@rubamsalepe
|
•°•°• Onun aksine biri daha vardı ki tahta çıktığından beri ne divan odasına teşrif etmiş ne de kafes arkasından izlemişti divanı. Vaktinin çoğunu haremde cariyeleriyle hoşbeş ederek geçiriyordu lakin bugün fikrini değiştirmişti. Sadrazam'ın divanı yürüttüğü esnada birden ortada belirdi. Herkes usulünce selam verdi, sadrazam ise hemen sekiden kalkıp başını öne doğru eğdi. "Sadrazam Paşa, vaziyeti arz et." "Emredersiniz hünkârım." diyerek birkaç vesikayı ona doğru uzattı. "Hünkarım, malumunuz tahta cülusunuz sebebiyle serbazlara cülus bahşişi bolca verdiniz. Hazinedeki altın miktarı ciddi manada azaldı. Önümüzde kış var. Sarayın ihtiyaçlarını zor karşılarız, kendilerine tımar yahut has tevcih edilmemiş memurların maaşlarını hatta serbazların ulufelerini dahi ödeyebileceğimizi sanmam." Orhan, son cümleye biraz sinirlenmişti. Ona göre buna kendi sebep olmuş olsa dahi devlet erkanının bu hususu düzeltmesi gerekirdi. Nizam sağlamalılardı. Eğer yapamayacaklarsa ne diye paşa derlerdi zaten kendilerine? "Siz ne diye varsınız paşa? Bir yol bulun o vakit." Paşalar hafifçe başlarını kaldırıp birbirine baktılar, kızıl sofra sonrasında cevap vermeye dahi korkuyorlardı. Karşılarında ne merhametli Kasım ne de adaletli Bayezid vardı. Sadrazam Ali Paşa biraz daha cesurdu zira Orhan'a her vakit yoldaşlık etmişti. "Biz de size o hususu arz edecektik. Sarayın lüzumsuz ve müsrif olabilecek harcamalarını durdurmamız icap eder. Bir de inşaatını başlattığınız ahşap binanın yapımını durdurmak gerekir. Bunlar olduktan sonra da altın madenlerinde daha çok çalışıp açığı kapamamız gerekir." Sadrazam paşa biraz titreme ve göz kaçırma halindeydi. Orhan'ın ne diyeceğini merak ediyordu. Esasen dedikleri uygun ve güzel bir çözümdü. Hazineye sürekli bir kaynak sağlanabilirdi. Orhan, ağır ağır ayağı kalktı. Sadrazam paşaya baktı ve ona iki adım kalana kadar yaklaştı. "Hadsiz." diyerek hançerini karın boşluğuna sapladı. Bu odada yine kan dökülmüştü, yine ata divanını küçük düşürmüştü Orhan. Sadrazam acıyla yere yığıldı. Bir laf bile edemeden askerler padişahın emriyle onu saray dışına attılar. Paşalar şaşkınlık ve korkularını yüzünde gizleyemiyorlardı. Yine kan dökülmüştü. Bu sultan bir zalimdi, başka bir açıklaması yoktu. "Laf benim cariye satın almama gelecekti. Bu zinhar kimseyi alakadar etmez. Herkes haddini bilecek. Bilmeyenler ise toprağın altını boylar." Başkalarına göre sarayda keyif çatan bir padişahtı o, hatta herkes böyle düşünüyordu. Orhan'a göre ise, ne kadar erkek evladı olursa saltanatı o kadar güçlenirdi. Bunun yanında hatunlara düşkünlüğü de vardı. Bu sebeplerle haremden pek çıkığı, devlet meseleleriyle alakadar olduğu yoktu. Yerine geri döndü lakin oturmadı. Soğuk kanlılıkla tekrar söze girdi. "Paşalar, irademdir. Hüseyin Paşa'yı sadrazam tayin ettim. Yine irademdir, Sadrazam Ali Paşa'nın arz ettiği hususlardan maden işi yerine getirile. Kariye Zindanları'ndaki suçlular, gün doğumundan yatsı vaktine kadar çalışsınlar. Günde bir öğün aş verilsin. Sularını esirgemeyin. Namaz kılmaları haricinde her daim çalışsınlar." Bu çok ağır bir cezaydı. Zindanda bulunan lakin kabahati az yahut suçsuz olanlar dahi vardı. Bu ağır şartlarda ağır vaziyette çalışmak her yiğidin harcı değildi. Orhan, sırf işçilere kasımiyye ödememek için zindandaki suçluları çalıştıracaktı. Kölelerin çalıştığı gibi onlar da yanlarında onlarsan farksız çalışacaklardı. Paşalar yine tedirgin ve korkaktı. Zalimin zulmünden pay almak istemiyorlardı. Seslerini dahi çıkartamıyorlardı. Boynu bükük, başını yerden kaldırmayan paşalardan birine, nöbetçi asker gelip bir pusula iletti. "Haber mi geldi paşa?" "Hünkarım mühim bir husus var." Sultan, söyle anlamına gelen bir hareket yaptıktan sonra paşa huzura gelip söze girdi. "Afşin Kale'ye evvela Firmenler baskın vermiş. Şehzademizi rehin aldıkları vakit Asafoğulları gelip onları kurtarmış lakin Şehzade Bayezid ve Cihangir onların eline düşmüş. Şehzademizin zevcesi Mehpare Sultan'ı alıp götürme niyetlerindeymişler. Şehzadelerimizi de alırlarsa tahtınız için büyük tehdit olur. Mirzaoğulları'nın felaketi olur bu." Bu sefer vahim vaziyeti Orhan da idrak etmişti. En başta tertibine göre Firmenlerin, hepsini öldürmesi gerekirdi. Tek canlı Cihangir kalacaktı, o da saraya iade edilecekti lakin daha önce Firmenlerin durdurup kaleye varmadan öldürdüğü Asafoğulları nereden çıkmışlardı? Hemen ölüm haberini alıp yardım mı istemişlerdi? O halde herkes ölmemiş, biri haber yetiştirmişti onlara. Bu felaketti. Kimse ölmeyecek, Cihangir rehin kalacak ve her iki şehzadenin de oradaki varlığı, tahtına tehdit olacaktı. Mehpare'ye gelince hanedanlarından dolayı daha geniş topraklar alınabilirdi ancak bu, Şehzade Cihangir'in hayatından değerli değildi. "Kimden geldi pusula?" "Asaf Şah'ın ikinci oğlu Şahzade Efruz bizzat teşrif ettiler. Belli ki durumun bizim yönümüzden ne kadar vahim olduğunu idrak etti. Sulh ile bizden bir şeyler koparmak isteyeceklerdir." Bu bir fırsat olabilirdi. Hem Bayezid'den kurtulabilir hem de oğlunu geri alabilirdi. "Şahzadeyi huzuruma çağırın. Bizzat ben muhatap olacağım. Siz çekilebilirsiniz. İcap ederse haber yollarım." Paşalar selam verdikten sonra geri geri yürüyüp divan odasından çıktılar. Çok geçmeden içeriye renkli kıyafetli olan bir genç adam girdi. Altında turuncu bir şalvar üstünde de kahverengi bir mintan vardı. Yine kahverengi bir kuşak takmıştı. En üstte de çiçek desenli mor bir kaftan vardı. Renkli kıyafetleriyle de heybetini gizleyemiyordu. Otuz yaşında yoktu, uzun boyu, biraz yapılıydı. Sakalları yoktu lakin bıyıklarının yanları, bir hilal gibi aşağıya uzanıyordu. Beyaz sarığında üç tane sorguç vardı. Mirzaoğulları'ndan her halükârda farklı görünüyordu lakin padişah gibi giyindiği de her hâlinden belliydi. Asafoğulları böyle giyinirdi, bilhassa Şah evlatları, şah gibi giyinirlerdi. Şahzadeler böyle ise şahlar kim bilir nasıl giyinirlerdi? Şahzade, evvela huzurda selam verdi. Bunun ardından sırtını dimdik vaziyete getirip padişahın gözlerine baktı. Aslında başka bir devletin şahzadesi olsa dahi konumu üstün olan sultanın böyle durmamalı, daha hürmet etmeliydi. Efruz ise bunu yapmamıştı, hatta hadsizlik olarak sayılan, gözlerini Orhan Han'a karşı dikmişti. Bunu bir başkası yapsaydı şimdiye sonu toprak olacaktı lakin o başka bir devlet şahzadesiydi ve son vaziyetlerden dolayı eli kuvvetli biriydi. Tam olarak üstünlük Asafoğulları'ndaydı. Ne isterlerse onu yaptırabilirlerdi. "Hünkarım." "Şahzadem, hoş geldiniz." "Hoş gelmedim lakin hoş bulmayı umarım." "Uzlaşmak mı istersiniz?" "Babam Asaf Şah, beni sulh tertip etmem için tam vazifelendirdi. Neyi münasip görüp yaparsam ses etmeyeceğini söyledi. Ben de size iyi tekliflerle geldim." Efruz'un babasının da dedesinin de adı Asaf'tı. Aynı ismi verme gelenekleri vardı. Asaf ismini de büyük büyük dedesinin babasından almışlardı. Kendisi Asafoğulları'nın kurucusuydu. "Şehzadeleri size vereceğiz lakin Mehpare Hatun, Asafoğulları zindanlarında kalacak ve zinhar topraklarınıza iade edilmeyecek. Şimdilik kalede mahpusturlar. Sizden alacağım cevap ile akıbetleri belli olacaktır." Bayezid'in dönmesi bir işine yaramaz hatta her şeyi zorlaştırırdı. Firmenlerin yapmaya çalıştığını Asafoğulları yapmalıydı. "Bayezid dönmesin. Boğdurun onu, zinhar dönmesin. Mehpare Sultan'ı da alın. Şehzadem Cihangir'i isterim sadece." Şahzade Efruz'un yüzünde küçük bir tebessüm belirdi ve tekrar yüzüne baktı. "Bunları yapabiliriz lakin iki şartım vardır." ●●● "Validem." deyip ona doğru gelen kızını ayağı kalkarak karşıladı. Eski Saray'a birileri gelmeyeli epey vakit olmuştu. Hem şaşırmış hem de sevinmişti kızını görünce. "Sıhhatiniz nasıl? İyi misiniz?" deyip elini öpüp başına koydu. "İyiyim Şirin’im, hoş geldin. Sen nasılsın, iyi misin?" Başını salladığı vakit kızına sımsıkı sarıldı ve onu sekiye oturttu. Günlerdir içini kemiren o soruyu sormadan edemedi. "Ağabeyin nasıl? Görüştün mü hiç onunla? Çok merak ederim onu, defalarca evladımla görüşmek istediğimi saraya yazılı olarak arz ettim lakin mektuplarımın oraya gidip gitmediğini dahi bilmem." Şirin'in de bu hususta malumatı yoktu. Çok denemişti ağabeyiyle görüşmeyi lakin müsaade çıkmamıştı. Bir ayaklanmaya ön ayak olur diye Orhan zinhar müsaade etmemişti. Esma Sultan'la da görüşmesine müsaadesi yoktu lakin Şirin validesinin sıhhatinin kötü olduğunu duyduğunu, onu çok merak ettiğini söyleyince müsaade etmişti. Şirin başını iki yana salladı. Yüzünü biraz düşürdü. "Bir kere bile görmeme müsaade edilmedi lakin sıhhati yerindeymiş bunu itimat ettiğim hizmetlilerden öğrendim." Anasının elini sıkıca kavradı. "Validem, bitecek. İnanın bana bitecek ve ağabeyim tekrar tahta cülus eyleyecek. Bayezid Ağabeyim hele bir dönsün, o vakit Sultan Orhan görecek gününü." "Kasım ve Fahriye benim için ne ise Bayezid ve sen de benim için öylesiniz. Bayezid'e haber et kendi canını tehlikeye düşürecek bir iş etmesin. Evvela mühim olan sizlerin canıdır evladım." Yüzünde hüzün vardı. Eski saraya hapsolmuş, evladının canını düşünen bir anaydı o. Her gün 'Acaba bugün canına kıyacaklar mı?' diye kıvranır dururdu. "Buraya saraydan haber getiren yoktur anca saray dışında vuku bulan hadiselerden haberdar oluruz. Devletin vaziyeti nedir?" Şirin bu hususta da üzgündü. Devletin hâli pek iyi değildi. Validesine bildiklerini anlatmaya başladı. Evvela çetin hava şartlarından kıtlık baş göstermiş, ahali zora düşmüştü. Verilen cülus bahşişi sebebiyle sarayın hazinesi de büyük oranda boşalmıştı. Sarayın kendine dahi hayrı yoktu. Haremde ise vaziyet farklı değildi. Onca parasızlığa rağmen saraydaki altından eşyaları eritip para haline getiriyor, ardından da tebdil kıyafetle köle pazarına gidip kendine cariyeler satın alıyordu. Hatta işi o kadar ileri götürmüştü ki şehirdeki cariye sayısı azalmış bu sebeple de fiyatları yükselmişti. Haremin içinde ise gebe olan yedi cariyeden dördü düşük yapmıştı. Gizli saklı dahi olsa bu düşüklerden Şehzade Osman'ın validesi Zekiye Haseki Sultan mesuldü. Sultan Orhan'ın haberi dahi yoktu zira zevk-ü sefa peşindeydi. İki oğlundan gayrı hiçbir şeyi önemsemeyen biriydi. Esma Valide Sultan duyduklarına şaşırmamıştı lakin bu kadarını da esasen beklemiyordu. Devletin parasını bu kadar çok boşa harcayacağını düşünmemişti. Orhan'ın tahtta olması devlete zarardı. Diğer devletler sürekli ilerlerken Orhan yüzünden Mirzaoğulları gerilemeye başlamış, maddi açıdan da kötüye gitmişti. Haremde meseleler karışıktı. Bir yandan da esir düşen Bayezid, Mehpare ve Cihangir vardı. Vaziyetlerinin ne neticeye ulaşacağı bilinmezdi. Valide Sultan, işittiklerine üzüldü, tez vakitte her şeyin eski hâline dönmesini diledi. Kahvelerini yudumlarken Şirin, müsaade istedi zira artık saraya dönmesi gerekiyordu lakin kalktığı esnada içeriye hoş bir hatun girdi. Bu hatun Şehzade Bayezid'in gözdelerinden Ceylan Hatun'du. Bayezid sancağa çıktığından beri Saruhan'daydı, beraber güzel vakitler geçirmişlerdi. Bu güzel hatun, Esma Valide Sultan'ın da akrabasıydı. İkisi de köle kökenliydi. Ceylan'ı bizzat kendi seçmişti. Valide Sultan'ın sıhhati kötüye gidince yanına gelmiş, uzun müddet onunla kalmıştı. Bir yılı aşmıştı Saruhan'dan geleli. Tam geri dönmeye karar verdiği vakit ise Kasım Han, tahttan indirilmişti. O da Valide Sultan'ı bırakamamıştı. Ceylan Hatun, Şirin Sultan'ı görünce derhal yanına koştu ve selamı verdi. Ardından dostluklarına güvenerek boynuna sımsıkı sarıldı. "Ceylan, nasılsın?" "Ben iyiyim de asıl size sormalı Sultan'ım. Sarayda vaziyet nedir? Vezirlerin yaşadıklarını duydum. Şehzade Murat ile hanzadenin vaziyetlerinde kötü bir husus yoktur inşallah." Kötü olan çok şey vardı lakin gitme vakti gelmişti. Zaten Esma Sultan, ona olanları anlatırdı. Şirin sadece sorduğu soruya cevap verip konuyu uzatmadı. "Hanzade iyi de Murat konuşamaz. Gördükleri pek ürkütmüş onu. Bir kelam dahi edemez. Kıyamam, arslanım buna rağmen kendini kitaplara verdi. Altı yaşında lâkin bilirsin çok zekidir, ağır kitapları dahi okur. Tek kusuru hiçbir kelam edememesidir." Ayak üstü vaziyeti anlattıktan sonra derhal saraya döndü. Zira geç bile kalmıştı. Orhan bir daha böyle bir görüşmeye müsaade vermeyebilirdi. Bundan sebep temkinli olmalıydı. Hızla saraya gitti. Zaten eski sarayla arada pek mesafe yoktu. Hareme vardığında ilk işi Murat'ı görmek olacaktı lakin Sultan Orhan, kardeşini derhal huzuruna emretmişti. Şirin biraz tedirgindi. Her zamanki gibi Kasım'ın canından endişeliydi. Acaba geç kaldığı için mi kızmıştı? Saraydan dışarı çıkma yasağı mı getirecekti? Olması gerekenin aksine padişah, kızı sofada yahut has odada değil harem çıkışında olan köşklerden birinde bekliyordu. Sultan, Söğütlü Köşk'ün çaprazında bulunan Anka Köşkü’nde idi. Bu köşkte yıllardır kimse kalmıyordu, hatta kapısı bile açılmıyordu zira kullanılmaya gerek duyulmamıştı. Aslında devleti kuran Mirza Han'ın ilk has odası burasıydı. Lakin daha sonra sarayın genişleme yönü zıt tarafa olunca artık has oda olarak kullanılmamış, bu defa gelen elçilerin ikameti için misafirhaneye çevrilmişti. Daha sonra da kullanılmamaya başlanmıştı. İşte bu güzel masmavi İznik çinileriyle örtülü iki katlı küçük köşk, böyle bir geçmişe sahipti. Genç kız, kapıda sıralanmış ağalara içeri haber vermesini emretti, peşinden de içeri girdi. Sultanın huzuruna çıktı ve üç arşın kadar yakınına geldi. Hemen sağında daha önce görmediği biri vardı lakin umursamayıp ağabeyini selamladı. "Beni emretmişsiniz." deyip başını kaldırdı, gözlerine baktı. Orhan başını salladı ve sedirin bir kenarına oturmasını istedi. Şirin de dediğini yaptı. Lakin mevkii olarak burada bulunmaları ve burada yalnız olmamaları pek tuhafına gitmişti. Sebebini idrak edebilmiş değildi. "Şirin, gayrı Anka Köşkü'nde kalacaksın." Tahmin ettiği gibi Kasım ile münasebet kurup onun lehine iş çevirir diye hareme bile almak istemiyordu genç kızı. Ya da Şirin, mevzulardan bunu çıkarmıştı. "Ben haremde halimden memnunum. Böyle bir şeye lüzum yoktu." Orhan, derdini pek anlatamamıştı. Lakin bu vaziyet çok da uzun sürmeyecekti. Ne olup bittiğini anlatmaya başladı. "Nikah vekaletin, sultanın olarak bendedir. Ben de lüzumlu gördüğümden sebep seni Asafoğlu şahzadesi Efruz ile nikahladım. Bu nikah karşılığında Afşin Kale'de esir kalan ailemizi ve askerlerimizi sağ salim geri alacağız. Onlar dönüp Asafoğulları ile sükûnet sağlanıncaya kadar zevcinle burada ikamet edeceksin. Böyle münasip gördüm." Şirin'in duydukları, sanki kalbine bir ok gibi saplanmıştı. Onu çıkarması da en az vurulması kadar canını yakacaktı. Nikahlanamazdı, olamazdı bu? Nasıl rızasını almadan yapabilirdi bunu? Hanedandan olduğuna bir kez daha lanet etti. Keşke dedi içinden, keşke sıradan biri olarak doğsaydım. Hanzade ne olacaktı? Ne diyecekti sevdiğine? Onun tutamadığı elleri başkasının tutmasına mı müsaade edecekti? Yapamazdı. Zinhar olmazdı. Sadece Afşin Kale'ye hapis olan ağabeyi, yengesi ve yeğeni için sabredecekti. Sonra da bu şahzadeyi boşayacaktı. Lakin bilmediği iki husus vardı. Boşanma hakkını Efruz, Şirin'e vermemişti. Bundan sebep Efruz onu boşamadan boşanması mümkün değildi. Diğer bir husus da şuydu ki, zaten Bayezid ve Mehpare'nin dönmemesi için böyle bir izdivaç yapmıştı. Kendisi bundan bihaber olsa da yaptığı izdivaç ile Asafoğulları'nın Mirzaoğulları'ndan toprak talebi artacaktı. Yetmezmiş gibi Afşin Kale de Orhan ve Efruz'un anlaşmasına göre Asafoğulları'na kalacaktı. Böylece Asafoğulları da kendinden istenileni yapacak Bayezid'i öldürecekti lakin bunlardan hiçbirinden Şirin'in haberi yoktu. Şirin'in konuşmasına müsaade dahi etmeyen Orhan, hızlı adımlarla Anka Köşkü'nden ayrıldı. Şirin neye uğradığına şaşırmıştı, ne yapacağı hakkında da bir fikri yoktu. Kendisine doğru dönük ve ayakta bekleyen Şahzade'ye baktı? "Yok muydu başka bir çaresi?" Gözleri dolu dolu konuşurken aklına gelen, hatta aslında aklından zinhar çıkmayan şey Salih Giray'dı. Efruz ise izdivacı siyasî olarak yapmıştı lakin zevcesini görünce de pek memnun olmuştu. Zira Şirin pek güzeldi, masmavi gözlerine bakınca insan, sanki uçsuz bucaksız deryalarda sonsuz bir yolculuğa çıkmış gibi hissediyordu. Efruz da bu gözelerden ilk bakışta etkilenmişti lakin o gözler başkasına aitti, bunu bilmiyordu. Şirin, akan üç damla gözyaşını parmak uçlarıyla sildi ve yüzüne üzgün bir ifade takındı. "Biraz aceleye geldi haklısın lakin siyaseti bilirsin. Mahzun olma, vakit geçtikçe birbirimizi tanırız hatta vakti geldiğinde de Asafoğulları topraklarına gider, kendi sarayımızda yaşarız." Kendi sarayımız demişti. Kendi sarayımız... Şirin'in en büyük hayali ise hanzade ile dersaadette küçük bir sarayda bir ömür mutlu yaşam sürmekti. Mutluluğu bir günde hiç olmuştu. İki adım atıp aralarındaki mesafeyi biraz daha azalttı. Elini yumruk yapıp, elbisesinin dirsekten sonra genişleyen kollarından sarkan kumaşların arasına sakladı. "Talak hakkını bana verin." Efruz böyle bir tepkiyi beklemiyordu. Dahası karşısındaki kız bir yeni gelinden çok zorla nikahlandırılmış birine benziyordu. Durumundan da zinhar hoşnut olmadığı her hâlinden belliydi. Evet habersiz nikahlanmıştı lakin bu devirde aksi pek olmazdı ki. Hanedan mensubu kişilere emredilir onlar da emre uyup nikahlanırlardı. Bazen de böyle haberleri dahi olmazdı yahut son anda olurdu. "Boşanmak mı istersin?" Sadece evet demeyle yetindi. Mümkünse hemen boşanmak niyetindeydi. "Ağabeyinin ve dahi Afşin Kale'deki ailenizin akıbeti bu izdivaca bağlıdır, bilmez misin?" "O halde siz bana talak hakkını verin, ben de ağabeyim döndükten sonra sizi boşarım." Bunları işiteceğini zinhar hayal etmemişti. Bu kadar güzel bir hatunun, onu istemiyor olması da esasen gururunu incitmişti. "Boşanmayı çıkar aklından, her şey olması gerektiği gibi olacak. Ben şimdi biruna giderim. Sen de söyle hizmetçilere burayı adam etsinler sonra da eşyalarını taşısınlar. Geldiğimde de seni bir gelin gibi göreyim." deyip o da aynı Orhan Han gibi Şirin'e konuşma fırsatı vermeden köşkten ayrıldı. Şirin zar zor zapt ettiği gözyaşlarını serbest bıraktı. Sonra da kapıda bekleyen cariyeye eşyalarını buraya taşımasını söyledi. Cariyelerin onu böyle görmesi de umurunda değildi. Şu vakitten sonra esasen hiçbir şey umurunda değildi. Ailesi ve aşkı dışında hiçbir şey... Köşkten dışarı çıktı ve avlunun diğer köşesinde olan yeşil çinilerle süslenmiş, kapsının yanlarında üçer tane sütun olan tek katlı Söğütlü Köşk'e doğru ilerledi. Talihliydi ki o esnada Salih Giray da köşkten avluya doğru geliyordu, Şirin’i görünce de hızlanıp yanına vardı. Daha dün görüşmelerine rağmen burnunda tütüyordu sevdiğinin mis kokusu. Lakin bu defa her zamanki gibi gülen yüzle karşılamamıştı onu Şirin. Derya mavisi gözleri kıpkırmızı ve doluydu. Arada göz pınarlarından serbest kalan göz yaşlarını da sayarsak hiç iyi görünmüyordu. "Şirin, iyi misin?" Sultanım değil de Şirin demişti bu defa. Ciddi vakitler böyle konuşurlardı. Ağlayacak kadar ciddi bir husus olduğu aşikârdı. "Şehzade Bayezid'e mi bir şey oldu?" Şirin, başını iki yana sallayıp gözyaşlarını sildi. "Ne oldu o vakit?" dediğinde Şirin, avlunun yan tarafında duran iki arşınlık duvara doğru yöneldi, peşinden de çömüp sırtını duvara yasladı. Salih Giray da hemen peşinden gitti lakin onun aksine Hanzade, sırtını duvara yaslamamıştı. Şirin’e doğru oturmuş sırtını da boşluğa vermişti. "Ağabeyim Orhan..." Ağlarken hıçkırıklara tutulup nefes nefese kalmıştı. Gerçekten durumu felaketti. "Beni Asafoğulları şahzadesiyle nikahlamış. Az evvel işittim." Endişe ifadesini takınmış olan Salih Giray şimdi ise şaşkın bir haldeydi. Birazdan da hüznün içine hapsolacaktı. Kalbi sıkışır gibi oldu lakin bir kelam dahi edemedi. "Afşin Kale'de mahsur kalanların kurtulması içinmiş. İstemedim Hanzade'm, senden başkasını zinhar istemedim. Talak hakkını bana vermesini söyledim, dinlemedi beni çekti gitti. Ben senden başkasıyla yapamam. İşittin mi kelamlarımı? Canıma kıyarım." "Sakın söyleme bunu. Canına kıyarsan ben nasıl yaşarım? Düşündün mü hiç?" Şirin dizlerini iyice kendine çekip kollarını birbirine geçirdi, başını da dizine yasladı. "Benim gönlümde senden başkası yok, olamaz da." dedi hüzünle. Bir damla gözyaşı daha akıttı ve dik duran vaziyetine geri döndü. "Ne olacak şimdi?" Salih Giray ne olacağından çok ne olmaması gerektiğini biliyordu. Bunu da demeliydi. "Bu izdivaç bitecek, bir şeyler yapacağız lakin bu süreçte birbirimizle münasebetimizi kesmemiz gerekir. İstesen de istemesen de sen artık evli bir hatunsun. Sana güzel söz söylemem, ellerini tutmam münasip değildir. Lakin mahzun olma, vuslatımız da tez vakitte olacak." Salih Giray iyi, hoş diyordu, ikisi de bu hususta birbirinden emindi. Lâkin ikisinin de aklında bir husus vardı. Şahzade, Şirin'e dokunmak istediğinde ne olacaktı? Şirin buna ne kadar mâni olabilirdi ki? Böyle bir münasebet ikisine de en büyük zulüm olurdu. "Sana zulüm gelecek bilirim lakin Anka Köşkü'nde ikamet edecekmişiz. Bilmeni istedim." dedi sesi titreyerek. Başına doladığı oyalı örtülerden birini çıkartıp sevdiğinin eline tutuşturdu gözlerine bile bakamadan. "Ben gidip Murat'a bakayım." diyerek sanki ortamdan kaçmak ister gibi uzaklaştı. Salih Giray ise sevdiğinin giderken ardında bıraktığı emanetten sümbül kokusunu içine çekti, peşinden de göz yaşlarını serbest bıraktı. Koskoca hanzadeydi, istese her şeyi oldurabilirdi lakin işte olduramıyordu. Olmuyordu. Sürekli işler ters gidiyordu. Az evvel Şirin'in oturduğu yere geçti ve Anka Köşkü'nü seyre koyuldu. Birkaç saat hiç hareket etmeden olduğu yerde kalakalmıştı. Gözlerini dahi kırpmadan seyrediyordu köşkü, içeriye eşyalar taşınmıştı, daha sonraki vakitlerde de Şirin içeri girmişti, en son da şahzade Efruz içeriye girmişti. Belki de hayatının en zor gecesini şimdi geçirecekti lakin daha fazla duramazdı. Kalkıp Söğütlü Köşk'e gitti. Daha evvelden odasına gizlediği şarap testilerinden birini açtı ve avuçlarında tuttuğu örtüye bakarak şarabın dibini görene kadar içti. ♟️ ORHAN'A SÖVME BUTONU BURASIDIR ARKADAŞLAR. Kıyamam Şirin'im, maviş kekim benim. Ağabeyinin zulmünden sen de pay aldın. Umarım mutluluğa ulaşırsın. Esma Valide Sultan için buraya bir 👑 Bırakıyorum hak ediyor😍 Spoi: İleride Efruz ve Ceylan gibi yeni karakterlerin sahnelerini göreceğiz (ayrı ayrı jekdjdjf yan yana yazınca yanlış anlamayın) Hadi bakalım kocaman öptüm sizi bir sonraki ayın 15inde görüşmek üzere (Sabredin sınavım geçsin aktif olacağım)😂❤❤😘😘 |
0% |