini nasıl yediğini çok iyi biliyordum. Gözlerinde sadece onu çok iyi tanıyanların bildiği bir ifade vardı. Kendine dikkat et diyordu. Bir kardeşi bir de karısı anlardı onu, Azra da anlayıp ona tebessüm etti. İçimden bir maşallah geçirdim, nazara gelmesinler kafalarına mermi isabet etmesin inşallah, Allah bombasız mermisiz kaçırılmasız elektriksiz ömür nasip etsin. Azra gitti, giderken yanına Enes'i de aldı. Şimdi sıra bizdeydi. Gölge Timi'ni sağ tarafa Sancak Timi'ni de sol tarafa konuşlandırdık. O herifi sağ ele geçirip yaptıklarının hesabını soracak ve emri kimden aldığını öğrenecektik. Mete'nin el hareketiyle dağınık nizamda yürümeye başladık, biz hep yürürdük, bizim en iyi yaptığımız şeylerden biriydi bu. Bir kor gibi sıcak havanın altında da buzdan beter donarak öleceğimizi düşündüğümüz havalarda da yürürdük. Önümüze nasıl bakıyorsak ardımıza da öyle bakıyorduk, düşmanın nereden vuracağı belli olmazdı. Hareket eden bir çalılık, doğada bir tuhaflık sezdiğimiz anda durup hemen gözümüze kestirdiğimiz yere siper alırdık. Tepeyi sarıp teslim ol çağrısı yaptığımızda üzerimize yağan mermilere karşı da aynısını yaptık. Kimseye bir şey olmamıştı çünkü okçular tepesi bende diyen biri o ateş açan kişiyi indirmişti. Aharon'un yüzünü biliyorduk ve dürbünümüzün önüne o gelirse onu vurmayacaktık zorlayacaktık. Biz kalabalıktık onlar bir mağaranın içine tıkışmış gebermemek için sözde direniyorlardı. O dirençlerini götlerine sokacağımızı çok iyi biliyorlardı. Bize teslim olurlarsa yaşayabilirlerdi ama o silahı bırakmadıkları sürece öleceklerdi. Yine biz Aharon'u sağ ele geçirmek için buradaydık yoksa SİHA gerekeni yapar kaçmalarına bile fırsat kalmazdı. "Aharon, çık dışarı buradan çıkamazsın!" Mete içeriye seslendiğinde mermiyle karşılık aldı. Görüş açımızın dışından ateş geliyordu, iğne deliğinden iplik geçirmek lazımdı. Dürbünüyle ayar yapan okçular tepesindeki kadın bize "O iş bende," dediğinde biraz rahatlamış hissettim. Bir mermi teröristin tam bacağına isabet edince yana doğru yığıldı ve sızlandı. Yine ateş etmeye yeltenince bir el ateş edip onu sonsuza kadar susturdum. Kaç leş vardı burada, içeride sadece Aharon mu vardı bilmiyordum. Desteğin gelmeyeceğinden emindim, güzel yerleşmiş iki time karşı ölüme gitmek istiyorlarsa buyurup gelsinler bakalım. Keleş sesleri kesildiğinde bir tuhaflık olduğunu sezdim, bir şey yaşayacaktık ve şu yüksek rakımda bu benim tansiyonumu yükseltiyordu. Adrenalini seviyordum ama ucu belirsiz şeyler beni biraz geriyordu. "Komutanım gelen var." Haberini Azra geçti, tüm MPT'ler mağaranın ağzına dönüktü, kimse ateş etmeyecekti ancak bombalı bir durum olursa kendimizi de korumak zorundaydık. Düşündüklerim olmadı, hiç ummadığım bir şeyle karşılaştım o an. Yüzünde kanlar kurumuş ölü gibi bakarken acılarla kıvranan karnı burnunda bir kadının şakaklarına silah dayanmış, Aharon sanki zevk alıyordu bu durumdan. O kadının orada ne işi vardı? Bu teröristler yine ne bok yemişlerdi. Orospu çocukları yine yine yine... Bitmiyordu ki, biz öldürüyorduk bunlar tekrar çıkıyordu. Biz silahlarını imha ediyorduk yine silah buluyorlardı. Biz terörü yok ettikçe birileri onları alıp önümüze atıyordu yeniden. Eli silah tutan bir düşmanla saygı duyar savaşırdım ama bunlar eli silah tutan düşmandan öte teröristlerdi. Bebekleri öldüren, kadınlara tecavüz eden, meydanlarda canlı bomba patlatıp insanları katleden, dükkanların camını çerçevesini indiren, köylere gidip katliam yapan sonra köyleri yakan, şehit ettikleri sivillerin bedenlerini yakan, çocukları dağa kaçırıp kalem tutması gereken ellerine silah verip bunlar sizin düşmanınız diye beyinlerini yıkayan orospu çocuklarıydı. "Ateş etmeyin, ateş yok." Talimatı geldi Mete'den, ikisinin de yaşaması lazımdı. Ölmeyeceğini bilen Aharon kaçmak için o kadını kullanacaktı biliyorum. İzin vermeyecektim. Mete de bana izin vermeyecekti başıma o yüzden dikilmiş benim badim olduğunu söylemişti ama kusura bakmayacak artık bunu timde benden başka yapabilecek deli yok bence. Mete onunla iletişim kurmaya çalışırken kenardan sıyrılmıştım bile, fark etse de o herifin dikkatini üzerime çekmemek için sustu, sinirlendi ama sustu. Bana güvenmekten başka çaresi yok ve ben onun güvenini boşa çıkartmayacağım. Mağaranın tepesine doğru çıkarken bir pamuğun yaraya sürüldüğü kadar dikkatliydim, bir toprak tanesi bile yerinden oynamamalıydı, bir taş düşmesi demek tüm planımın berbat olması demekti. Aşağı düşersem ölen ben olurdum ama yaşatmak için yaşamam gereken günlerden birindeydim yine. Kurtarmam gereken bir değil iki kişi vardı, bir bedende olmaları iki kişi oldukları gerçeğini değiştirmiyordu, kadın çığlık atıyordu. Yerinde zor duruyordu. Çantamdaki halatı çıkardım ve mağaranın tepesindeki üç ayrı noktaya sabitledim uçlarını, biri yerinden çıkarsa diğerleri beni tutacaktı. Kendimi sağlama almıştım, yapacağım şeyi birden yapmalıyım her şey birkaç saniye içinde olacaktı. Eğer dikkatli davranmazsam o kadın da ben de vurulabilirdik. Halatı vücudumdaki aparata sabitlediğimde inişim güvence altına alınmıştı. Tepeden aşağı baktığımda biraz daha ilerlemesi gerektiğini fark ettim. Böylelikle arkadan müdahale ederdim, bir boğuşma durumunda kadın yere düşmez ve zarar görmezdi. Mete gözlerime baktığında elimle uzaklaşma işareti verdim, bir şekilde onu kendine yaklaştırmalıydı. Nasıl yapacağı ona kalmıştı isterse pisi pisi diye çağırsın o herif birkaç adım öne gitmeliydi. "Sen o kadınla mı korkutacaksın bizi?" dedi Fırat Başçavuş, onu manipüle etmeye çalışıyordu. "Ona zarar verdiğin an ölürsün." Kadın kıvrandıkça terörist onun başındaki tabancayı bastırıyordu. Bir çığlık daha yükseldi dudaklarından. O an timden herkes ona kulak tıkayıp işini yapmalıydı, böylece onu kurtarabilirdik. "Bana zarar vermeyeceğinizi biliyorum," dedi, ilk defa konuşmuştu. "Bunu kanıtlayabilir misin? Şimdi kafana bir mermi saplansa mesela ne yapabilirsin, hiçbir şey." Volkan da diğer taraftan bu söylemlere destek çıktı, öne çıkmadan teslim olursa benim için çok daha iyi olurdu, uğraşmazdım. "Burada çok kalabalığız ve seni öldürmek isteyen biri de var aramızda." Hakan'ın uyarıldığını gördüm, bu sözler onu değil teröristi harekete geçirmek içindi. Hakan da oyuna uyacaktı. Siper aldığı yerden öne çıktı ve karşısına dikildi. Normalde geri gitmesi gerekirdi, kadını öldüreceğini ileri sürerek birkaç adım öne çıktı. "Gebertirim kadını da karnındakini de, geç yerine bak görüyorsun vururum!" "Seni benim elimden kim alacak çok merak ediyorum. Senin canın bana ait, sen öleceksen yemin ederim bunu ben yapacağım. Bedenine giren son mermi benim tüfeğimden çıkacak duydun mu beni?" İpi son kez kontrol edip kendimi aşağıya sarkıttım. İplerden kurtulmadan silahı kavrayıp Aharon'u kendime doğru çekip yana doğru fırlattım böylece kadından da uzaklaşmıştı. Hakan yere düşen teröristin üzerine atladı, silahını bıçağını bir kenara fırlattı çünkü sinirlerine hakim olamayabilirdi. Yumruğunun kanadığını gördüm, parmaklarından kan damladığına en yakından şahit oldum öyle sert vuruyordu ki yüzü gözü kana bulanmıştı. O hırsını nefretini kardeşinin acısını çıkartıyordu şimdi, dokunmayacağını söylemişti bu dokunmamak öldürmemeyi kastediyordu. O kemikleri teker teker kırmadan rahat edemeyecekti. "Sen benim canımı aldın canımı!" Bir yumruk daha vurdu yüzüne. "Ulan ne istedin kardeşimden, gencecikti lan o, daha aşkını itiraf edememişti." Elini boğazına götürdü, terörist kendinden geçmek üzereydi ama yüzünde çirkin bir gülümseme vardı. "İyi yapmışım." Sözü parmaklarını sıkmasına sebep oldu. Enes ve Göktürk yanına gitti hemen, Hakan'ı tutup çekmesi zordu, 2 metrelik iri bir adamdı. Hele kızmışsa bir asker, cüssesi bir o kadar daha artıyordu. "Komutanım durun." Göktürk'ü dinlemedi. Enes konuştu onu da dinlemedi. "Komutanım ölmemesi lazım." "Komutanım, tek şehit olan sizin kardeşiniz değil! Orhan abi şehit oldu annem babam şehit oldu. Bu herif ölürse daha çok can yanacak, kendinize gelin." Kararan gözleri çatık kaşları, soğuk havaya rağmen terlemiş alnı onun berbat olduğunu gösteriyordu. Ona baktı, bu defa duydu sözlerini. Yavaşça parmaklarını geri çekti üzerinden ve ayağa kalktı. "Şu piçi götürün gözümün önünden." Göktürk'e başımla yanıma gelmesini işaret ettim ve Aharon'un yanına gittim, onunla görülecek hesaplar vardı. Şu kadını bu hale getirdiği için ölmeliydi ama biz ona nefes aldırmak zorundaydık. Başkalarının yaşaması için bu şerefsizin de yaşaması lazımdı. Yaşamak kelimesinin bedelini Hakan gibi ödetmek istiyordum ama her şey dayak değildi. Ona psikolojik işkence edecektim, ölmediğine pişman olacaktı. ♟️Göktürk Bilir♟️ Kolundan tutup yere oturttuğum boş bakan kadına baktım. Yüzünde kanlar vardı, yeşil gözleri ifadesiz ve yorgundu. Ne zamandır burada bilmiyorum ama terörün lanetini bir kere daha gördüm. Hamile bir kadını buraya getirecek kadar vicdansızlardı. Çantamdan matara çıkartıp ona su uzattığımda sesini çıkaramadı yaşadıklarının şokundaydı muhtemelen. Canı çok acıyor muydu peki? Şebnem Astsubay Aharon'la ilgilenince ona bakamamıştı, yüzündeki kanı temizlemek istedim. Hâlâ ifadesizdi. "Adın ne senin? İyi misin?" Dağda mağarada saklanan hamile bir kadına sorulabilecek en son soruyu sormuştum. Gözlerini benimkilere çevirdi ben kanı temizlediğimde cevap verdi. "Hazan." İlk defa bir ifade belirdi yüzünde, canı acıyordu ve muhtemelen fiziki bir acıdan ötesiydi bu, içime işleyen canımı acıtan bir ifadeydi. "Neden bu kadar geç kaldınız?" dediğinde birkaç damla firar etti gözlerinden. Rehin alındığında ağlamayan Hazan şimdi bu soruyu bize sorarken ağlıyordu. Neye geç kaldık demeye dilim varmıyordu. Bu mağarada Aharon ve yerde yatan leşlerin var olması gerekiyordu Hazan'ın değil. "Neden beni kurtarmadınız?" Üzerinde terörist kıyafetleri yoktu, kıyafet demeye de bin şahit isterdi zaten. Belki hiç yıkanmamıştı, çok uzun süredir üzerinden çıkarmadığı belliydi. Vereceğim cevabın üzerine duyacaklarım beni korkutuyordu. "Ne oldu Hazan, ne yaşadın? Ne zamandan beri buradasın?" derken aklımdakilerin doğru çıkmamasını umuyordum. Hamile bir kadını onlar öldürmeyi seçerdi dağda başlarına bela almayı değil, yanılıyorumdur umarım. Alacağım cevabın onun canının yandığı gibi bizi de yakmamasını umdum. "Bilmiyorum." Yüzünü ekşitti, canı yanıyordu ama nesi olduğundan habersizdim. "Bir seneden fazla olmalı," dediğinde göğüs kafesime mermi isabet etmiş gibi yandı içim. O ifadesiz bakışlarının altındaki acıyı görüyordum şimdi. Bir seneyi aşkındır burada olan bir hamile kadın... Tecavüze uğramıştı Hazan, bu toprakları iyi bilmemize rağmen gelip onu bulmamış onu kurtarmamıştık. Bulamamıştım. Bir sene geç kalmıştık, ne bir istihbarat ne de başka bir şey duymuştuk onun hakkında. O bir bilinmezliğin içine hapsolmuştu ve yalnız başına dünyanın acısını sırtlanmıştı küçük omuzlarında. Çocukluğum geldi gözümün önüne daha çok ağladım, annemle babamın ölü gözlerine baktığım gün geldi aklıma. Nasıl canım acıdıysa onun da öyle acıyordu işte. "O," dedi karnına bakarak. "O doğduktan sonra beni öldürür müsün?" Umutla baktı gözlerime. Buna gerçekten inanıyor muydu? Bir Türk askeri bunu yapar mıydı? Hele ben, anne ve babamı onlar şehit etmişken ben yapabilir miyim bunu hiç? "Lütfen," diyerek koluma yapıştı, parmakları kolumu sararken kendimi sıktım, başımı iki yana sallayıp aklıma gelmesini engellemeye çalıştım. Neler yapmışlardı ona? Neden buradaydı? Nasıl olmuştu? "O," dediğimde boğazım düğümlendi, Hazan'ın gözlerinden birkaç damla daha firar etti. "Anlatmak istersen..." Devamını getiremedim. Onunla iletişim kurmuşken bu bilgiyi almak zorundaydım. Diğerleri hiç müdahale etmemişti, herkes bir şeylerle meşguldü, havanın bozmasıyla da helikopterin gecikeceğini öğrendiğimizden biraz daha burada beklemek zorundaydık. Belli noktalara nöbetçiler dikilmişti ve bu defa nöbet tutan ben değildim. Mete abi yanımıza gelmemişti muhtemelen bu sorumluluğu bana yüklemişti iletişim kurabilmişken. "Diyarbakır'da kaçırıldım, silah verdiler tutmadım direndim. Sonra..." Sonrasını anlatmadı ama ben anladım, ya ölecekti ya da dağdaki eli kanlı orospu çocuklarını eğlendirecekti. "Elimi kolumu bağladılar, kaç kişi geldi gitti bilmiyorum bile. Bir kere düşük yaptım sonra yine hamile kaldım. Babasını bile bilmiyorum o kadar çoktular ki." Öyle ağlıyordu ki ona sarılmak istedim, teselli etmek geç kaldığımız için özür dilemek istedim. Yapamadım, ona teselliyi sarılarak verseydim en büyük kötülüğü yapardım. O sarılırsa karşılık verirdim ama ben yapamazdım. Kolundaki parmaklarım bile onu rahatsız ediyor mu diye tedirgindim ben. Hazan gözlerimin önünde ölürken elimden hiçbir şey gelmiyordu. "Her gün, her gün cehennemi yaşadım ben. Anlayamazsın asker, beni kimse anlayamaz. İki adamın aynı anda tecavüz etmesini, kıyafetinde onlarca teröristin pisliğini taşımak ne demek anlayamazsınız siz." Elini omzumdaki Türk bayrağına götürdü ve söktü. Yüzüne doğru yaklaştırıp tam kaşlarının üzerine yasladı. "Neden geç kaldınız? Ben çok acı çektim." Bayrağı öpüp göğsüne götürdü hafifçe sallanmaya başladı. Bir istihbaratımız olsa o gün onu kurtarmaya giderdik, hiçbir bilgi gelmemişti elimize. Kör bir noktada, istihbarat ağımızın ulaşmadığı bir yasadışı grupta olmuştu muhtemelen ve dediğine göre yüzlerce kişi varlığından haberdarken bir istihbaratçıya bile sızmamıştı bu bilgi. Demek ki onu susturuyorlardı, Hazan'ın ağzını kapatmışlardı sürekli bu da yanağındaki bağlama izlerinden anlaşılıyordu. "Geçti Hazan, bak biz buradayız. İki tim de seni kurtardı burada güvendesin. Yanımızda sana kimse dokunamaz duydun mu beni? Sana yemin ediyorum daha fazla acı çekmeyeceksin izin vermem ben. Artık güvendesin." Kıyafetinde onların pisliğini taşıyordu, daha ağır bir şey duymamıştım. Onun yaşadığı kadar berbat bir şey duymamıştım ve bana kaba taslak anlatıyordu her şeyi. Ben daha ayrıntı bilmeden bu haldeydim o yaşarken ne hale gelmişti? Neden bu kadar geç kalmıştım ki? Miray'a yetiştiğimiz gibi ona da yetişseydik ne olurdu ki? "Vur beni o zaman, sil tüm izleri. Ondan nefret etmiştim baştan ama yanımda sadece o vardı, bağ kurdum. O bir teröristin değil benim çocuğum. O doğunca gidebilirim. Bak bana asker beni kurtarmadığın için bana borçlusun, beni geç kurtardığın için bana borçlusun, beni sen kurtardığın için bana borçlusun." Diğer kolundan da tuttum, fazla agresifti kendine zarar verecekti, bebeğine de. "Sakin ol, derin nefes al." Onu ben değil Fatih Üsteğmen kurtarmıştı ama demek ki onunla konuştuğum onun yanında durduğum için onu kurtardığını düşünüyordu. Bilemiyorum. "Beni öldürmek zorundasın ben yaşadığım hiçbir şeyi unutamıyorum çünkü." Elindeki bayrağı bırakmadan oturduğu yerde sallanıyordu yeniden. Ona bunu yaşatan herkesi öldürmek istedim, hepsini tek tek bulup cayır cayır yakmak istedim içimin yandığı gibi. Yetişememiştik, yaşı benden de gençti ama yaşadıkları hepimizden fazlaydı. Yüzünde kırışıklık yoktu ama acı vardı, belki üniversite sıralarında oturacak yaştaydı belki de sevdiğiyle evlenecek yaşta ama o burada bir senedir her gün tecavüze uğramış ve bedeninde, kıyafetinde ve karnında bunun yüküyle yaşıyordu. O bebek masumdu ama bu anne daha da masumdu. Nasıl acımadan bunu yapabilmişlerdi ki? "Ölürsen o şerefsizlere istediklerini vermiş olursun, duydun mu beni? Savaşacağız. Bak ben nasıl elimde tüfek savaştıysam sen de savaşacaksın." Ben o küçücük yaşımda nasıl savaştıysam sen de öyle savaşacaksın Hazan. Tedirgin parmaklarımı yanağına götürdüm, yaşlarını silmemin ona bir nebze destek olmasını umdum. Şebnem Astsubay yanımıza gelip konuşmamıza ara verdiğimizi anlayınca hızlı bir kontrolden geçirdi Hazan'ı, iyiydi her ne kadar iyi denebilirse. Hücum yeleğimi kenara atıp montumu çıkardım hemen, böyle üşürdü zaten, üşümelerini istemedim. Şebnem Astsubay Volkan Üsteğmen'e döndü. Görev olunca onlar bile konuşabiliyordu. "Komutanım mağara kontrol edildi mi?" "Edildi." Hazan'ın üzerinde uzun ince bir elbise vardı, yırtıklar olan her anlamda kirli bir elbiseydi. Bacaklarının bir kısmı açıkta kalıyordu ve hasta olabilirdi. Çıkardığım montumu omuzkarına örttüm. "Her şey güzel olacak inan bana." Ayağa kalkıp ellerimi ona uzattım, tutunup zorla kalktığında bir an hareket edemedi ve soluklandı. Hâşâ üşüyordu ama kalbi kadar büyük bir üşümek değildi bu. Onlarca terörist ona tecavüz ederken üzerindeki kirşi elbiseyi çekiştirmişler yırtmışlar ama çıkartmamışlardı, o heriflerden çıkan meni bu kızın eteklerine dökülmüştü. Bana bunu anlattı, bana bunu anlattı ve benim elimden hiçbir şey gelmedi. O teröristler onu bir seks makinesi olarak kullanmışlardı ve ben çok geç kalmıştım. Hayatıma hiçbir kadını almamıştım, mesafeler onu üzer canı acır diye. Ben bunu düşünürken teröristler bir kızı ölmekten beter hale getirmişlerdi. Hazan bana ölmek için yalvarıyordu, yüzündeki tebessümü, yeşillerindeki pırıltıyı söküp almışlardı ondan. O ağladıkça ben de ağladım, tutamadım kendimi. Belki de yanında dik durana değil ağlayana ihtiyacı vardı şimdi. Aksi olsaydı Mete abi beni Hazan'ın yanında tutmazdı. Bu heriflerin akıllarına uyup dağa çıkıp hâlâ bunları nasıl destekleyebiliyorlardı? Ben anlayamıyordum. Benim gözlerimin gördüğünü onlar görse yapabilecekler miydi? Kadını obje görenden ırzına geçenden, masum öldürüp bebek katledenden ya bunlardan iyi insan çıkabilir miydi? Annesi babası bir çocuğun gözlerinin önünde kurşuna dizilirken bunlardan hiç iyi çıkabilir miydi? Hiçbir zaman anlayamadım bunu. Anlayamayacağım. Hazan'ın yaşadıkları için hiçbir geçerli sebep bulamayacağım ve anlamayacağım. "Ülkemize döneceğiz ve her şeye sıfırdan başlayacaksın bebeğinle. Bunu yaşaman için her şeyi yapacağım ben." "Adın ne asker." "Göktürk Bilir," dedim, Sayaç. Her şeyi tek tek sayan biriyim ama saydığım leşler seni kurtarmaya yetmediyse ben onca sene boşuna saymıştım. "Şu hayatta istediğim tek şey onu doğurur doğurmaz ölmek. Ben istesem de silemem yaşadıklarımı. Vücudumun her yeri yara bere içinde, onu geçtim bebek nasıl tutunuyor bana anlayamıyorum bile. Onca şeyden sonra..." Nefes alamadı, nefes alamadım. Anlattıkça rahatlıyordu belki ama bana acı çektiriyordu. Razıydım, iyi olacaksa ben bunları duymaya razıydım. "Öldür beni." Mete abiye çevirdim gözlerimi, hiç karışmamıştı, anlaşılan benim halletmemi istiyordu bana verilen sorumluluğu yerine getirecektim. Zaten bırak dese de bırakamazdım Hazan'ı, beni anlattıklarıyla yerle bir etmişti. "Hazan..." Bana doğru birkaç adım atıp durdu. Avcunun içinde ay yıldızlı bayrak duruyordu hâlâ, asla düşürmeyeceğinden emindim, nasıl hasret kalmıştı ülkesine ki öyle sıkı sıkı tutuyordu? Bir kadına bu nasıl yapılabilirdi ki? Gencecikti daha. Onca mutluluk yaşayacakken bir mutsuzluğun içine hapsedilmişti. Nasıl kıymışlarsı ona? Bir zamanlar belki ışıl ışıl bakan yeşil gözlerinin ışığını söndürmüşlerdi, ölmek istediği anlaşılıyordu yeşillerinden. Ona yardım edebilmek için o an geçmişe gitmek istedim, bir istihbarat dahi olsaydı bir haber, ne ben ne de diğerleri bırakırdı peşini. Hiçbir suçum yok biliyordum ama yetişemedim ben ona, kurtaramadım ruhunu. Yakamı kavradı, tehdit değildi bu çaresizliğinden yapıyordu. Azra Astsubay da Miray Kalyoncu da teröristlerin eline düştüğü zaman Hazan'ın yaşadıklarının kıyısından dönmüşlerdi. Herkes öyle şanslı değildi işte. Hazan en kötüsünü yaşamıştı ve onu hep beraber ayağa kaldırmak zorundaydık. "Yalvarmamı istersen yaparım, bir askere yalvarmaktan çekinmem. Öldür beni Göktürk sana yal..." Elimi dudaklarına kapadım, tamamlamasına izin veremezdim. Bana şerefli bir Türk kadınının yalvarmasına izin veremezdim. Anca o teröristler yalvarabilirdi, onlara da biraz bile merhametim yoktu benim, saya saya gebertirdim hepsini. "Yapma Hazan, içeride ateş yakacağım ısınacağız. Bebeği de düşünmen gerekiyor, salamazsın kendini." Benim haricimde kimseyle konuşmamıştı o ana kadar, kimseyle paylaşmak istememişti acısını. Bana patlamıştı, onu öldürmem için beni zorluyordu. Şebnem Astsubay, Enes, Fırat abi hepsi başarısız olmuştu. Belki de sırrını bir tek benimle paylaşmak durumunda kalmıştı, herkesin duyduğunu bilse de utancındandı onlara suskunluğu. Bilmiyordum. Buradan gidene kadar nasıl onu teselli ederim bilmiyordum. İçeride ateş yakılmıştı, sadece ikimiz vardık. Dizlerini karnına çekmeye çalışsa da başaramadı, şişik karnı ona engel oluyordu. "Yaslan arkaya," diyerek çantamı arkasına yerleştirdim. Mete abinin çantasını da bacaklarının altına koyduğumda rahatlamıştı, yarı uzanır pozisyon ona iyi gelmişti. Çok uzaklaşmadım ondan, başucunda duruyordum. Yüzünde eski yaralar vardı, direndikçe yediği dayakların izleri olmalıydı. "Bir şeyler yemek ister misin? Birkaç çeşit konserve var çantamda, hem bebeğe de iyi gelir." Başını iki yana salladı. Karşı köşeye sabitlemişti gözlerini, zincirler ve hastanede kullanılan çatal koltuklardan vardı. Onu bu mağaraya getirmişler ve ne yaptılarsa burada yapmışlardı. O koltukta... Acılarından uzaklaştırmak istemiştim onu ama faydasızdı, nereye giderse gitsin o koltuğu görecekti. Ben bile onunla ağlıyorken nasıl yardım edecektim ki ona? "Onu yok etmemi ister misin?" "Ne fark eder? Olan oldu zaten." "Anlatmak istediğin başka bir şey varsa dinlerim." Yanında başka türlü olamazdım. Ruhu ölen bir kadına bu kadar yardım edebiliyordum işte. Telsizden kulağıma Mete Abi'nin sesi geldi. "Helikopterin gelemiyor, birkaç saat buradayız Sayaç, Hazan'la ilgilen." Mikrofonu açıp "Anlaşıldı," deyip yeniden uzanan kadına döndüm. "Aharon'u tanıyor musun?" Bu sorguyu yapmak bana düşmezdi ama konuşmamızı başka yere çekmek istedim. Başını salladı, konuşmakta ve anlatmakta güçlük çekmiyordu en azından bana karşı böyleydi. "Aharon, keşke tanımasaydım." Karnına bir sancı girmiş olacak ki küçük bir inleme çıktı dudaklarından. El işaretinden anladığım önemli bir şey değildi, normaldi. "Ölü bir adama tecavüz ettiğini gördü gözlerim, sonra onu bırakıp bana... İğrenç bir zihni var, sürekli gelirdi." Gözlerini kapatıp başını iki yana salladı. O kabusları silmeye çalıştı, başarılı olmasını o kadar isterdim ki... Canının acımamasını o kadar çok istiyordum ki. Ölü bir insanla ilişkiye girmesi zaten ne kadar rezil biri olduğunu gösteriyordu. Daha fazla kanıta gerek yoktu. Konuyu dağıtmak istemiştim ama yine dönüp dolaşıp aynı yere gelmiştik. "Ağzım sadece onunla yalnızken açıktı, hep susturdular beni." Parmaklarını karnına götürdü ve sardı bebeğini, onun varlığından güç alıyordu. Şu an benim de güç almam gerekiyordu çünkü duydukça ben kaldıramıyordum. Askerler soğukkanlı olurdu ama bizim vicdanımız vardı, kalbimiz de. "İlk düşüğü o bana tecavüz ederken yaşadım. Kanamam vardı, durmadı." Yeniden doldu gözleri, yüzünde bir ekşime vardı. Anılarından mı yoksa fiziki bir can acıması mıydı bilmiyorum. "Göktürk öldür beni." Kolumu yakalayıp sıktı, canı acıyordu. Sanırım yaşanmaması gereken bir şey daha yaşayacaktık. Nefes alışverişi hızlandı bir inleme döküldü dudaklarından. "Sakin ol, sancın mı var?" Sancıdan fazlasının olacağını ben de bilmiyordum, dudaklarından çığlık koptuğunda işin ciddiyetinin farkına vardım. "Komutanım doğum... Hemen gelmeniz lazım. Şebnem ve Azra Astsubay hemen buraya gelmeliler." Azra Astsubay'ın bulunduğu yere muhtemelen Fırat abi yerleşirdi, iki kişi bir doğum yaptıracaklardı. Değil sıcağı doğru düzgün su yoktu, temiz bez anca sargı bezlerimiz kadardı. O sargı bezleri keşke ruhun yaralarını da sarabilseydi. Sanki bir bıçakla yarası deşiliyormuş gibi bağırdı, elini tuttum ona destek olmak için. "Nefes al, dizilerde diyorlar ya hani, nefes al ver. Derin derin hadi Hazan, yaparsın sen güçlü birisin." Kolumu öyle bir sıktı ki canım acıdı, onun yaşadığı acıların yanında hiçbir şeydi, sıkabilirdi istediği kadar. "Suyum geldi, bebek geliyor." "Siktir," diye mırıldandım, acıdan beni duymamıştı. "Komutanım!" Şebnem Astsubay içeriye girdiğinde Azra Astsubay da yanındaydı. Onlara güvenebileceğimi biliyordum. Daha rahat olması için Azra Astsubay kamuflaj örtüsünü bile getirmişti yanında, bacaklarının üzerine örttüklerinde çıkmam gerektiğini anladım. Yerim burası değildi artık ama kolumdaki el beni bırakmıyordu. Ona baktım, başını iki yana sallayıp derin derin nefes alıp verdi. "Yanımda kal." Gidemedim, sadece yüzüne baktım geri kalanında doğum anını seyretmedim rahatsızlık duymasını istemediğim için. Bana döndüğünde dediği şey onca teröristten sonra doğum yaparken asla benden çekinmeyeceğiydi. Acıyla ne söylediğini bilmediğini düşündüm, canı acıyordu her anlamda ve ona destek olamıyordum. Saatlerce acı çektiğini gördüm, alnındaki teri temizleyip sıkmaktan kızarmış ellerini tutmaktan başka bir şey yapamadım. Zaman kavramı benim için duralı çok olmuştu, saatler geçti üzerinden. Son bir çığlık duydum, sonra bir rahatlama hissetti. Şebnem Astsubay'ın kolları arasında bir bebek vardı, sesi çıkmayan morarmış bir bebek. Onca acıyı yaşadıktan sonra bir de ölü bir bebeğin acısını tatmıştı Hazan. İlk defa elimi o zaman bıraktı, bebeğine doğru uzandı, Şebnem Astsubay'ın ellerinin titrediğini gördüm. Nasıl dayanacaktı ki bu acıya? Bir insan evladının acısına nasıl katlanabilirdi ki? Bir kız çocuğuydu ve onu kolları arasına alıp sarstı. "Aç gözünü, hadi bebeğim." Biraz sarstı, bir ses yoktu. Poposuna vurdu yine ses yoktu. Şebnem Astsubay bir kere daha kontrol etti, burnuna götürdü elini nefesi hissetmemiş olacak ki nabzına baktı. Sustu, onun suskunluğu bebeğin yaşamadığının kanıtıydı. "Uyan hadi." Çok güzel bir bebekti, annesine benzerdi belki de yaşasaydı. "Hadi kalk ne olur?" Ağlamaya başladı, öyle bir ağladı ki tutamadım kendimi sanki saatlerdir onunla beraber ağlamıyormuşum gibi. Duygusuz olması gereken bir konumdaydım, ona destek olabilmek için daha dik durmam gerekiyordu ama ben Hazan'a ağladım önce, sonra kollarındaki minik masuma ağladım. "Gitme ne olur?" Kapıda Mete abiyi gördüm, diğerlerinin girmesine izin vermemişti. Yüzünü ekşitti, aynı hissediyordu benimle. Elinden bir şey gelmediğine üzülüyordu. Başımı salladım ona, buradayım demekti bu. Onu hastaneye teslim edene kadar başındayım demekti. Onu bırakamam demekti. Başını kalbine koydu ses duyamadı, burnuna parmağını uzattı bir şey hissedemedi. Ben o an öyle bir çığlık duydum ki onca şeye şahit oldum en acısı buydu. Mağaranın içinde yankılanan sesi dışarıya çıktı, tepelerin arasından uzaklara gitti. Bir annenin çocuğuna duyduğu hüznün ve çaresizliğin çığlığıydı bu. Bir kadının son dayanağını yitirmesinin çığlığıydı. O çığlığı duymasaydım keşke, o bebeğin ölü doğduğunu ve Hazan'ın bir kere daha ölmek istediğini görmeseydim. Birkaç saat önce burada tek bedende iki kişiydiler şimdiyse burada iki beden vardı ama ikisi de ölmüştü. Zaten bomboş bakan o yeşilleri şimdi bir ölüden farksızdı. Bebeği bırakmadı kollarından, ayağa kalkmaya çalıştı ama izin vermedim. "Şebnem sakinleştirici yap." Azra Astsubay ağladığının farkında mıydı bilmiyorum ama bunu söyleyecek kadar akıl sağlığını koruyabilmişti. Bebekler onu çok etkiliyordu. Barış bebek olayını beraber yaşamıştık ve onun için bebekler başkaydı, hoş ufacık bebeklere kimin zaafı olmazdı ki? Kim kötülüğünü isteyebilirdi bu teröristlerden başka? "İstemiyorum sakinleştirici falan." Bana doğru çevirdi kollarını, bebeğin kıpırdamayan eli göğsüme çarptığında parmaklarımı ona götürmeden edemedim. Senin intikamını alacağım güzel kızım, senin de annenin de sizin gibi kim varsa ben hepsinin intikamını alacağım size söz veriyorum. O küçük ellerinle hayata tutunamadın, tutunmana izin vermeyen herkesten intikamını alacağım. Ömrüm zaten intikam almak için geçti senin de intikamını alacağım, ben almasam ay yıldızın altında yemin etmiş Mehmetçik alacak, andım olsun. "Tamam sakin ol." Omzuna yerleştirdiğim elimle ona onu koruduğum hissini verdim. Korumam gerekenden koruyamadıktan sonra pek bir anlamı yoktu ama. "Nefes almıyor, kalbi atmıyor. Kıpırdamıyordu anlamıştım bir şeyler olduğunu. Uyuyor demiştim." Gözyaşı değildi yüzündeki damlalar, kan ağlamak terimi buydu galiba, bir anne ağlarken sadece gözyaşıyla ağlayamazdı. Elimi dağılmış saçlarına götürdüm, acıları asla geçmeyecekti, ne diyebilirdim bilmiyordum. Yanındaki iki kadının bile desteğini istemiyordu. Bebeği vermiyordu onlara. Gidene kadar ölü bir bebeğe sarılacaktı anlaşılan, buna nasıl hayır diyebilirim ki ben? Azra Astsubay'la göz göze geldik, başımı hafifçe yana yatırdığımda beni anlamış ikisi birden bizi yalnız bırakmıştı, şimdi iki ölüyle bir başımaydım. Boynumdaki fuları çıkartıp yere yaydım ve kollarımı ağlayan kadına uzattım. İlk defa ölü bir bebeğe dokunuşum değildi, daha önce de katledilmiş bebeklerin başında ağlamıştım ama bu daha ağır gelmişti, tüm anlarına şahit olmayı kaldıramadım ben. Hazan kimseye vermediği o bebeği bana verdi, onu saracak kadar büyüklükteydi fularım, sarıp sarmaladım ve yüzüne baktım. Cennet kokulu, güzeller güzeli bir bebekti. Dik durmam lazımdı ama çok zorlanıyordum bunun için. Bebeği ona verdiğimde ağlamaya devam ediyordu. Ne diyecek söz bulabildim ne de yapacak bir şey, bu defa düşünmedim sardım kollarımı. Başını göğsüme yaslayıp aramızda kalan bebeğine bakıp ağladı. Tek elini boşa çıkartıp tabancama götürdüğünde elini yakaladım. Silahı çekmeyi başarmıştı ama başına götürmesine izin vermedim. "Öldür beni nefes alamıyorum." "Sen yaşayacaksın Hazan. Onlara inat yaşayacaksın ve hayatını en baştan kuracaksın. Ben onlara rağmen yaşadım, sen de yaşayacaksın." Verebileceğim en saçma teselliyi verdiğimi düşündüm. Ağlamaktan perişan olmuş onca şeyi yaşamış sonunda da bebeğini kaybetmiş genç bir kadına verebileceğim en saçma teselliydi bu. "Onun hatırına öldür." Daha şiddetli ağladı, bebeği kendi göğsüne bastırıyordu ayrılmak istemediği belliydi. Yanağını avuçladığımda canı yandı, yaraları çoktu, o yaralar hepimizi yaralamıştı. "Yaşayacaksın Hazan, yaşamak zorundasın. Ağlayalım, yasımızı tutalım sonuna kadar ama yaşayalım. Onlar ölmemizi istiyor." Silahımı elinden kurtarıp ulaşamayacağı tarafa koyduğumda gözlerime baktı çaresizlikle. Sırtındaki yükleri, acılarını, yaşarken nasıl öldüğünü gördüm o gözlerde. O ölürken yanında ölmemek mümkün değildi, onu izleyen kim varsa orada öldü, o gün orada onunla ağlayan herkes öldü. Kollarımın arasına yorgunluk ve evlat acısıyla yığıldığında başımı dışarıya doğru çevirip daha çok ağladım, ona yardım edemediğim için, bu bebeği kurtaramadığım için ağladım. Helikopterin geldiği anonsu geçildiğinde Azra Astsubay'ı çağırdım, bebeğin cansız bedenini o aldı, ben de Hazan'ı kucakladım ve en kötü günlerini yaşadığı mağaradan çıkardım onu. Keşke başka olsaydı her şey, keşke dünyası kararmış bu kadına kaybettiklerini geri verebilseydik. Helikoptere yerleştirdiğimizde onun baş ucuna oturan bendim, uyanmasın diye iğne yapılmıştı ama ne kadar etki edecekti ki? Gözleri kapalıydı ama ruhu acıyan biri nasıl acı çekmezdi ki? Uyandığında daha çok acı çekecekti, kabustan uyandığını sanacaktı ama değildi. Timime baktım, arkada oturan Gölge de yanımdaki Sancak da ölüden farksızdı. Azra Astsubay'ın kollarında benim sardığım bebek vardı. Mete abinin omzuna yaslanmış acıyı derinlerine kadar hissediyordu. Mete abim yine tutuyordu kendini, komutan olduğu için içine atıyordu her şeyi, o dik duramazsa kimse duramazdı çünkü. Devrem Enes'e baktım, yüzünü ilk defa bu kadar mutsuz görmüştüm. Her şeyi dalgaya vuran o adam da yıkılmıştı. Hakan Teğmen sadece arkadaki Aharon'a odaklanmıştı, kendi intikamına bir intikam daha eklenmişti şimdi. Zor duruyordu çünkü o da biliyordu ki eğer o yaşarsa çok kişi kurtulacaktı, tutuyordu kendisini. Fatih abi oturduğu yerde parmaklarıyla oynuyor dik durmaya çalışıyordu aynı abisi gibi, gözlerinde yaş yoktu ama hepimiz gibi o da ağlıyordu, kahrolmuştu. Şebnem Astsubay ve Volkan Üsteğmen de başlarını kapıya yaslamış camdan dışarıya bakıyorlardı. Arada gelip Hazan'ı kontrol ediyor sonra yerine geçiyordu Şebnem Astsubay. Fırat abi tam yanımda duruyordu, bir şeyleri sorguluyor gibiydi. Çapkınlığıyla nam salan bir adam belki de bir kadının böylesine bir hale düşmesini kaldıramamış yaşamını sorgulamıştı. Gözleri yaşlıydı, astsubaylar arasında en rütbelimiz oydu ve dik duramıyordu o da. "Ben," dedi ve boğazını temizledi, sesi çatallı çıkmıştı ağlamaktan. "Ben hayatı çok boş yaşamışım." Başını kundaktaki ölü bedene çevirdi. "Ben zevklerimin peşindeyken ne acılar yaşanmış." Başına vurdu sertçe. "Bu kıza yetişemedik biz, ben bu kadına yetişemedim. Orada acı çekerken ben birini bırakıp öbürünün koynundaydım Allah kahretmesin, aklıma geldikçe çıldırıyorum." Aynısını düşünüyordum. Ben başka bir görevdeyken o ne acılar çekmişti, ben uyuyabiliyorken o uyuyamamıştı, ben evde 101 oynarken o çığlık atıyordu ama kimseye sesini duyuramamıştı. Biz yaşıyorken o kadın yaşayamamıştı. "Tam şuramda..." Göğsünün ortasını gösterdi yumruğuyla. "Tam şurama bir şey oturdu benim." Aynısı bende de vardı, kime baktıysam herkes aynıydı. Herkes yıkılmıştı ve hepimiz ayrı bir ders çıkartacaktık onlardan. O kadar sakinleştiriciye rağmen araladı gözlerini, nerede olduğunu algılayamadı. Elini karnına götürdü, eksikliği hissetti. Sonra hatırladı ve fırladı yerinden. Gözleri Azra Astsubay'ı bulunca zorladı kendini. Kollarına yapışıp bırakmadım onu, canını acıtırım diye parmaklarımı gevşetip göğsüme bastırdım bedenini. Buna ihtiyacı vardı, onun şu an nefes almaya ihtiyacı vardı ve benim ona nefes olmam lazımdı. Şebnem Astsubay yeniden sakinleştirici yapmak istedi, izin vermedi. O ağlama sesi tüm helikopterin içini doldurdu, içimizi doldurdu. Unutmamız mümkün değildi. Azra Astsubay bebeği onun kucağına verdi. Hazan benim kollarımda kollarına aldığı bebeğe sarılıp ağlıyordu şimdi. Yaralı yüzü bembeyazdı. Biraz olsun ona iyi hissettirebilmek istedim, kollarına sığındığı değil de destek alabileceği biri gibi görebilmesini isterdim beni. Farkında değildi bile, sadece o masuma sarılmış ağlıyordu. O ağladı, biz ağladık. O ağladı dünyam değişti. O ağladı ya ben yetişemedim ya, şimdi benim için her şey bambaşka olacaktı. O bebek için de bu ağlayan yeşil gözler için de savaşmam gerekiyordu. Ben bundan sonra onlar için sayacaktım. ♟️ Göktürk, Hazan ve bebeği... Bölümü beğenmeyi unutmayın❤️ ♟️Beni şu hesaplardan takip edebilirsiniz, videolu gönderiler ve bölüm alıntıları paylaşıyorum.♟️
İnstagram
rubamsalepe
♟️ |
0% |