@rubamsalepe
|
Merhaba canlarım, tarih bölümü mezunu olarak edindiğim ayrıntı bilgileri uyarlayarak kendi tarihsel dünyamı kurdum, umarım bu dünya sizi de mutlu eder.
Farklı çeşitlerde yazmayı seviyorum beni buradan ve instagram Rubamsalepe hesabımı takip etmeyi unutmayın❤️
İyi okumalar
♟️
Soğuk kale duvarlarının içinde yapayalnız olmak belki de çoğu prensesin kaderiydi. Annesini kaybetmiş, babasının taht uğruna heba olduğu her hatun bu kötü vaziyetle karşı karşıya kalırdı.
Aynadaki solgun yansımama dokundum, bembeyaz kumaş üstüne sırma işlemeli elbiseme baktım. Belki de bana yakıştığı kadar kimseye yakışmayacaktı lakin ben yine de bu elbiseyi bir başkasına verecektim. Bugünden bana hiçbir şeyin kalmasını zinhar istemiyordum.
Bugün babamın katiliyle izdivaç yapacaktım yahut bunu yapmak mecburiyetinde bırakılmıştım. İstesem herkesi atlatıp kaçıp gidebilirdim lakin gidecek hiçbir yerim yoktu. Hiç görmediğim dayım Asaf Şah'ın yanına mı gidecektim? Ne diyecektim? İzdivaçtan kaçmak için buraya geldim mi diyecektim? Benim evim burasıydı.
"Mehpare Hatun." sesinin geldiği yöne döndüm. Zarife, olması gerekenden daha sakin vaziyetteydi. Bu kadar sakin olması sinirimi bozmuştu zira Sefer Bey'le nikahım benim için ölümden farksızdı. Yanıma kadar geldi ve gülümsedi. Gülümseyecek ne vardı ki? Ben tebessüm bile edecek bir şey göremiyordum.
"Size bir malumat getirdim." dedi. İçimden beni bu müşkül vaziyetten çekip çıkarabilecek bir şey olmasını temenni edip başımla onu tasdik ettim. "Söyle."
"Mirzaoğlu Kasım Han'ın Trabzon mevkiinde olduğu haberini aldık." Günlerdir sirke satan yüzümde bir anda güller açtı. "Esas mı dersin?" Başını sallayıp beni doğruladı.
Bu vaziyet çok büyük bir fırsattı. Sefer Bey ile izdivacıma mâni olabilecek yegane kişi oydu. Erguvan, Mirzaoğulları'na bağlı devletlerden biriydi. Padişah, burada alınan kararlara istediği vakit müdahale edebilirdi. "Talihimiz varsa bize yardım edebilir." deyip bir kese altını ellerine tutuşturdum.
"Bu altınlarla beraber birazdan vereceğim mektubu itimat ettiğin bir ağa ile sultana yolla. Beni kurtarırsa o kurtarır." dedim ümitle. Allah sonumuzu hayır etsin.
Üzerimdeki beyaz elbiseye mürekkep bulaşma ihtimalini aldırmadan masa başına geçtim ve güzelce mürekkebi hazırladım. Erguvan
'Şefketlü, kerametlü, mehabetlü, letafetlü, kudretlü padişahım hazretlerine: Ben Erguvan Prensesi Mehpare Hatun. Babam Arslan Bey'i alaşağı edip katline sebep olan Sefer Bey ile tahakküm altında nikahlandırılmak üzereyim. Müşkül vaziyetime derman olabilecek yegâne zât sizsiniz. Mamafih hünkârımız Sefer Bey'e emir buyururlarsa ben de suhulet ile bu vaziyetten beraat etmiş olurum. Emrü ferman; şefketlü, kerametlü padişahım efendim hazretlerinindir.'
Mektubun altına mum eritip sadece Erguvan Hanedanı'na mahsus olan mührümü bastım ve Zarife'ye uzattım. "Acele et ve kimseye görünme." Karadeniz'in hırçın dalgalarına yenik düşmezsek takriben altı saate cevabım gelecekti. Tabi cevap verirse. Koskoca Sultan bir hatunun mektubunu okuyacak kadar koca yürekli miydi?
●●●
Mektubu yollamamın üzerinden sekiz saat geçmişti. Ne olup bittiği muammaydı. Ümidini kesmeliydim zira sultanın mektubu okuyup okumadığından bile emin değildim. Benimle alakadar olması zaten yersizdi. Neden yardım etsin ki?
Elimdeki küçük bıçakları evvelden kapının yanına yerleştirdiğim kütüğe fırlatmaya başladım. Vakit bir türlü geçmek bilmiyordu. Geçen her vakit ise aleyhime işliyordu.
Kapının tıklatılmasıyla "Girin." komutu verdim. Elimdeki son bıçağı da fırlatıp hedefin tam ortasına isabet ettirdim. Sefer Bey'in kethüdası biraz ürkmüş olacak ki hızlıca kenara çekildi. Ürkmesi yersizdi zira hedefi şaşmayacağımdan emindim. İsteseydim onu alnının çatından vururdum.
"Sefer Bey sizi taht odasında bekler. Nikah vakti geldi." İlelebet burada böyle durup haber bekleyemezdim. Bu defa kaçacak yerim de yoktu. Belki de mektup yollamak yerine bu cehennemden kaçmayı denemeliydim. Odamdan çıkıp taht odasına doğru ilerledim.
Zarife peşimden gelip beni teselli etmeye çalışsa da vaziyetin vahimliğini kurtaracak hiçbir şey yoktu. Bu beni ziyadesiyle kedere sürüklüyordu. Gırtlağına yapışmak istediğim adamın koynuna girecektim. Ölüm dahi bundan daha iyiydi.
Kapının eşiğine kadar geldiğimde "Destur." sesini işittim. Bu kelime Mirzaoğulları'na hastı. Ladin Kalesi'nde ne işi vardı ki? Belki de sultan adamlarını yollamıştı. Başka bir açıklama bulamıyordum. Hemen kenardaki sütunun arkasına gizlendim ve gelenleri seyre durdum.
Kapıya doğru yaklaşan uzun boylu pahalı giysili beyin başında bir sarık vardı. Kapının açılmasının ardından içeri girdi. "Zarife kim bu bey?" dedim. Her vakit böyle meraklıydım. Tam da nikah vaktine denk geldiğinden, biraz daha vakit kazanmış oldum. Her kim ise Allah razı olsun demek gerekirdi.
Zarife, soruma karşılık başını iki yana salladı. Bilmiyordu. Sualime cevap dahi veremeyecekse ne diye vardı ki zaten? Bazen içimden şunu geçirmiyor değilim. Nedime yerine hizmetçi kullanmalıyım.
Bir vakit bekledikten sonra dayanamayıp kapıda duran nöbetçilerin yanına doğru ilerledim. Bana karşı çıkmayacaklarını bildiğimden doğrudan kulağımı kapıya dayadım. Vaziyeti teferruatlı şekilde bilmem icap ederdi. Zira tek kurtuluş yolum bu olabilirdi.
"Az evvel de dediğim gibi Sefer Bey, Mehpare Hatun ile izdivacınız münasip değildir. İzni hümayunum yoktur. Dediklerimi harfiyen icra edin." Sözlerinden yola çıkarak içerideki beyin yüksek mevkili biri olduğunu düşündüm. Acaba sadrazam mıydı? Zarife'ye döndüm "Sadrazamlar izni hümayunum yoktur diyebilirler mi?" Soruma yine müspet manada bir cevap alamayınca kapıyı dinlemeye devam ettim. "Bilsen şaşardım." Bir kere de bil be hatun.
İçeriden gelen bir ses "Siz nasıl münasip görürseniz öyle olsun." dedi. Bu Sefer Bey'in sesiydi. Keşke hemen boyun eğmeseydin, o vakit belki içerideki bey seni boğdururdu. Babamın katili olmasından sebep kendisine nefretim çok büyüktü. Sefer Bey'i görünce yıllardır içimden geçen tek şey onu öldürmek olmuştu lakin hep vakit kollamıştım. Bu sürede de zinhar rengimi belli etmedim.
Kapının birden açılmasıyla o bey ile göz göze geldim. Meraklı gözlerim ondan ayrılınca, kızarmış ve gergin gözüken Sefer Bey ile buluştu. Beter ol inşallah dedim içimden. Daha kötü olman dileğiyle.
Kapıyı dinlerken yakalanmam dışında başka bir sorun yoktu. Pek mahcup olmuşa da benzemiyordum. Bana bakıp gülümsedi karşılaştığım adam. Kim olduğumu esvabımdan anlamıştı zannımca. Beyaz sırmalı elbiseden olmasa bile başımdaki kırmızı duvaktan bir gelin olduğum anlaşılıyordu.
Biraz evvel yanımdan ayrılan kethüda gelip kulağıma eğildi. "Sultan Kasım Han'ın eteklerini öpüp selam verin." dedi. Sultan mı gelmişti? Bir hatunun mektubunu okumuş ve sözlerine itibar edip yardım etmeye mi gelmişti? Çok manasızdı bu. Bizzat emir yollayıp izdivaca mâni olabilirdi. Buraya gelmesi lüzumlu değildi. Şaşkınlığım devam ederken kethüdanın ikinci ikazı ile başımı yere çevirdim ve sultanın eteğini öpüp başıma koydum. Ardından ayağı kalkıp selam verdim.
"Erguvan'a hoş geldiniz hünkârım." dedim biraz kekeleyerek. "Sizinle hususi olarak konuşmak isterim, münasip bir yer var mıdır?" sorusunu elimle yolu gösterip cevaplamış oldum.
Sultan; uzun boylu, kumral ve mavi gözlüydü. Yaşı kırk beş ya var ya yoktu. Gayet dik duran, duruşuyla heybetiyle padişah olmanın hakkını veren biriydi. Yani bence öyle gözüküyordu. Misafirhanenin birine girince Sultan sedire oturdu, beni de karşısına buyur etti. Başımla selam verip yerime geçtim.
"Lisanımızı bildiğinizi bilmezdim." dedi lakin benim beklediğim soru bu değildi. "Annem rahmetli Reşat Şah'ın kızıdır. Bundan sebep birden çok lisanım vardır." Edeptendir ki sultanın yüzüne başımı kaldırıp bakmadım, hep yere bakarak söyledim sözlerimi. Bilirdim ki bir sultanın yüzüne bakarak konuşulmazdı. Böyle yapmak edeptendi.
"Şimdi anladım." dedi ve bir hareket yapıp adamını çağırdı, elinden bir kutu aldı. "Yüzüme bakın." talimatıyla gözlerimi ona doğru çevirdim. "Arslan Bey ile sırt sırta cenk etmiştik. Cenk meydanında tek adımıyla düşmanın yüreğini titretirdi. Çok severdim onu. Mekanı cennet olsun."
"Amin hünkârım." dedim ağır başlılıkla. Zira karşımda alelade biri yoktu. Koskoca Mirzaoğlu Kasım Han vardı.
"Babanızın adını okuduğum vakit hemen yola çıktım zira kendisine evvelden bir can borcum vardı. Bir kılıç darbesi yiyecekken beni kurtarıp yara almıştı. O benim canımı kurtardı, ben de onun canını, kızını kurtarmak istedim. Sefer Bey için katil demişsiniz. Evvelden bir tahkikat yaptırmıştım. Babanızın canına kıymadığını hatta tahta bile zaruri olduğu için, ona kaldığı için mecburiyetten geçtiğini söylemişti lakin siz böyle düşünmezsiniz. Bu vaziyette nikahlanmanız münasip değildir. Hem size hem de ona zulüm olur. Sefer Bey ile konuşup bu nikaha mâni oldum. Müsterih olunuz."
İçim rahatlamıştı. Zannımca ondan ebediyen kurtulmuştum. Beni ömür boyu evlendirmeyip kaleden dışarı adım attırmayacağını bilsem de çok mutluydum. Onunla evleneceğime hiç kimse ile evlenmezdim, zaten böyle bir isteğim de yoktu. Vakti saati geldiğinde ise yaptıklarının bedelini ona canıyla ödetecek, tahtı gerçek sahibine verecektim. Tahtın meşru yegâne sahibi de bendim.
"Sefer Bey aksini iddia etse de benim gözümde babamın katilidir. Vaktiyle bu malumatı itimat ettiğim kişilerden elde etmiştim. Haddim değil bilirim lakin ceza alması gerekirdi."
"Öyle dahi olsa Arslan Bey'in vefatından sonra tahtın tek varis kendisiydi. Ya hanedanınız değişecekti ya da Sefer Bey başa geçecekti. Emin olun hanedan değişikliği olaydı yapacakları ilk iş sizleri ortadan kaldırmak olurdu. Garpta bunlara benzer vaziyetleri çok gördük." Bunları anlatırken yüzünde baba şefkati vardı. Söylediği her söz içtenlikleydi, zinhar kötü niyeti yoktu. Bu her hâlinden belliydi.
"Ben de tahtın varisiyim. Beni tahta çıkartabilirdiniz." Sözlerime kısa süre güldü. "Hatunlar tahta çıkmaz." dedi. Bizim burada güçlü olan hatun cenge bile gidebilirlerdi. Diyeceğim çok şey olmasına rağmen edepten susmayı tercih ettim.
Yanında duran kutuya uzanıp kapağını açtı. İçinden işlemeli altın bir mahber çıktı. "Bu mahber ne kadar hoş." dedim gülümseyerek. Sahiden pek güzeldi. "Bunu kabul eder misiniz?" Sözüne karşı gülümsedim ve mahberi elime aldım. Yazmayı sevdiğimi mi duymuştu acep? Ne kadar da zarif bir hediyeydi. Muhafızlara dönüp "Abdullah Efendi'yi çağırın." dedi.
Elimdeki mahberi incelemeye başladım. Etrafında küçük yazılar vardı.
'Mah çehresinde ömrü ebediyye sürersin cananın
Kimdi bu Derûnî diye düşündüm. Ne güzel yazmıştı şiiri. Pek manalıydı.
"Gelin Abdullah Efendi. Buyurun oturun." dedi. Gelen bey oldukça yaşlıydı. Başına sultanın başındakinden daha farklı bir sarık vardı. Uzun sakallarına ise aklar düşmüştü. "Beşiri Yusuf Paşa, Mustafa Efendi siz de gelin."
Misafirhane birden kalabalıklaşmıştı. Vaziyetin sebebini anlayabilmiş değildim. "Mahberi kabul ettiniz. O halde sizi kardeşim Şehzade Bayezid ile nikahlayacağım." Başını hafif yana çevirip "Abdullah Efendi, Bayezid'in vekaleti bendedir." dedi.
Ettiği kelamlar karşısında şaşkına döndüm. Doğru mu işitmiştim? Bir izdivaçtan kaçarken başkasına mı yakalanmıştım? Burada kalıp Erguvan tahtını ele geçirmeliydim lakin Mirzaoğulları'na gelin gidersem bunu yapamazdım.
Şaşkınlığım yüzüme yansıdığından olacak ki Zarife kulağıma eğildi "Bilmez misiniz Mirzaoğulları hanedanı, izdivacı bu şekilde teklif ederler." Gözlerimi fal taşı gibi açtım. Keşke o mahbere elimi sürmeseydim. Sanki sürmeseydim de ne olacaktı? Sizi nikahlayacağım dediğinde olmaz, rızam yok mu diyecektim? Koskoca padişah emredecek de ben yapmayacak mıydım? Divane oldum zannımca. Mümkün değildi karşı çıkamazdım. Bu defa kaçacak yerim yoktu.
"Mehir olarak ne talep edersiniz?" sorusuna bir anlık şaşkınlıkla "Bir şey istemem." dedim. Padişah ve Abdullah Efendi çok sesli olmamakla beraber güldüler. "Olur mu öyle şey? Söyleyin hadi."
Bu defa "Bir altın." dedim. İhtiyacım yokken neden fazlasını isteyeyim ki? Belki bir altın demem onlara manasız gelmişti. Hak veriyordum onlara lakin kulağımdaki bir küpe bile paha biçilemezdi.
"Anlaşıldı. En iyisi benim dediğim olsun. Bilirsiniz Erguvan'dan senelik vergi alırız. Bir vergiyi size mehir olarak verdim." dedi. Bu çok fazlaydı. Kendi ülkemin ödediği vergi benim cebime mi girecekti? Lüzumsuzdu bu. İhtiyacım yoktu ki.
"Adınız nedir?"
Soruların ardından Kasım Han'a döndü. "Vekili bulunduğunuz beyin adı nedir?"
Şahitlerin ve onların baba isimlerini öğrendikten sonra tekrar bana döndü. "Arslan Bey kızı Mehpare Hatun, Murat Han oğlu Şehzade Bayezid'i adı geçen mehir ile zevc olarak kabul ettin mi?"
"Ettim."
"Talibi bulunduğunuz Arslan Bey kızı Mehpare Hatun'u Murat Han oğlu Şehzade Bayezid vekili olarak zevceliğe kabul ettin mi?" Sultan gülümseyerek cevap verdi.
"Ettim."
"Şahitler olarak sizler de kabul ettiniz mi?"
"Ettik."
"Şahitlerin şehadeti üzerine ben dahi akdi nikah eyledim." deyip ellerini açtı ve dua etmeye başladı. Duanın ardından şahitlerle beraber huzurdan çekildiler. "Allah mesut etsin. Bayezid ile akıbetiniz hayırlı olsun inşallah."
"İnşallah."
♟️
EVET CANLARIM YEPYENİ BİR HİKAYEYLE KARŞINIZDAYIM. HİKAYEMİZ TARİHTEN İLHAM ALINIP TAMAMEN KURGULANMIŞTIR. İSİMLER, ÜLKELER TAMAMEN HAYAL ÜRÜNÜDÜR.
Tarihten bazı alıntılar ile kurgu yapacağım yeri gelince belirtirim😄
İlk bölüm biraz sıkıcı gelmiş olabilir ancak bir iki bölüme hikayemizin esas merkezine gelmiş olacağız.
Hikayemiz sadece haremden ibaret olmayacak, devlet siyaseti ve savaşları da göreceğiz😁
HADİ HEPİMİZ BURAYA KİTABA BAŞLAMA TARİHİ ATALIM♥️ 25 OCAK 2021
Sizin düşünceleriniz benim için çok önemli yorumlarda düşüncelerinizi bekliyorum. Vote vermeyi de unutmayınnn😂
SON OLARAK MAHBER GELENEĞİ TAMAMEN BENİM UYDURMAMDIR BİLİN İSTEDİM😂 Kitappad, Wattpad, instagram, Tiktok, Twitter rubamsalepe hesabımdan takip etmeyi unutmayın💃🏻 Hepinizi öpüyorummm🥰😘😘
|
0% |