Yeni Üyelik
88.
Bölüm

40. "Yangının Esiri"

@rubamsalepe

Birkaç Saat Önce Ankara

Zeynep'in evinde istirahat eden Hazan daha az ağlıyordu şimdi, beni öldür demiyordu. Göktürk ona öyle iyi bakmıştı ki hastaneden birkaç güne çıkmıştı, fiziki tedavisinin yanında psikolojik tedavi süreci biraz zora sokmuştu sadece. Arada kontrole gitmesi lazımdı, doğum sonrası sorun yaşama ihtimali içindi her şey.

"Ve bugün yemekte ne mi var, kabak. Tatsız tuzsuz bir kabak yemeği yanında da haşlanmış but."

Göktürk elindeki tepsiyi masaya koyup Hazan'ın önüne doğru getirdi, Mete'den aldığı tarifleri yapmıştı. Kendi evlerinde yemeğe elini sürmeyen Göktürk söz konusu Hazan olunca tüm hünerlerini sergilemişti.

"Yine mi kabak?" Bıkmıştı yoksa yemek seçtiğinden değildi.

"Onu bulamayanlar da var Hazan Hanım, lütfen yiyin yoksa yemeyenin malını yerler." Kadın kaşığı ona uzattı, al ye o zaman demek oluyordu bu. Elinden tutup yanına oturdu. "Yemen lazım, ye ki güçlen, ye ki göreve gidersem aklım sende kalmasın."

"Sana çok şey borçluyum ben."

"Değilsin."

Tuttuğu elindeki kaşığı çorbaya bandırıp ağzına götürdü. Hazan çorbayı içtikten sonra adam elini çekti, artık kaçacak yeri olmadığını anlayan kadın çorbayı içmeye devam etti.

"Öyleyim, benim canım hâlâ yanıyor ilk günkü gibi ama biraz olsun konuşabiliyorsam bu senin sayende."

"Azalacak, unutman mümkün değil ama yaşamayı öğreneceksin ve ben seni yalnız bırakmayacağım."

Hazan anlam veremiyordu buna, kendine göre kirlenmiş ve bitmiş bir kadındı, Göktürk görevini yeterince yapmıştı daha fazla neden ilerliyordu çözemiyordu bir türlü.

"Neden? Neden beni yalnız bırakmıyorsun ki? Eninde sonunda ayrılmayacak mı yollarımız?"

Ayrılmasını istemiyordu adam, bunun için mücadele etmeye korksa da o kadını yanından uzaklaştırmak istemiyordu.

"Çünkü senin yanında saymayı bile unutuyorum ben, sen bana saymayı unutturan kadınsın."

Ona Sayaç dendiğini biliyorlardı ama sebebini bilmiyordu çünkü onun yanında hiç saymamıştı adam. Bakışları diğerlerininki gibi değildi, Göktürk derin bakıyordu, onunla beraber ağlamış yaralarını sarmıştı. Ortak acıları olduğunu söylese de fazlası olduğunu son zamanlarda hissetmişti. Kadın sığınma evi yerine Zeynep'in evinde kalması da buna örnekti.

"Göktürk benim hâlâ canım çok yanıyor ben bebeğimi kaybettim." Son iki kelimeyi söylerken yeşil gözlerini kapadı, ağlamak istemiyordu en azından şu anlık. "Ben temiz değilim, çok kişi..."

"Söyleme öyle, sen temizsin onlar kirliydi." Başını yana yatırıp gözlerinin içine baktı, o yeşilleri her dakika seyretmek istiyordu. "Bir bilsen ne kadar temiz olduğunu böyle konuşmazsın."

"Canım acıyor ben sana şimdi bir karşılık veremem."

"Senden karşılık istemedim ki Hazan, sen iyi ol ben başka bir şey istemiyorum. Senin yüzün gülsün, yüzün gibi gözlerin de gülsün. Ben acılarını çok iyi gördüm bırak yaralarını sarmana yardım edeyim, ben tek başıma yapmaya çalıştım yıllarca saramadım, izin ver seninkileri beraber saralım."

Hazan Göktürk'ün gözlerine baktı, yüzünde küçük bir tebessüm belirdi. İki haftadır ilk defa tebessüm ettiğini gördü, acısına rağmen tebessüm ettirebilmişti ona, başarmıştı.

"Peki ya sana sarılmama izin verir misin?"

Hazan başını sallayınca Göktürk kollarını açtı ve ona sarıldı, bir eli saçlarında diğer eli de sırtındaydı. Hazan onun yanında hiç rahatsız olmuyordu, bir daha hiç kimseye dokunamayacağını sanırdı ama Göktürk ona sarıldığında güvende hissediyordu kendini. Sığınılacak limandan da fazlasıydı.

"Teşekkür ederim, her şeye rağmen yanımda olduğun için."

"Ben de teşekkür ederim, onca şeye rağmen bana izin verdiğin için. Hazan..." Geri çekilip elini yanağına koydu, bu defa tereddütle yapmamıştı biliyordu ki Hazan'ı rahatsız etmiyordu hareketleri. "Ben yaşadığım sürece canının yanmasına izin vermeyeceğim."

"Biliyorum, eğer geçerse bir gün..." Acılarından bahsediyordu, baş etmesi zor travmalarından. "O gün yine yanımda olursan ve sana cevap vermem gerekirse o zaman vereceğim."

Bu kadar uzun cümle kurmak bile güçtü onun için ama ona bu kadar sahip çıkan adama düzgün bir cevap vermesi gerektiğini hissetmişti.

"Sorun değil, sen iyi ol gerisi hiç önemli değil."

"Sen de iyi ol."

Çalan telefonunu açtı, uzaklaşmamıştı çünkü zaten ayrıntılı bilgi telefonda verilmezdi. Karargahtan çağrılmıştı.

"Beni çağırıyorlar."

"Ne zaman geleceksin."

"Belki yarın belki yarından da yakın."

Gülümsedi, geleceği tarihi o da bilmiyordu, bir hafta diye gidip üç hafta gelmedikleri olmuştu, net bir cevap veremiyordu ona.

"Çok uzun sürer mi?"

"Ne zaman gelirim ne olur ne biter bilmiyorum ama aklım sende olacak. Zeynep'le didiştiğime bakma ben Enes'i kızdırmak için yapıyorum aslında iyi kızdır, kendini onun yanında rahat hisset güvendesin. Ne onlar ne de ben seni bırakırız şu saatten sonra."

Diğer elini de yanağına koydu ve başını omzuna yasladı, Zeynep'e güveni tamdı ama onu yalnız bırakmak içine hiç sinmiyordu.

"Bekleyeceğim. Kendine dikkat et olur mu?" Dudaklarını alnına götürdü ancak öpmedi, yapamadı, onun yerine saçlarını okşadı.

"Asıl sen dikkat et, malum bizim iş biraz nasıl desem..." Ortamın havasını değiştirmeye çalışıyordu, ayrılık gibi hissetmesini istememişti. "Biraz kurşunlu, heh böyle diyebilirim."

"İçimi rahatlattın gerçekten."

"Gülsün yüzün şöyle, döneyim sana söz seni daha çok güldüreceğim ama şimdi gitmem lazım."

"Allah'a emanet ol."

"Sen de."

♟️

"Sen ne sırıtıyorsun öyle pişmiş kelle gibi?" Bu deyimin aslı vardı, hayvan kellesi pişince sırıtır hale geliyordu, aynı öyleydi Göktürk istemsizce gülüp duruyordu. "İki haftalık tatil yaradı sana fena yaradı hem de."

"Geç dalganı abi geç."

"Devrem şu an komutanımız o, ceza yeme aman ha." Dirseği karnına girdiğinde Enes öksürmeye başladı.

"Sen bir gün susacaksın da ben de göreceğim değil mi çenesi çıkasıca kardeşim."

"Abim haklı, evde de bu böyle sırıtıp duruyor."

Fatih parmağıyla onu gösterince diğerleri de gülümsemeye başladı. Onca zorluk yaşamıştı Göktürk, Hazan'ın yaşadıklarından öyle bir etkilenmişti ki uzun bir izin kullanmak durumunda kalmıştı. Şimdi böyle gülüyor olması timi de sevindirmişti.

"Ne oldu lan? Ne sırıtıyorsun öyle, ne diyor komutanlar?" Azra'nın kaba girişi ortamı daha da gevşetmişti, komik gelmişti herkese.

"Anlamadın mı Azra, senin anlaman lazımdı. Şu timde onu en çok anlayabilecek sensin." Mete Fırat'ın dediklerine karşı başını iki yana salladı, ben de varım demekti bu. "Tek seven o değilmiş abi baksana Mete Yüzbaşı kendini işaret ediyor ama bacımın sevgisini gördüm ben, tabii siz daha eskisini biliyorsunuz ben yoktum o zamanlar."

"Konu nasıl bize geldi ya? Biz iş hayatıyla özel hayatını birbirine karıştırmayan bir çiftiz, değil mi komutanım?"

"Öyle astsubayım öyle." Kulağına eğildi bu defa. "Geçen hafta Halide Yüzbaşı yüzünden ağzıma sıçmanı saymazsak öyle sevgilim." Azra Mete'yi ittirince tim yine gülmeye başladı, keyifler yerindeydi.

"Şimdi siz Sayaç âşık oldu mu diyorsunuz, ben mi yanlış anladım?" Hakan timinin yüz ifadesini inceledi tek tek sonra da Göktürk'e döndü. "Sanırım o kişiyi de yakından tanıyoruz."

"Evet komutanım, tanıyorsunuz. Kendisiyle şu an bizzat benim sevgilim bir tanecik aşkım ilgileniyor."

"Şu kıza olan hitap şeklinin midemi bulandırdığımı daha önce söylemiş miydim Devrem?"

"Evet. Bir sorun varsa seni 50 tur koşturacak kadar zor duruma sokabilirim kardeşim," dedi gülerek, pişman değildi hiçbir söylediğine, boş boğaz da olsa her dediğinin arkasındaydı.

"Şu yüz ifadesine bakacak olursanız anlaşılıyor zaten teğmenim, kaç gün eve gelmedi de hastanede kaldı."

"Aşk işte, geçmiş olsun amansız hastalık Sayaç."

Hakan kendisinden biliyordu bu hastalığı, Miray'a birden öylesine tutulmuştu ki ondan vazgeçebilmek imkansızdı şimdi.

"Ee bir şey dedi mi kız? Daha doğrusu sen konuşabildin mi? En son daha iyi diyordun."

Azra'ya çevirdi bakışlarını, pek bir şey söylemeden çok şey söylemişti aslında adam, Hazan ondan zaman istemişti ve bu hayır demek değildi.

"Ona bana sayı saymayı unutturan kadın olduğunu söylediğimde anladı sanırım, acısını yaşadığını ve bana cevap veremeyeceğini söyledi. Reddetmedi, bu benim için yeterli bir mutluluk ve ilk defa yüzünün güldüğünü gördüm ya o gülüşü bana son nefesime kadar yeter."

Bazı gülüşler vardı bir ömür saklanırdı hafızalarda, Hazan'ın gülümsemesi de Göktürk'e öyle işlemişti. Belki hiçbir zaman karşılık göremeyecekti taze sevgisine ama onun iyi olduğunu bilmek onu mutlu ediyordu, gözü arkada değildi şimdi.

"Of, sayı saymayı unutturan kadın mı? Ben bile bu kadar iyi cümle kuramazdım bir kadına karşı helal olsun sana Sayaç."

"Akıncı tedrisatından geçtiğin çok belli Sayaç." Kocasının kulağına eğildi. "Sen benim yaşamama sebep olan kadınsın demiştin bana."

"Öylesin, sen benim yaşamama sebep olan kadınsın."

Sarılmak istese de yapmadı, yeri değildi hiç ama bakışlarından bu hissi çok net gözüküyordu.

"Öyle yani komutanım, dönüp tekrar onu görmeyi iple çekiyorum hemen bitse şu görev."

Cebindeki uydu telefonu çaldığında çıkartıp komutanına verdi, gelen haber iyi bir haber değildi, rotalarının üzerinde iniş sağlayıp bambaşka bir göreve gideceklerdi. Operasyon vardı bugün.

"Anlaşıldı komutanım," deyip telefonu Göktürk'e geri uzattı. Biraz yüzü düşmüştü. Şebnem'e ve Göktürk'e baktı. Onları gerecek bir mevzuydu söyleyecekleri.

"Mete hayırdır, ne diyorlar?" Fatih gibi diğerleri de gerilmişti, sorma işini ise kendisi üstlenmişti. "Yine güzelim muhabbetimizin içine kim sıçtı?"

"Gölge Timi'ni sıkıştırmışlar, tepede çevrelenmişler acil iniş sağlayıp etraflarını temizleyeceğiz." Bu iyi olmamıştı, Şebnem az öncekinden daha da gergindi şimdi. "Bakma öyle Şebo, Volkan'ı tanımıyor musun sonuna kadar savaşacak bir şey bulur o."

"Bu beni daha çok korkutuyor, yapacaklarının sınırı yok çünkü. Allah kahretsin bitmediler."

"Bitmezler Şebo, ben 18 senedir savaşıyorum hâlâ bittiklerini görmedim. Bölücüsü bitse radikali çıkar, radikali bitse bir başkası çıkar. Türk'ün düşmanı bitmez."

Bundan beş bin sene önce de Türk'ün düşmanı vardı şimdi de, tarih ilerliyordu ancak Türk'ün düşmanları bitmiyordu. Tomris Hatun'un da düşmanları vardı, seni kana doyuracağım deyip sonuna kadar savaşmıştı. Mustafa Kemal'in de düşmanları vardı sınırın öbür yanına sürdüğü. Bir yerde Türk varsa mutlaka onlara düşman birileri daha olurdu.

"Bana neden bakıyorsun abi, bilmem gereken bir şey mi var?"

"Hazan'ı kaçıranlar da oradaymış. Volkan onların üzerine giderken diğerleri tarafından çevrelenmiş. Yani gittiğimizde onlarla da karşılaşacağız."

Sabahtan beri gülen yüzü düştü Göktürk'ün şimdi bir nefret sardı tüm bedenini. Hakan Teğmen Aharon için nasıl delirdiyse şimdi Göktürk o haldeydi.

"Sakin olacaksın Sayaç, emrim dışına çıkmayacaksın. Taşkınlık istemiyorum." Göktürk dirseğini dizlerine yerleştirdi ve başını ellerinin arasına aldı, dalgalı siyah saçlarına geçirdi parmaklarını.

"Abi öldüreceğiz değil mi? Yaşayamaz o piç. Abi ben Hazan'ın yüzüne bir daha bakamam, o herifi gebertmezsem bir daha bakamam."

Enes onun sırtını sıvazlayarak destek vermeye çalışıyordu, Mete'nin sözünü dinleyeceğini bilse de ona sahip çıkmak durumundaydı.

"Hepsi ölecek, Volkan'ı oradan çıkartmak için ölmeleri gerek. Sadece Hazan için değil Volkan Üsteğmen için de ölmeleri gerek. Hepsini geberteceğiz ama bir aptallık yapmayacaksın Sayaç!"

Başını salladı yavaşça, ölecekleri ve bunu abisi söylemişti. Ölecekler dediyse yalan söylemezdi, dediğini yapacak ve sinirlerine hakim olmaya çalışacaktı.

"Fatih harita üzerinden bir güzergah belirle bize, tepeye hakim olduğunu düşünüyorum." Koordinatları ve harita üzerindeki mevkiini gösterdi. Fatih gülümseyerek kollarını birbirine bağladı.

"Ayıp ettin komutanım, bilmediğim yer mi var benim? Biliyorum tabii ki." Haritaya doğru yaklaşıp parmağını tepelerin üzerine götürdü, güzel bir strateji yapacaktı şimdi.

Fatih koordinatlar üzerine strateji yaparken Şebnem dalgın gözlerle dışarıya bakıyordu, o hengamede onunla konuşmamışlardı, Göktürk daha büyük tehlikeydi.

"Abim iyi misin?"

Fırat koluna dokunduğunda karşısına baktı, başını salladı yalandan. İyi değildi, aklı oradaydı.

"Şebnem kurtaracağız onu."

Bu defa destek yanındaki teğmenden geldi, o da sırtını sıvazlıyordu. Ailesinden daha çok gördüğü bu adamlara aileden başka ne denebilirdi ki?

"Fena sarmışlar komutanım, nasıl olacak o?"

"Bu tim kimlerin elinden kimleri kurtardı bir bilsen. En yakın örnek Miray, çok sarp kayalıkların üzerindeki bir mağarada tutuluyordu. Demir Astsubay tam karşı tepeden kapı ağzındaki teröristleri indirdi sonra içeriye girdik kurtardık onu. Fiziki açıdan zor bir yerdi, bizi de zorladı ama yaptık mı? Yaptık. Zor oldu evet ama başardık. Volkan Üsteğmen'i de kurtaracağız ve onu kurtarabilecek çok yetenekli askerlerimiz var farkındaysan."

Onların yeteneğine kalmadan Volkan'ın kendisinin de çözüm bulma ihtimali vardı bu da bir gerçekti, çatışmaya gerek kalmadan hemen kurtulmalarını isterdi o da.

"İnşallah dediğiniz gibi olur yoksa..."

"Yoksa?" dedi Hakan, yoksasını çok iyi biliyordu ama onu konuşturmak istemişti.

"Yoksa bununla nasıl başa çıkarım bilmiyorum." Boğazında düğümlenmişti her şey, aklı sadece ondaydı, ne yapıp ne edip onu kurtaracaktı o cehennemden.

Helikopterden indiklerinde plan hazırdı, sessizce ilerleyip tepenin arkasından sızıp binecekleri tepelerine. Çevrelenmişlerdi madem, o halkayı kırıp içerideki Türk askerini kurtaracaklardı, o şerefsizlere yem etmeyeceklerdi.

"Şebo iyi değil Mete." İyi olmadığı ve her an bir yanlış yapabileceği düşüncesi tereddüt etmişti onu. "Göktürk de iyi değil, Hakan düzeldi mi bilmiyorum. Hangisine sahip çıkacağıma şaşırdım Demir Leydi'm." Askerlerine baktı önce, sonra kafasında eşleşmeler yaptı, böylelikle daha sağlam hareket edebileceklerdi.

"Bu defa seninle Göktürk gelsin, Şebnem'le de Enes dursun." Askerlerine baktı yeniden. "Sayaç Akıncı Astsubay'lasın, Kırımlı sen de Şebnem Astsubay'lasın."

"Gel bakalım Sayaç, düş önüme bugün senden ben sorumluyum, Enes değil benim bugünkü badin."

"Abim bekçi dikti o zaman." Azra ensesine patlattı bir tane, sert değildi ama dalga geçmemesi gerektiğini de belirtmek istemişti.

"Bekçi senin abindir, düş önüme."

Uydu telefonuna düşen arama timde küçük çaplı bir telaş uyandırdı, Volkan arıyordu, yaralı olduğunu ne yapması gerektiğini soruyordu. Kötü değildi durumu ama kötüleşebilirdi. Yetişmeseler çok kötü şeyler olabilirdi.

Volkan elindeki pimi çekilmiş bombayla bekliyordu Sancak Timi'ni. Solukları derinleşmiş terlemesi de artmıştı.

"Biliyor musun gücüm tükeniyor. Patlayacak gibiyiz." Bombaya bakıp gülümsedi. "Bizim bir arkadaş vardı Laz, o olsa o da aynını yapardı. Patlatayım mı lan sizi?"

Söylerken sallanıyordu, gerçekten de baygınlık geçirse hepsi birden havaya uçardı. Volkan bunu göze almıştı.

Seni hep sevdim Şebo, hep sevdim.

Yutkundu, canının acısı artıyordu, müdahale gelecekti ama ne zaman gelecekti bir bilinmezliğin içindeydi. Askerlerine baktı, hepsi çok cesur hepsi çok yiğitti. Biri yeni nişanlanmıştı yakında düğünü vardı. Yazık olacaktı, bari onlar kurtulsaydı, onların kurtulması için kendini feda etmek isterdi ama öyle bir kapanın içine hapsolmuşlardı ki çıkmak bir yana dursun nefes almak bile imkansız gibiydi.

"Bir!"

"Rüya görmeye başladım galiba."

Bora ve MPT sesleri işitti, rüya olduğunu sandı. Parmaklarının arasındaki bombanın bir kadın tarafından alınıp piminin takıldığını gördü. Hayal gibiydi.

"İki!"

Göktürk sayıyordu etrafındaki teröristler yere serilmişti ve Şebnem yanındaydı, rüya gibiydi gerçekten çünkü öleceğine kendisini inandırmıştı.

"Volkan, geldim bak buradayım."

Tuttuğu gözyaşlarını ilk defa orada akıttı, adamın koluna dokunduğunda acıyla sızlandı, yüzü ekşimişti ama gözleri ondaydı.

Telaşına rağmen ne yapacağını iyi biliyordu, elleri yarasındaydı, yapması gerekenleri birer birer yapıyordu aynı zamanda koluna göz yaşlarını silmeye çalışıyordu.

"Neden vuruldun ki? Geri zekalı safi zararsın. Çok acıyor mu?" Yaptığı hamleyle canı acıyınca sızlandı yeniden, zorlukla "Acımıyor," dedi.

"Yalancı."

Adam kanlı parmaklarını onun yanağına götürdü ve yavaşça yaşlarını sildi.

"İyi olacağım, yetiştin."

Ölmek üzere olan adam için büyük lütuftu varlığı, ona âşık bir adam için ise paha biçilemezdi. Sesleri bir yerden sonra işitmemeye başladı, sadece onu duyuyordu.

"Kurşunu çıkarttım Volkan, kapama gözünü bak bana." Volkan dikiş atılana kadar tuttu kendini. Sargı bezinin etrafında sarılması sonrasında doğrulmaya çalıştı, başaramayınca ona doğru düştü. "Volkan, bak bana. Şşş geçti bak, iyileştirdim seni." Adamın yanağını okşayıp alnını onunkine dayadı. "İzin veremem ölmene, daha birbirimize borcumuz var bizim."

"Ne borcu?" Yutkundu, nefes almak bile zordu şimdi onun için. Sadece onun kollarında olmanın huzuru vardı onun dışında iyi bir şey hissetmiyordu.

"Daha birbirimizin hayatını mahvedeceğiz, öyle kaçamazsın kolay kolay. Yaşayacaksın ki birbirimizin ağzına sıçalım tamam mı?"

"Seviyorum," dedi sadece, kanlı parmaklarını bir kere daha yüzünde gezdirdi sonra yumdu gözlerini. Hastaneye gitmesi lazımdı, helikopter yakınlardaydı, Volkan ve refakatçi olacak sıhhiyeyi alıp götürecekti kalanları düşmanın peşinden gidecekti.

"Şebnem sakin ol, kalk ayağa." Önce duymadı sonra omzuna yerleşen elin sahibine doğru döndü. "Abi ya kurtaramadıysam, ya işe yaramazsa?" dedi başçavuşa.

"Yaramaz olur mu hiç? Sen yaparsın da olmaz mı? Hadi kalk geliyor helikopter götürsünler onu. Alınacak intikamın var şimdi öyle düşün."

Başını kolları arasındaki baygın adama çevirdi, alnına bir öpücük bırakıp ayağa kalktı. Duygusuz davranmak zorundaydı, eğer görevini yapmak istiyorsa eğer bir askerse böyle yapmalıydı. Türk askeri göğsünü siper ederek tüm akınları durdurmak zorunda değil miydi? Mehmet Akif öyle söylememiş miydi? Şimdi öyle olmalıydı.

"Emredersin komutanım."

"Sancak ve Gölge Timi, karşımda toplan!" Yamacın aşağısındaydı, tepeye göre daha güvenliydi, saldırıya daha az açık bir yerdi.

"Teğmenim," dedi Gölge Timi'ne bakıp. "Timinin başına geçiyorsun ve doğu yönüne kaçanların peşine düşüyorsunuz. Sayıları az zaten, temizleyin ki ana gruba desteğe gelmesinler." Sancak Timi'ne döndü bu defa da. "Biz ana grubun peşinden gidiyoruz, o heriflerin işini bitiriyoruz."

"Anlaşıldı komutanım."

Göktürk'ün yanına gitti önce, Şebnem de oradaydı. "Sakin olacaksın, ele geçirebildiğimizi ele geçireceğiz olmazsa öldüreceğiz. Sen benim için o leşlerden önemlisin Göktürk Bilir, kendine hakim ol." Elini omzuna koyup ona desteğini gösterdi, Şebnem'e de dönüp aynını yaptı. "Sen de, intikam deyip kendini tehlikeye atmayacaksın. Siz bana lazımsınız. Sizin gözyaşınıza bu dağı tepeyi yıkarım ben."

"Gidiyoruz vuruyoruz çıkıyoruz şerefli Türk askeri, kolunuzdaki ve göğsünüzdeki bayrağı düşünüp hareket edin. Size inanıyorum düşün önüme hadi."

"Sence işe yarayacak mı abi?" Fatih ellerini iki yana açtı bilmediğini göstererek. Kendisine söylenseydi bunlar dinlemezdi, emin olduğu tek şey buydu. "Ay ben de kime söylüyorsam, Mete sana eline tabanca almayacaksın dese gider mermiye kafa atarsın ben bilmiyor muyum seni?"

"Yengeliğini hiç eksik hissettirmiyorsun biliyor musun? Hep elin üzerimde gibi. Beni Suriye'ye geri yollayın yeter."

"Yollayacağım ben seni yollayacağım, karıma laf etme düş lan önüme canım badim, öz kardeşim düş."

Mete kolundan çekiştirip önden önden yürüdü. Yola indiklerinde Fatih Üsteğmen yer yön işini devralmıştı artık.

Lastik izleri vardı ileride, taze izlerdi ve bu izler karşı tepenin arkasında başlıyordu. Demek ki araçlarla gelmişler ve gitmişlerdi. İzleri takip edebildikleri kadar edeceklerdi, uydu desteği de alacaklarından kolay olacaktı. O kelleler bugün uçacaktı yoksa Hazan'ın ve Volkan'ın intikamı yarım kalırdı. Bir ormanlık alanın içine gidiyordu artık uydu desteği alamazlardı, tüm yeteneklerini kullanıp tüm savaşı kendileri vermelilerdi.

"Şuraya bakın."

"Enes çevre güvenliği hemen! Dikkatli olun. Başçavuşum kontrol et hemen."

Onu göndermişti çünkü Göktürk ve Şebnem'in aklının yerinde olmadığını düşünüyordu, Enes çevre güvenliği alırken Azra da onunlaydı. Bu da demek oluyordu ki düşük rütbeli kalmadığından iş ona düşmüştü.

Ağaca bağlanmış birkaç yerinden bıçaklanmış bir adam vardı, yeni ölmüştü ve oraya yeni bağlanmıştı. Muhbirdi bu, Fatih Üsteğmen tanıdı hemen yüzünü, istihbarati faaliyetlerin birinde beraber çalışmışlardı. Hainlik eden muhbir demek ki buydu yoksa onun burada ne işi olurdu ki?

"Var mı bir şey Fırat? Üzerinden bir şey çıktı mı?"

Fırat dikkatle üzerini inceliyordu, bir misinaya bağlı bomba düzeneğini fark edince geri çekti elini. Cebinden uzanan misinayı takip edip kaynağına indi. Pimi hâlâ takılı olan el bombasını dikkatlice alıp misinayı çözmeye başladı. Ayrıca bir tuzak var mı onu da kontrol ediyordu, temizdi.

"Ah be Orhan'ım, yiğidim benim. Sen olsaydın senden bana kalır mıydı bu bomba? Koşa koşa gelir bombayı alır işini hemen hallederdin."

Yüzünü ekşitti anılar aklına gelince, bu onun dikkatini dağıtmıyordu bu ancak duramıyordu işte, bir bomba söz konusuysa akıllarda hep şehitleri Orhan vardı.

Misinayı çözüp bombayı güvenlice hücum yeleğinin cebine koydu. "Temiz komutanım. Ceplerine bakacağım." Dikkatlice ceplerini kurcaladı, hepsi boştu sadece birinde bir kağıt parçası vardı, çıkartıp Mete'ye götürdü sonra da dönüp onu yere indirdi.

"Yine mi mektup?"

Kötü anılar canlandı kafasında. En son böyle bir mektupla tehdit edildiğinde Azra ne hale gelmişti, sırtı izlerle doluydu ve ömür boyu onunla yaşamak zorundaydı. Bir kurşun izi vardı, yetmezmiş gibi onlarca kemer izine mahkum etmişti onu Berzan. Bir de Orhan, onu almıştı. En hazmedemediği de buydu zaten.

"Korkuyorum."

Kolundan sıkıca tutup kulağına eğilmişti kadın, korkusu yeniden başlarına bir felaket gelebilme ihtimaliydi ve bu defa nasıl katlanırdı bilemiyordu. O heriften çok yorulmuştu, o ilk göreve çıktığı güne lanet ediyordu, Eliza olduğu günden nefret ediyordu. Mete ile tüm ilişkisi orada oluşmuştu ancak ona rağmen her şey berbattı.

"Korkma güzelim, sen Demir Leydi'sin, asker Azra korkmamalı."

"Asker Azra korkmuyor ki, Akıncı astsubay değil Azra korkuyor. Ben aynı şeyleri yaşamaktan korkuyorum."

Tim gözlerini dikmiş onlara bakıyordu ana öylesine sessizlerdi ki sözleri duyulmuyordu. Hareketler... O hareketlerinden o korkunun anlaşılmaması imkansızdı. Azra'nın korktuğu çok belliydi. Sırtındaki izlerin benzerinden, Orhan gibi birini kaybetmekten delicesine korkuyordu. Sırtındaki o acıyla o ipi vurmak dünyadaki en zor işti, kardeşinin kopmuş koluna sarılıp ağlamak hiç kolay olmamıştı.

"Tim çevre güvenliği alın." Hepsi birden arkasını döndüğünde karısının başını ellerinin arasına alıp alnından öptü. "Korkmayacağız, onların istediği korkmamız zaten."

Timinden birer birer adam eksilmesine şahit oluyordu, timin yarısının aklı yerinde değildi zaten. Tek kişi kalana kadar aklını kaybedemezdi, eğer ki tek başına kalırsa o zaman pes etme hakkı vardı. Komutan olmak böyle bir şeydi işte, yıkılmamak zorundaydı. Bir tek Azra vurulduğunda yıkılmıştı o sırada da yalnızlardı.

"Okumamız lazım." Azra'nın onayıyla açtı kağıdı, yanılmamışlardı yine oydu. Buradaydı, Volkan'ı vuranlar arasında o da vardı. "Şehirde sanırdık, şehirde olduğu kadar dağda da duruyor bu piç, yanılmışız."

"Sakin ol Azra'm, okuyalım ne saçmalamış öğrenelim."

Kağıdı ikisinin ortasına aldı ve okumaya başladı içinden. Biliyordu ki onların duymayacağı şeyler mevcuttu içinde, bittikten sonra özet geçerdi onlara.

Sevgili Eliza ya da Azra mı demeliyim?

Bu giriş yapıldığına göre son bir saat içinde yazılmıştı bu mektup, Volkanları kurtarmaya geldiklerine fark edilmiş ve yazılmıştı. Başından beri bekledikleri sancak timi değildi, sürpriz olmuştu ama güzel bir sürpriz onlara göre.

Seni biraz kanlı karşıladım, dahasını da göreceksin, Türk'ü öldürmek benim görevim.

"Orospu çocuğu. Mete ben delireceğim yine."

Ondan farksız olsa da tutmak zorundaydı kendini, timde bir avuç insan aklı başındayken kontrolü kaybetmemeliydi, en azından içinde kopan fırtınayı susturmalıydı.

"Aşkım benim, Allah aşkına sakin ol."

Ama beni öldürmek... Beni öldürmek senin görevin mi? Onunla evlenmişsin, Sergio'nun... Mete'nin düşmanımın karısı nasıl olabildin? Nasıl tüm ipleri kopartıp atarsın onca şeyden sonra? Nasıl yaşamana göz yumacağım ben şimdi?

Mete küfretti içinden, kağıdı aşağıya doğru indirip derin derin nefes aldı. Karısı ondan beter haldeydi, elini sırtına yerleştirip kamuflaj yeleğin şeritlerinde gezdirdi. Kadına bu yeterli gelmemiş olacak ki biraz daha sığındı kollarına. O sarıldıkça Mete de güç aldı, şu an en çok karısının desteğine ihtiyacı vardı çünkü yıkılmak üzere bir dağdı, ayakta zor duran bir dağ.

Önemli değil, zaman ne gösterir bize bilemem ama yine yanıma geleceğini hissediyorum. Bu defa kavuşacağız gibi o herife rağmen.

Neyse biraz da iş konuşalım, sana bir sır vereceğim yanındaki heriflere de söylersin bunu, o mağaradan kurtardığınız kızı benim adamlarım kaçırdı, ilk bana getirdiler onu.

Gerisini okumaya gerçekten korkuyordu ikisi de. Ölümden beter şeyler yaşayan Hazan'ın sebebi Berzan mı olmuştu? Yine çıkmıştı karşılarına, bu defa Azra'ya yapmak isteyip yapmadıklarını başkasına yapmıştı.

Onu sen gibi hayal ettim, hiç benzemiyorsunuz ama ben hayal edince oldu. Hamileyken pek işime yaramadı, hamile kadınlardan hoşlanmıyorum o kadın sen olmadıktan sonra. Ölmek istedi öldürmedik, tek değildik onlarca hatta belki yüzlerce. Bir seneyi geçmiş tabii, yol geçen hanı gibi ihtiyacı olan bir uğruyordu. Bunları sana neden anlatıyorum biliyor musun? Beni bul diye, senin yüzünden o kadın o halde.

Değildi, Azra yüzünden değildi Berzan bizzat Hazan olduğu için ona tecavüz etmişti, yalan söyleyip manipüle etmeye çalışıyordu onu. Böylece suçluluk psikolojisiyle peşine düşüp yanına gelmeye kalkabilirdi. Bunu hayal ediyordu bu sözleri yazarken.

"Değil Azra, bak bana seninle alakası yok."

"Ben onların kanına girdim." Ağlamaya başladı kendini yeterince dizginlemişti zaten. Ruhunun daraldığını hissetti, göğsüne bir ağırlık çöktü. "Benim yüzümden oldu."

"Yalan söylüyor."

"Bir seneyi geçti, biz göreve gideli 1 seneyi geçti Mete."

Tarihler uyuşuyordu, Berzan dediği gibi yapmış da yapmamış da olabilirdi, onlarca olasılık vardı ve bunu sadece Berzan biliyordu.

"Çıktı geldi yine, yine durmadı geldi piç. Bir tanem bak gözlerime, sen suçsuzsun en az onlar kadar, suçlama kendini."

Azra mektubu kaldırıp okumaya devam etti, dik durmaya çalışıyordu, Mete'nin desteği olmasa çoktan dizlerinin bağı çözülür yere yığılırdı.

Bana gelseydin, davamıza katkı verseydin o kadın bunları yaşamayacaktı. Bu savaşı sen başlattın Azra, ben de durmayacağım, yemin ediyorum bir kere daha karşılaşacağız ve bu defa ipler benim elimde olacak, ölecek misin yaşayacak mısın o zaman karar vereceğim.

Şimdilik hoşça kal Eliza Oliver.

Davamız dediği kısma kusmak istedi, dava dedikleri vatanı bölmekti, çoluk çocuk demeden masumları katletmekti.

Daha fazla duramadı Azra, bacaklarının bağı çözülürken travmaları bir bir tetiklenmiş tüm zorluklar önüne yığılmıştı. Mete hemen tutsa da onu yerden kaldıramamış kendisi yanına çökmüştü. Sarıldı sıkı sıkı, saçlarının arasına parmaklarını geçirip sakinleştirmeye çalıştı, iyi değildi. Neler geçiyordu aklından çok iyi biliyordu. Bir mektup sonrası çekeceği fiziki acıları düşündü, Hazan'ın kendisi yüzünden bu halde olduğunu düşündü.

"Senin suçun değildi, öldüreceğim onu yemin ederim. Bak gözlerime, sana hiç yalan söyledim mi ben?" Başını iki yana salladı, söylememişti ve o ben bir robotum dese bile inanırdı, öyle bir güveni vardı ona karşı. "O zaman inan bana, o herifi mahvedeceğim."

Mete'ye sarılırken gözleri karşıya doğru takıldı, elini bacağına doğru götürüp silahını kavradı ve çekip ateş etti. Ateşten sonra Mete'yle beraber yere devirdi kendini. Bu atışla herkes siper almış korunaklı gördükleri yerlere geçmişti. Birkaç saniyelik sessizliğin peşine keleş sesleri duyuldu. Ormanlık alanda kapana kısılmış gibilerdi. Ateş ettikleri yönün aksine atışlar geliyordu, bir de yanık kokusu.

"Ateşe verdiler ormanı, bu yandan da ateş ediyorlar. Sıkıştırdılar bizi."

Azra fark etmiş olsa da çok geçti, geçtikleri patikanın etrafındaki çalılıklar tutuşmuş oradan da ağaçlara sıçramıştı hızla. Döktükleri kimyasal madde bunun hızlı olmasını sağlamıştı, öyle kokusuzdu ki ağaçlarda yerlerde olsa bile tim fark edememişti. Kokusu yoktu, zaten nemli olan ağacın üzerinde de anlaşılmıyordu. Patika kapanmıştı, çürük dev bir ağaç ateşi görür görmez devrilmişti.

"Sancak Timi burayı yara yara aşmamız lazım, ateş bizi itekledikçe onlara doğru gideceğiz."

Etraflarını öyle bir sarmışlardı ki zar zor ateş ediyorlardı, kalabalıklardı, atış üstünlüğü onlardaydı bir de onlara yardım eden bir yangın vardı.

"Ters ateş yaksak?"

"Vakit kaybı, yanımızda yanıcı madde yok, olsa da yetersiz kalırdı. Küçük bir ateş bu büyük yangını söndürmez." Yangını yangınla söndürmek iyi fikirdi ama yetersizdi şimdi.

"İki," diye saydı Göktürk, zor da olsa iki kişiyi etkisiz hale getirmişti. "Mektupta ne diyor abi?"

Bunu timiyle paylaşmak zorundaydı. Bir yandan ateş ederken bir yandan da onlara anlatacaktı.

"Berzan burada, Hazan'ı onun adamları kaçırmış ve..." Devamını söylemedi ama orada duran herkes ne demek istediğini çok iyi anladı. "Onu gebertmemiz için bir sebebimiz daha var artık. Azra Astsubay, Orhan abi, Hazan ve o bebek..."

"Öldüreceğiz aslanım, sana yemin ederim o herif ölecek. Sancak Timi, biz bu cehennemden çıkacağız ve o itleri öldüreceğiz. Canlı hiç kimse kalmayacak, anlaşıldı mı?"

"Anlaşıldı!"

Hiç biri iyi değildi, canları marşlar söylemek isterdi böyle sıkışık durumlarda söylediklerinden güç alırlardı ama şimdi herkes öylesine zor duruyordu ki marş söylemek bir yana konuşmak bile güçtü onlar için.

"Demir Leydi, iyi misin?"

Başını karısına çevirdi bir anlığına, gözleri kızarmıştı ama Bora'sıyla öyle bir uzanmıştı ki hedefe öyle bir kilitlenmişti ki hepsini bir başına öldürebilirdi.

Tetiği çekip mermiyi öne sürdü yeniden. Yakın mesafeden Bora ile ateş etmeyi sevmiyordu ama mecburdu, iki tüfek taşımak onu sadece yavaşlatırdı.

"İyi değilim, o yüzden bunu sen değil onlar düşünsün komutanım çünkü kurdun dişine kan değdi."

Dumanlar yükseliyordu öylesine fenaydı ki alevler gözle görülüyordu. Mete arka tarafa baktı, ilerlemeleri lazımdı ama mermi yağıyordu. Yeterli mühimmatları vardı ancak öldükten sonra mühimmat ne işe yarardı ki?

Fatih'e baktı, yapsa yapsa o yapardı. "Fatih, Fırat'tan az önceki bombayı al ve yaklaşabildiğin kadar yaklaşıp onlara doğru fırlat." Dikkatlerini dağıtmak için bir stratejiydi bu. "Ve sakın öleyim deme. Öleni vururum Sancak anlaşıldı mı?" Biraz olsun toparlansınlar istiyordu, bu çok mümkün olmasa da.

"Emredersiniz komutanım!"

Adam saklanabileceği mevziileri gözüne kestirdi, üç yer buldu ve oralara sığınacaktı. Bir asker asla tek bir mevziiyle yetinmezdi, yazılı olmayan kuraldı bu. Her zaman ilerisini düşünürdü.

Yerde sürünerek ilk mevziisine geçti, fark edilmemişti çünkü küçük kurumuş su yolu ona bir sığınak olmuştu. Tüfeğini çıkarmadı, boynuna astığı dürbünle teröristlere baktı. Kaçabileceğini düşündüğü anda ilerlemeye devam etti, karşıdan mermi yağıyordu ancak üsteğmen nasıl korunacağını iyi biliyordu.

Üçüncü mevzii ise dereye çıkıyordu, geniş olmayan ama gizlenilebilecek bir dereydi. Fatih oraya vardığında derenin bir kaçış yolu olabileceğini gördü, suda yürümek zordu, kaçmak için su en son tercih edilmesi gereken yerdi ama başka çere yoksa diz boyunu geçmeyen bu dereyi denemeliydiler. Dereyi aklına kazıdıktan sonra bir ağaç kestirdi gözüne, oradan ileriye bombayı atarsa dikkatlerini dağıtabilirdi.

"Kuzeybatı yönü dereye gidiyor. Tek geçit orası. Bombadan sonra hemen o tarafa geçin." Su sesinin nereden geldiği anlaşılıyordu şimdi. Dereye varınca işler daha zor olacaktı, yangından kurtulup teröristlerin ağına düşmüş olacaklardı, ne kadar hızlı hareket ederlerse o kadar yaşama şansları vardı.

"Anlaşıldı."

Üsteğmen ağaca doğru süründü ve arkasına aldığı ağacı kendine siper etti. "Bismillah," diyerek pimini çektiği bombayı kendilerinin aksi yönüne attı, aynı tarafa bir kere daha bomba atınca keleşler sustu ve tim için kaçmaya fırsat doğdu. Tekrar kalktıklarında koruma ateşiyle karşılaştılar, böylece dereye varana kadar kendilerine güvenli bir hat elde ettiler. Adım adım gidiyordu hepsi, biri koruma ateşi açarken diğeri ilerliyor, diğeri durup sonra arkasında kalan ilerliyordu. Aynı anda açılan koruma ateşi de yollarını güvenli hale getiriyordu.

"Fatih dikkatlice geri çekil, seni koruyorum."

Hızlıca yerinden çıktı ve timin yanına koşmaya başladı. Başını çıkartmadan atılan rastgele bir keleş mermisi miğferinden sekince yere düştü.

"Fatih!"

"Abi dur sekti, bir şeyim yok."

"Ulan hepinizi sıra dayağına çekeceğim ben. Kalk hadi."

Ağır bir şekilde ayağa kalktı ve yanına koştu, arkalarını saran alev az önce kaçtıkları yere ulaşmıştı bile, tam zamanında çıkmışlardı. Islak ağaçlar bile yanmıştı, insanları katlettikleri gibi doğayı da katlediyordu bu hainler.

Derede temkinlice yürüyorken namlu hep yukarıya dönüktü, her an saldırıya uğrayabilirlerdi. Sudan olabildiğince uzakta tutuyorlardı tüfeklerini, tutukluk yapmazdı ama sökülüp takılması daha uzun sürerdi, kuru olunca daha kullanışlı olduğundan MPT'ler daha yüksekte duruyordu şimdi.

Dere ileride teröristlerin bulunduğu bölgeyi de sarıyor ve genişliyordu bu da demek oluyordu ki yangın orada yüksek ihtimalle son bulacaktı. Teröristlerin de geri çekilmesi gerekiyordu, yavaş yavaş geri çekildiklerinde timin aksi yönündeydiler. Arada küçük bir tepecik vardı ve iki tarafı birbirinden ayırıyordu. İşte şimdiden sonra atış üstünlüğü askerlere geçecekti.

"Göktürk."

"Emret komutanım."

"Göktürk uydu."

Telefona baktı, çaldığını fark etmemişti, içinde o kadar büyük bir nefret vardı ki sadece teröristleri öldürmeye odaklanmıştı.

"Dalmışım abi."

"Dalmayacaksın, dalarsan ölürsün! Duydunuz mu beni, hiçbiriniz dalgın olmayacaksanız, uyuyan asker görürsem ben sıkarım kafasına. Gidin yatağınızda dalın benim timimde kimse dalmayacak! Kendinize gelin!"

Eline aldığı uydu telefonuna cevap verdi yüzbaşı, bir yandan da çatık kaşlarla dik duruşuyla timi kendine getirmeye çalışıyordu.

"Emredin komutanım."

"Yüzbaşım terörist grubun ormandan çıktığını ve araçsız uzaklaştığını tespit ettik. Bölgeye SİHA desteği sağlayamıyoruz yangından dolayı. O heriflerin canını istiyorum Akıncı, onları bul ve yok et."

Araçlarındaki beklenmedik arıza çözülememiş yaya şekilde kaçmak zorunda kalmışlardı bu da Sancak Timi için bir fırsattı.

"Emredersiniz komutanım, hemen intikal edeceğiz."

"Mete..."

"Emredin."

"Kötü bir haberim var."

♟️

"Bak güzelim, istediğini seçip giyebilirsin." Zeynep Hazan için yarım günlük izin almıştı, kontrollere gitmesi gerekiyordu ve o eşlik edecekti. Gardırobunun tamamını onun için açmıştı, istediğini seçip giyebilirdi.

"Teşekkür ederim, bir pantolon kazak yeterli. Sen hangisini verirsen giyerim."

Bir polis olarak değil bir arkadaş olarak yardım ediyordu ona, sevdiği adamın kardeşinin emanetiydi o. Hazan'a bir kadın olarak da bir arkadaş olarak da sahip çıkmak zorundaydı. Onun bu bıkmış usanmış hallerine üzülüyordu ama belli edip ona kötü hissettirmek istemedi.

"Bana bırakırsan seni düğüne gider gibi giydiririm."

Boş anına denk gelince Hazan da güldü, bugün ikinciye gülüyordu. Zeynep de Göktürk de yüzünü güldürmeyi başarmıştı.

"Uzun zaman oldu düğüne gitmeyeli. Belki Enes'le seninkine gelirim. Türk bayraklarıyla dolar salonun içi." Avucunda tuttuğu Göktürk'ün kolundan söktüğü bayrağa baktı ve gülümsedi yeniden. "Evlenecek misiniz?"

"Daha erken, hazır hissetmiyorum kendimi. Hem zaten böyle bir şeye kalksam Göktürk beni vurur."

"Seni sevdiğini söyledi, Enes'e gıcıklık olsun diye yapıyormuş."

Biraz olsun kız muhabbeti yapmak iyi gelmişti ona, dertlerini bir kenara koyup sadece ona odaklanmıştı.

"Sevdiğini biliyorum bunu ona hiç söylemedim ama ben de o geri zekalıyı seviyorum." Son kısmı ikisini de güldürdü, anlaşma tarzları böyleydi ve her ikisi de bundan memnundu.

"Belki ileride senin de öyle düğünün olur, her yere Türk bayrağı asarız, gölgesinde evet dersin."

Dolaptan çıkardığı krem rengi kazağı ve siyah pantolonu ona uzattı. Pantolonun beli ayarlanabiliyordu, Hazan onu giyerken biraz zorlanmıştı, doğum kiloları vardı hâlâ. Kazak ise rahatlıkla olmuştu, bol yapısı vardı.

"Nasip," dedi göz teması kurmadan. "Bu haldeyken evlilik son düşüneceğim şey."

"Biz hep yanında olacağız ama sende bitiyor iş, önce bedenini ve ruhunu ayağa kaldırman lazım. Kafanda bitireceksin her şeyi o zaman iyileşmiş olacaksın. Ben şöyleyim böyleyim deme asla, sen güçlü olacaksın. Bir kadın güçlü olmalıdır."

Ruhun düzelmesi asıl iş değil miydi zaten? Yaralar kapanır, hastalıklar düzelebilirdi, eğer ki birinin ruhu hastaysa işte onun çaresi kendindeydi. Önce ruhunu iyileştirmeliydi insan, gerekirse destek almalıydı ama yine de pes etmemeliydi. Ruhun hasta olması bedeni de hasta ederdi.

"Deneyeceğim."

Ağlamadı, kendini kötü de hissetmedi. Sanki hisleri alınmış gibiydi. O kadar çok ağlamıştı ki ağlayacak hâli kalmamıştı. Arada elini karnına götürdüğünde gözleri dolsa da akmıyordu artık. Zeynep de hep başka şeylerden konuşup onun aklını dağıtmaya çalışıyordu.

"Hadi gidelim o zaman."

Ona bir ceket verip kendi de giyindikten sonra evden çıktılar, yanında tedbiren tabancası da vardı. Taksiyle gidiyorlardı, hastane uzak değildi ama konuşmak için yine de fırsatları vardı.

"Sanırım Enes'le 2 yıldır beraberiz. Onu ilk nerede tanıdım biliyor musun?" Başını iki yana salladı Hazan. "Sorgu odasında." Söylerken bile yüzü gülüyordu, çok güzeldi o günler.

"Bir terörist polis merkezine aktarılırken yanında gelmiş ve sorgu odasında camın arkasından tüm sorguyu seyretmişti. Alması gereken bilgiyi bekleyemediği için tüm gününü orada geçirmişti. Meslekte ilk yıllarımdı, elimde iki kahveyle odaya girmiştim birini komisere vermek için. Sonra baktım komiser içeride sorguda, bir asker var ama böyle boylu boslu ben onu gördüm ya orada vuruldum. Kahveyi önüne koydum ve ne dedim biliyor musun? Telefon numaranı bana vermezsen seni bu odadan çıkartmam dedim. Deyiş o deyiş bak iyi ki söylemişim şimdi beraberiz."

"Ne güzel anlattın, demek ki kaderinde varsa bir şekilde bir yerden buluyor seni."

Kendisinin de kötü bir kaderi vardı, yaşayabilecek en kötü şeyleri yaşamış, görebileceği en kötü şeyleri görmüştü.

"Sen de iste Hazan, ben numarasını istemeseydim belki de bir daha hiç karşılaşmayacaktık. Sen de iste, hayallerin olsun onlar için savaş." Elini tuttu sıkıca. "Biz yanındayız. Sen de sonuna kadar mücadele et."

"Deneyeceğim, senin için ve..." Cümleyi tamamlaması için bekledi kadını, biraz duraksamıştı. "Göktürk için."

"Heh şöyle, bak ileride elti olursak çok güzel olur onu da söyleyeyim sana. Kuma gemisi yürür elti gemisi yürümez derler ama kuma gemim yürümüyor demek ki elti gemim yürüyecek. Harika olurduk seninle beraber."

"Zeynep, çok erken bunları düşünmek için."

"Ay neden erken olsun? Ben adamı ilk gördüğümde numarasını istedim tehdit edip, o da görevden sonra kafede numarasını vereceğini aksi takdirde veremeyeceğini söyledi. Bak görüyor musun erken olunca nasıl olmuş, ne de güzel olmuş. Sen hiç sıkma canını, sen istersen eğer her şey olur."

Sesini çıkaramadı, ona hak veriyordu, toparlaması gerektiğini ve kendini öldüremeyeceğini de biliyordu. Ölmeyecekse yaşayacaksa böyle yaşamak zulümdü insana. Bir şeyler yapmalıydı kendisi için.

"Göktürk'ten hoşlandın mı?"

Biraz aceleci davranıyordu ama umursamıyordu bunu. Belki ona iyi gelecek kişi Göktürk olurdu, bunu sormadan bilemezdi. Göktürk'e verdiği cevapla ona verdiği cevap aynı olmayabilirdi.

"Çok iyi biri o."

"İyi mi diye sormadım, beğendin mi? Yakışıklı mı sence? Yani buna hayır diyen kız da kördür, kokuşmuş eşofmanlarına rağmen tüm timi gölgede bırakıyor bu konuda herkes hemfikir."

Enes'ten başkasına yakışıklı mı değil mi bakmıyordu ama Göktürk gerçekten gözle görülür bir yakışıklılığa sahipti, üzerinden çıkartmadığı eşofmanlara rağmen etrafındaki tüm kadınlar onu kesiyordu, o şimdiye kadar kimseyle ilgilenmemişti, gönlü yalnızca birine düşmüştü.

"Kendin söyledin, kör değilim."

"Beğendin mi peki? Bir şey hissettirdi mi sana?"

"Bana var olduğumu hissettirdi, nefes almamı sağladı. Silahı çekip başıma dayamaya çalıştığımda tuttu beni."

Zeynep beklediği cevabı hâlâ alamamıştı, bekledi ancak konuşmadı kadın, başı önüne eğikti, cevap vermeyecek gibiydi.

Önce bir kurşun sesi işitti, her ikisi de refleksen başını aşağıya eğdi, kurşun şoföre isabet etmiş direksiyonu salınca da duvara doğru gitmeye başlamıştı. Emniyet kemeri sayesinde o hızlı çarpmadan çok az hasarla kurtulmuşlardı. Kemer Zeynep'in karnında yara oluşturmuştu ama o olmasaydı camdan dışarı fırlayacak ve ölecekti.

"Hazan sakin ol, ben yanındayım tamam mı? Başını sakın kaldırma."

Öndeki adamı kontrol etti, nabzı alamayınca geri çekildi. Telefonunun kamerasını dışarı tuttu ve etrafı kontrol etti. Ara sokakta olmanın dezavantajını yaşıyorlardı, karşıdaki silahlı adamlar haricinde hiç kimse yoktu etrafta.

"Tamam," diyebildi sadece, aylarca yaşadığı kabusu gördü yeniden, önünde öldürülen adamları hatırladı, o kaçtıkça acı geçmişi onu buluyordu yeniden.

"Ben ineceğim, peşimden in ve başını asla kaldırma. Koruyacağım seni tamam mı? Çıkacağız buradan. Polisi ara hemen sonra hoparlöre al."

Telefonunu ona verdi, kendisi etrafı kolaçan etmekle meşgul olacaktı. Hazan dediğini yapıp polisi aradı, telefon hoparlöre alınınca Zeynep kapıyı açıp aşağı indi ve etrafı kolaçan ederken yanına doğru uzatılan telefonu alıp konuşmaya başladı.

"TEM'den Zeynep Zorlu, Güneşi mevkiinde silahlı saldırıya uğradık acil destek bekliyoruz. Şoför öldü, biz de sıkıştık, aracı terk ediyoruz." Polis hemen yola çıkmıştı bunun üzerine, telefonu kapatıp cebine attı.

"Hadi gel peşimden, başını kaldırma sakın?"

"Kim bunlar?"

Bilmiyordu, bu sorunun cevabını o da bilmiyordu. Planlı bir saldırı olduğu belliydi ve o saldırının şoföre olmadığı da çok belliydi. Uzun süredir takipte olduklarının ve burada kıstırıldıklarının farkına o zaman vardı kadın.

"Hazan!" diye bir ses duyuldu arkadan. "Aharon'u gammazlayan Hazan, sırlarımızı anlatan hain Hazan!"

Birinin hain olması için onların içinde olması lazımdı, asıl hain teröristlerdi elindeki Türk bayrağını hâlâ sıkı sıkıya saran Hazan değil.

"Bana geldiler," dedi Zeynep'in arkasına saklanırken. "İntikam için geldiler, konuştum diye."

"Sakin ol ben buradayım."

Küçük adımlarla yerde ilerlerken yolun öbür yanından da bir araba yaklaştı, içinden silahlı sivil görünümlü teröristler indi. Arabanın çarptığı duvara sıkışmışlardı.

"Seninle işimiz yok, onu ver bize ve yaşa."

Zeynep gergin ortamın üzerine gülmeye başladı, bir Türk'ten kendisine emanet edilmiş birini istiyorlardı. Canını verirdi de o emaneti vermezdi kimseye.

"Gel al bakalım alabiliyorsan."

Ateş etmedi terörist, onu güçsüz görüp üzerine saldırdı. Zeynep ona atılan yumruğu tutup teröristin karnına sert bir tekme geçirdi. Yere yapıştıktan sonra soluklanmaya çalıştı, fiziken zayıf gözüken bu kadının böyle hamle yapması canını sıkmıştı. Ayağa kalkıp bir daha saldırdı, sert bir şekilde yumruğunu ona geçirince silahı bir kenara fırlamıştı, şimdi arkadaşının kardeşi dediği adamın emanetini yumruklarıyla korumalıydı.

"Amına koyayım seni piç." Teröriste birkaç yumruk geçirdi ve geriye doğru çekildi. "Hazan korkma tamam mı, korkma. Türk kadını ayakta duracak demiştik değil mi?" Sesi yaşadığı adrenalinin aksine yumuşak çıkmıştı, sakin kalabilmesi için yapmıştı bunu.

"Zeynep dikkatli ol!"

Tekrar bir hamle yaptı terörist, bu hamleyle Hazan'dan biraz uzaklaşmak durumunda kalmıştı. Geriye doğru adımladı tekrar hamle yaptığında teröristlerden biri gülmeye başladı, Zeynep anlam veremedi. Adım atacakken bedeninde hissettiği bir sızı durmasına sebep oldu. Silah sesi yoktu, bunu hemen de fark edememişti, karnına bir bıçak saplanmıştı. Dengesini kaybedip dizlerinin üzerine düştü, eli karnındaydı, yaranın üzerini bastırıyordu kanama artmasın diye.

"İyiyim ben." Gülümsedi ve ona doğru gitmeye kalktı. Bir tekme yediğinde kenara savruldu, ona yardıma gidemedi. Hazan ayağa kalkıp ona gelmeye çalıştı bu defa. Ona doğru koştu, yardım edebileceğini düşünüyordu ama hata yaptığını anladığında çok geç olacaktı.

İki kurşun sesi duyuldu. İkisi birden göğsüne isabet etmiş, krem rengi kazak kızıl kanla boyanmıştı. Nefes alış verişi hızlandı, öylesine ses geliyordu ki ciğerlerinden son nefesin son demleriydi sanki. Hazan Zeynep'in yanına devrildi. Teröristler gitti, iki yaralı kadın bir başına kaldı.

Zeynep güçlükle doğruldu yerinden, üzerine boşta kalan elini göğsüne bastırdı, aynı zamanda ayakta kalmak için destek alıyordu. Gözlerinde yaş vardı.

"İyi olacaksın, bak bana." Kendisi de zor konuşuyordu, hiç iyi değildi.

"Sen beni korudun, üzülme."

Kesik kesik çıktı sözleri, nefes aldıkça canı yanıyordu, canı yandıkça sonun yakın olduğunu daha çok hissediyordu.

"Koruyamadım, Allah kahretsin. Hazan gitme." Gözleri karardı, elleri titredi ama son bir güç ayakta kalıp ona destek olmaya çalıştı. "Göktürk'e ne derim ben?"

"Ona..." Öksürdü, gözlerinden birkaç damla yaş akıttı. "Bebeğine kavuştu de." Son bir güç konuşmaya devam etti. "Bir de kalbimde ona yer olduğunu."

Hoşlandığını, beğendiğini böyle dile getirebilmişti, biraz geç kalmıştı. Öksürdü bu defa, ağzından kan gelmeye başladı, konuşmaya çalıştıkça daha da zorlanacaktı ama şimdi susmak istemiyordu.

"Kendin söylersin, ona kendin söyle."

Acıyla inledi Zeynep, daha fazla duramayıp yeniden devrildi yere. Gözleri ve bilinci hâlâ açıktı. O Hazan'a, Hazan da gökyüzüne bakıyordu şimdi.

"Belki öteki tarafta..." Son bir gayret başını ona çevirdi, ağzındaki kan böylece boğazını doldurmuyor yere akıyordu. "Buluşuruz. Üzülmesin." Derin derin nefes aldı. "Ben mutluyum." Nefesi boğazına takıldı bu defa, çok zorlanıyordu, nefes almak hiç bu kadar güç gelmemişti ona. "Ve vatan sağ olsun," diyebildi zor da olsa.

Zeynep elini yüzüne yerleştirdi, ağlamaktan fazlası gelmiyordu elinden. Yanında kan kusarak can vermek üzere olan kadın için, kardeş bildiği adamın sevdiği için bir şey yapamamıştı. İyi değildi, gücünün tükendiğini hissetti Zeynep ama ondan önce Hazan yumdu gözlerini, acı olan ise gözlerini yummadan bir nefes çıkmış olmasıydı dudaklarından. Kızaran yeşil gözleri açıkta kalmış donmuş şekilde Zeynep'e bakıyordu.

Yine bir mektup gelmişti ve o mektup yine bir ölüm getirmişti.

Hazan şehit olmuştu.

 

♟️

 

Hoşça kal Hazan, belki bebeğinle mutlu olursun💔 Göktürk seni çok sevdi...

 

Bölüm yorumunu buraya bırakabilirsiniz. Bir sonraki bölümde görüşmek üzere 🖤

 

♟️

 

♟️Beni şu hesaplardan takip edebilirsiniz, videolu paylaşımlar ve bölüm alıntıları paylaşıyorum.♟️

 

İnstagram
Twitter
Tiktok
Wattpad

 

rubamsalepe

 

♟️

Loading...
0%