@rubamsalepe
|
Kasım Han, hapsolduğu şimşirlikte vaktini her zamanki gibi ibadetle geçiriyordu. Orhan'ın izniyle de ona bizzat yolladığı kitapları okuyabiliyordu, biraz vicdanı kaldıysa o da bu husustaydı. Kasım, kitaplar olmadan yaşayamazdı. Şairlerin divanlarını okumayı severdi mesela, ilmi kitaplar okumaktan da zinhar geri kalmazdı. Tıbbi ilimler, ilmi nücûm, tarih, cebir kitapları da okumayı severdi. Sadece bu mahpus haliyle kuyum işleriyle uğraşamadığına üzülürdü. Lakin kitaplar onunla olacaksa kuyum eksik kalabilirdi. Avuçlarının arasında, sanki elinden alınacakmış gibi sımsıkı tuttuğu kitabı okurken uyuyakalmıştı. İnsan uyanıkken geçmişi hatırlar ve düş kurardı lakin Kasım Han geçmişte yaşadığı bir günü rüyasında görmeye başladı. Adalet timsali olduğu ve saltanatını sürdüğü o huzurlu günlere geri döndü. ~~~ Sabah erkenden kalkıp evvela ellerini yüzünü yıkadı, peşinden de abdestsiz gezmemek için hızlıca abdestini aldı. İbrik ve büyük bakır tas istemiyordu abdest için. Başkalarını kendi yapması gereken şeyler için meşgul etmeyi sevmezdi. Abdest almak için odasına bir çeşme yaptırmıştı. Oymalı büyük kapıya doğru gidip has oğlanlara seslendi. Kıyafetlerini giymesi gerekiyordu. Her işi kendi yapmak isterdi lakin kıyafetlerini giydirme işi başkalarına aitti. Bunun da bir sebebi vardı. Saray kaideleri için bu husus pek mühimdi. Padişah'ın her giydiği tetkik edilmeliydi zira esvaplarına zehir sürülmüş olabilirdi. Bu yüzden elbiselerini o denemeden önce bu has oğlanlar dener, eğer ki bir şey olmazsa padişaha giydirirlerdi. Hoş, Kasım Han bu has oğlanlara bir şey olacak diye aklı çıkıyordu. Ona kalsa kıyafetlerini giyen has oğlanlar da çaşnirgirler de bu işlere bakmamalıydı, hiçbir insan her ne suretle olursa olsun canından olmamalıydı. Sultan giyindikten sonra evvela çaşnirgirin getirdiği kahvaltıya oturdu, karnı tam doymadan da sofradan kalktı. Mütemadiyen böyle yapardı, böylelikle nefsini terbiye etmeye çalışırdı. Mevkiinden dolayı zinhar gaflete ve adaletsizliğe düşmek istemezdi. Yemeğin ardından aynanın önüne gidip kendine son bir kez baktı. Saçını sakalını düzeltti. Padişah mührü olan yüzüğünü sağ elinin yüzük parmağına, babası Murat Han'dan kalan yüzüğü de diğer elinin baş parmağına geçirdi. En son da diğer baş parmağına zihkir takıp gitmeye hazır vaziyete geldi. Yan taraftaki dairede olan validesine gitmek için has odadan çıktı ve biraz yürüyüp Valide Sultan Dairesi önüne geldi. "Haber verin." komutu ile kapıdaki cariyelerden biri içeriye haber yolladı, hemen sonra sultanı içeri aldı. Esma Valide Sultan ayağı kalkıp ona doğru yürüyen oğlunu karşıladı. "Her sabah böyle gelecek misin arslanım? İşlerin vardır elbet." "Hayır duanızı almadan işlerim yolunda gitmez validem. Verin o mübarek ellerinizi öpeyim." Sözlerinin ardından validesinin ellerini öpüp alnına koydu. Annesi ise oğlunu kucakladı, ona birkaç kısa dua okuyup üfledi. Her sabah validesine uğramasına rağmen bu ziyareti çok kısa sürerdi zira devlet işleriyle alakadar olması gerekirdi. "Hayır duanızı da aldığıma göre ben müsaadenizi isteyeyim." "Dur oğlum. Acelen yoksa çok kısa bir vakit sözlerimi işit de öyle git." Kasım Han meraklanmıştı. Bir şey mi olmuştu acaba? Validesinin elinden tutup onu sedire oturttu, kendi de yanına oturdu. "Hayırdır validem, bir husus mu vuku buldu?" Esma Sultan başını iki yana salladı. "Bâtıl gelir sana bilirim lâkin ben baş hatunun Hoşyar Sultan için muska yazdırdım. Boynundan çıkarmamasını tembihledim. Geceleyin has odana gelecek. İnşallah bu gece gebe kalacak. Sabaha kadar dua edeceğim." Kasım Han, o muskanın içinde dua olmadığına emindi. Dua değil, tesirli olduğuna inanılan harfler yazılmıştı muskaya. "Validem etmeyin, günahtır." "Her yolu denedik evladım bunu da deneyelim." "Validem, bu hususta hatırımda olanı bilirsiniz. Etmeyin." Kasım Han, daha evvel de bu hususta validesine İzahlar yapmıştı. Çocuk sahibi olamıyordu. Hatunlardan değil, kendinden sebepti. Bunu iyice idrak etmişti. Evlatları olarak yeğenlerini görüyordu. Kız, erkek fark etmeksizin hepsini evladı olarak görüyordu. Varisleri ise evvela kardeşleri sonradan ise yeğenleriydi. Esma Valide Sultan, oğlunun baş hareketinden yine boşa kürek çektiğini anlamıştı. "Peki o vakit." dedi. Biraz yüzünü astı. "Asma o nur yüzünü. Bak bir evladın daha var senin. Bayezid'i nikahladım, bak sana daha nice torunlar verecek." Esma Valide Sultan, Bayezid'i zinhar Kasım’dan ayırmamış, öz evladı gibi sevip korumuştu. Nikah mevzusunu duyduğuna da mesuttu. Zira bunun devletler arasında da bir izdivaç olduğunun idrakindeydi. Zevcesinden doğacak çocuk elbette şimdilik tahtın varislerindendi. Lakin Kasım’ın evlatsız oluşu ve iyi niyeti, tahtından devrilmesi için tertipleri de beraberinde getirebilirdi. Bu yüzden bir vârise ihtiyacı vardı. Kasım Han, düşünceli anasının ellerinden öptükten sonra devlet meseleleriyle alakadar olmak için daireden ayrılıp divan odasına doğru yol aldı. Divan üyeleri eksiksiz olarak buradaydı. Kasım, etrafa kısa bir göz attı ve yerine geçti. Bir el hareketi yapınca Sadrazam öne çıkıp olan biteni arz etmeye başladı. "Hünkârım, Asafoğulları'na yakın köylere epeydir yağmur yağmazmış. Ahali de toprağı işleyemez olmuş. Erzakları da kasımiyyeleri de yetmezmiş." Sahiden de öyleydi. Birkaç köy, diğerlerinin aksine kuraklıkla baş etmek zorunda kalmıştı. Ellerinde avuçlarında ne varsa erzak almaya harcamışlardı ancak onu da pek bulamamışlardı. İki üç köy değil tek bir hane bile olsa Kasım Han elini uzatırdı. Milletin babasıydı. Devlet buna da el atmak zorundaydı. "Şahsi hazinemden karşılansın. Defterdar Efendi ilgilene." Hafifçe bir tebessüm ettikten sonra bir el hareketi daha yaptı. Sadrazam ise anlatmaya devam etti. "Divan mahkemesine müracaat eden bir köle hatun vardır hünkârım." Köleler mal gibi sayılırdı lakin mahkemeye müracaat ettikleri de görünürdü. Kadı kararını yanlış bulan bu hatun, üst mahkeme olan divana müracaat etmişti. Evvela hatun içeriye buyur edildi. Siyah bir kıyafet içindeydi. Başında yine siyah bir örtü vardı. Yüzü ise açıktı. Bu kıyafetleri satıldığı evden çalmıştı. Buraya kadar da evin küçük beyini kendine olan zaafını kullanarak zar zor ikna etmiş ve onunla gelmişti. Aksi taktirde buralara kadar bir başına gelmesi pek mümkün değildi. Hatun içeri girince tam orta yere geldi ve selam verdi. Padişahın el hareketiyle de doğruldu. Lakin başı yine öne eğikti. Sadrazam Paşa söze girdi. "Bu hatun hür olduğunu, Alkan diyarından kaçırılıp burada satıldığını söyler hünkârım. Kadı, aleyhine karar alınca buraya müracaat etmiş." Kızcağız gerçekten de bunları yaşamıştı. Kadı'ya müracaat etmişti lakin kadı onun aleyhine karar vermişti. Halbuki vaziyet tetkik edilmemişti. Bu bîçare kızı satan kişiler, kadıya rüşvet vermişlerdi, böylece başlarını dertten kurtarmışlardı. Her kesimden olduğu gibi kadılar içinde de böyleleri vardı. "Doğru mudur bunlar hatun?" Kız biraz çekinerek başını öne eğdi. "Doğrudur hünkârım. İki adam beni Alkanlardan kaçırıp burada sattılar. Çok dedim hür bir hatun olduğumu lakin Kadı Efendi de dahil olmak üzere kimse dediğimi doğru kabul etmedi." Böyle meseleler pek görülür olmuştu. Hür kişiler zinhar satılamazdı. Bu kanunlara aykırıydı. Kasım Han, adaleti ile bilinirdi. Yine öyle olacaktı. "Kimdir seni kaçıran?" "Halil ve Muzaffer isminde iki adamdır. Alkanlardan ve daha şimalden köle niyetine kaçırdıkları Müslüman, hür insanları getirip eyalet pazarlarında satarlar. Getirdikleri kişilerin bir kısmı hür, bir kısmı da sahiden köledir." Vaziyete karşı padişah, kaşlarını çattı ve paşalara döndü. "Derhal bu iki adam hakkında tahkikat yapılsın." deyip tekrar önündeki kıza döndü. "Adın nedir, babanın adı nedir? Nerelisin?" "Adım Hatice'dir hünkârım. Babamın adı Ahmet'tir. Alkan Devleti’ndenim. Esen Yaylası'ndaki Bulaca köyündenim." Bunun üzerine tekrar paşalarına döndü. Onlara yapması gerekenleri anlattı. Evvela köyün bağlı bulunduğu eyalete derhal bir güvercinle haber yollanacak ve tahkikat yapılıp geri haber yollanması istenecekti. Böylece vaziyet tetkik edilmiş olacaktı. Hatun ise hürriyetine kavuşacaktı. Usulsüzlük yapan kadı ise muhtemelen sürgün ile cezalandırılacaktı. Kasım Han, ölüm cezası pek vermezdi. Çok büyük meselelerde nadiren verirdi. Kadı da muhtemelen böyle bir sonla karşılaşacaktı. Hatun selam verip divan odasından çıktı. Bugünlük konuşulacak pek bir mesele kalmamıştı. Tebdil kıyafetle ahali arasına karışacaktı. Kendi de divan odasından ayrıldı. Evvela has odaya gitti. Tebdil kıyafetler giyindi, bu defa zaim gibi giyinmişti. Başına kül rengi bir sarık takıp, üzerine yeşil bir mintan, yine kül rengi bir şalvar ve kırmızı renkli bir cübbe giymişti. Yanına da birkaç kese kasımiyye aldıktan sonra gizli yolundan atıyla birlikte ayrıldı. Yanına sadece Kemankeş Dilaver Paşa'yı almıştı. Bir tehlike anında kendisi ve onunla saldırıları def edebilirdi, fazla kişiye ise lüzum yoktu. Lakin yanına adam almadığı için Sadrazam Beşiri Yusuf Paşa'dan sitem işiteceğini biliyordu. Bu onu, sanki evde validesinin çeyizinden kalan cam ibriği deviren bir çocuk gibi germişti. Havalar serindi, üretim azlığından ötürü kazanılan para da azdı. Esnafın da satışları düşmüştü. Kemankeş Dilaver Paşa'ya ayrı ayrı yerlere gidip tebdil dolaşacağını söyledi. Tek bir yerle yetinmemeliydi, böylece işittiği havadisler daha hakiki olacaktı. Evvela yolda tebdil vaziyette dolaşırken Şehir Sakalarından biriyle karşılaştı. Yaşlı bir adam eşeğine su yüklüyordu, bir başınaydı. Kıyafeti birkaç parçadan oluşuyordu lakin her halinden belliydi fukara olduğu. "Selamünaleyküm efendi, kolay gelsin." "Aleykümselam." deyip doldurduğu diğer suları da eşeğe yüklemeye çalıştı. Kasım ise hemen yardım etti, sular eşeğe yüklendi. "Su mu satarsın? Nasıldır çeşmeler, bazılarının suyu akmaz diye işittim." Yaşlı adam, taşıdığı yüklerden de yorulmuş olacak ki çeşmenin taşına oturuverdi. "Âyan ve eşrafa su taşır para kazanırım beyim." Şehir Sakaları bu işlere bakardı. Bir de Arka Sakası denilen bir esnaf tayfası vardı. Onlar ise sırtlarında taşıdıkları sular ile sokak sokak gezer, bellerinde taşıdıkları cam kâselere su koyup insanlara dağıtırlardı. 'Sebil, sebil içene rahmet, sebil.' diye bağırırlar, susayan kim varsa etraflarına toplarlardı. "Çeşmeler iyidir, dediğin gibi bazıları akmazdı lakin hünkârımız hepsini tamir ettirdi çok şükür, Allah razı olsun." dedi nefesini düzene sokmaya çalışarak. "Benim torunum pek hastaydı. Nasıl oldu bilmem hünkârın kulağına gitmiş, saray hekimlerine baktırttı yavrumu, sonra da çok şükür iyileşti. Bugün suları hayrına dağıtırım." Kasım Han böyleydi işte. En küçük şeyi bile işitir, yardım elini uzatırdı. Ahali bundandır ki çok severdi padişahını. "Allah razı olsun, Allah kolaylık versin." deyip adamın yanından ayrıldı. Paşanın yanına gelince de bu adama erzak yardımı yapılmasını emretti. Sonraki menzil noktaları bir sarraf esnafı oldu. Evvela sarrafla tartışıp dışarı çıkan adamın yanına vardı. "Hayırdır efendi, pek sinirlisin." Adam hızlı adımlarla ilerlemesini kesip öfkeyle soluyarak arkasına döndü, gözlerini de Kasım’a çevirdi. "Bu sahtekâr bana kırpılmış akçe verdi. Geri almasını söyleyince de beni kovdu, zorlarsam da adamlarına dövdüreceğini söyledi." Adamcağız başka bir devletin gümüş parasını sarrafa getirmiş, karşılığındaki kasımiyyeleri almak istemişti lakin ona verilen kasımiyyelerin kenarları kırpılmıştı. Paranın değeri düşmüş, kullanılamaz hâle gelmişti. Kasım adamın ona doğru uzattığı kasımiyyeleri aldı ve aynı miktarda kesik olmayan paraları avucunun içine koydu. Peşinden de kendisinin zaim olduğunu, devlet erkanından tanıdığı kişiler olduğunu ve bu sarrafı şikayet edip cezalandırılmasına yardımcı olacağını söyledi. Daha sonra sarraf dükkanına girip durumu tetkik etti. İçerideki sarraf gerçekten de kırpılmış akçeleri müşterilere dağıtıyor, kendine kâr çıkarırken ahaliyi zora sokuyordu. Dilaver Paşa'nın kulağına eğildi ve bu adamın sürgün edilmesi emrini verdi. Sarraf dükkanının da kapısına, sarraf cezasını çekene kadar, mühür vurulmasını emretti. Kimse ahaliyi zora sokamazdı, Kasım Han'ın olduğu yerde zinhar sokamazdı. Sokarsa da cezasını çekerdi. Zaten sıkıntı baş göstermişti bazı yerlerde. Onların rızkını da bu zalimlere yetirmeyecekti. Aklı başına gelene kadar sürgün edilmesi en âdil cezaydı. Sarraftan çıktıktan sonra iki sokak ötedeki kahvehaneye gitmeye karar verdi padişah. Zira hem yorulmuştu, hem de ne haber olursa, ne düşünce olursa hepsinin konuşulduğu, yayıldığı yerler kahvehanelerdi. İsyan planı da, gıybet de buralarda yapılırdı. Hayır işleri de yapılırdı. Her şeyin olduğu bir mekandı. Ahaliyi yoklamak için birebirdi. "Hoş geldin beyim, kahven nasıl olsun?" Beyim demesinin sebebi kıyafetlerinin vasıflı olmasıydı. Halktan biri değildi, üst düzey biri de değildi. Orta düzeyde bir zaimdi. Yahut öyle gözüküyordu. "İki tane sade olsun. Acı acı içelim de kendimize gelelim." Bu sözlere karşı yan tarafta oturan bir adam lafa girdi. "Neden kendinize gelesiniz, hayrola?" "Karaman Beylerbeyi'nin müteferrikasıyım. O sultan olacak adam, bu sene birkaç cebelü yetiştirmedim deyyu zeamet toprağımı elimden alındı. Hal çare bulmaya geldim buralara kadar." Kahveci kahve fincanlarını sert şekilde önlerine koydu. "Kelâmlarınıza dikkat edin, Sultanımız bizim için hep en iyisini etmiştir. Sen hata etmişsin." Kasım bu cevaba ses çıkarmadı lakin yan taraftaki adam söze girdi. "Ahmet Ağa, lafügüzaf etme. Vasıfsızın tekidir Sultan, bir evladı dahi yoktur." Konuşan kişi bir serbazdı, her hâlinden belliydi. O da tebdil kıyafetle gelmişti. "Evladı yoktur lakin karındaşları, yeğenleri vardır. Padişahımıza Allah uzun ömürler versin bize babamızın etmediğini etti, hepimizi doyurdu, iş verdi bilmez misin?" "Sesini dahi yükseltemeyen adamdan Sultan olmaz. Başımıza Şehzade Orhan gibisi lazımdır. Bekleyin görün bir aya başımıza geçecek. O vakit görürsünüz asıl Sultan nasıl olur." Kasım bunu duyunca şaşırdı, pek tepki vermemeye çalıştı. Kahvesinden bir yudum daha aldı ve dediklerini idrak etmeye çalıştı. Orhan, kendisini hâl mi edecekti? Bu kadar ileriye gider miydi? Adama doğru döndü. "Geçsin tabi, kurtulalım şu ketum Sultan'dan. Lakin nasıl olacak ki bu? Elimden bir şey gelirse yaparım, yeter ki Şehzade Orhan başımıza geçsin." Böylelikle adamın ağzını yoklamıştı lakin adam pek muhteviyata inecek gibi de gözükmüyordu. "Sultan belli zamanlar ava çıkar bilir misin? İşte bir avdan sonra her şey değişecek." Kasım Han gülümsedi. Biraz daha sohbetten sonra kahvesini bitirdi, peşinden de içtiğinin bedelini ödeyip kahvehaneden ayrıldı. "Ağabey." sesiyle gözlerini araladı Kasım. Ne kadar vakittir uyuyordu bilmiyordu. Lakin gün aydınlanmıştı. Kitap okurken uyuya kalmıştı. Rüya değil de var olan, yaşadığı gerçek bir gününü görmüştü düşlerinde. Hatırında ne kaldıysa o günü tekrar yaşadı zihninde. Kasım, ayağı kalkıp kardeşine selam verdi. Kanına dokunmadı bu, alışmıştı zira. Orhan'ın oturmasının ardından da yerine geçip o da oturdu. "Sen bu saate kadar uyumazdın hayırdır?" Kasım, rüyasında gördüklerini anlatamazdı ona, küçük bir bahane ile onu geçiştirdi. Ardından ziyaretinin sebebini sordu. "Hiçbir iş istediğim gibi olmaz ağabey. Senin gibi yapamam, içim içimi yer. Sen sessiz sakindin, ben ise güçlüyüm. Güçle her işi çözerim sandım lakin çözemem. Kimse sevmez beni." Orhan, son yaşadıklarından sonra iyice zora girmişti. Kafasına göre harcama yaptığı için hazinenin dibi görünmüştü. Ulufe dahi yetiştiremez olmuştu. Bu da yetmezmiş gibi ahalinin nefretini de kazanmıştı. Gerçekten de ahalinin elinden gelse onu bir kaşık suda boğacaklardı. Her dertlerine çare bulan, karınlarını doyuran Kasım varken neden tahtta bu zalim ve vasıfsız Sultan vardı ki? Kasım, acı bir tebessüm etti. "Neden güldün ağabey? Hoşuna mı gitti bu bedbaht hallerim?" Bu defa başını iki yana salladı ve gözlerini kardeşinin gözlerine dikti. "Zulüm ile abat olunmaz bilmez misiniz? Ahaliyi yokmuş gibi görmeyin. Hep elinizi uzatın ki sevgisini kazanın. Zalim olmayın ki rahatlıkla hükmedin." "Sen zalim olmadın da ne oldu? Bak tahtından oldun." Bu defa da yine dediklerini başıyla tasdik etti. "Tahtımdan oldum lakin zalim değilim." Orhan'ın merak ettiği bir şey vardı lakin şimdiye kadar sormaktan çekinmişti. "Beni durdurabilirdin o avda. Neden mâni olmadın?" Kasım, bir anlığına kahvehaneden çıktıktan sonraki hâline geri döndü. Dilaver Paşa'ya şunu söylemişti. 'Eğer mâni olursak çok kan dökülecek. Muvaffak oluruz lakin askerlerin ve dahi karındaşımın canına zeval gelsin istemem. Varsın tahtımdan olayım da kimsenin kanı akmasın.' demişti. Ve biliyordu ki kendi canı sonuna kadar tehlikede olacaktı. Buna rağmen kan dökülmemesi için direnmemişti. Lakin hesap edemediği bir şey vardı. Bayezid, rahat durmayacaktı. Orhan'ı tahtından edip tekrar Kasım’ı tahta geçirmek için elinden geleni edecekti. Lakin Dilaver Paşa'ya o esnada bir şey emretti, taht ve devlet için mühim bir şey. "Kan dökülmesini istemedim. Sizi ve evladınız Osman'ın canıyla imtihan olmak istemedim. Benim varisimdiniz. Evladım yoktur lakin sizler vardınız." Orhan bunu beklemiyordu, daha önce de sebebinin bu olacağını düşünmemişti. Alakasız sebepler aramıştı hep lakin bir türlü sebebini bulamamıştı. "Senin hiçbir zaman vârisin olmadık ki ağabey? Varsa yoksa Bayezid'i düşündün sen. Beni sürdün." İçindeki kini kusmaya başladı. Dediklerinin aksine Kasım, Orhan'ı da pek severdi lakin vaktiyle diğer kardeşleri Alemşah'a yaptığından dolayı cezalandırılmıştı ve gözden düşmüştü. Bu sebepten Bayezid'i Saruhan Sancak Beyi yapmıştı. Veliaht olarak onu seçtiğinin göstergesi buydu. "Öyleydiniz. Lakin Alemşah'ın canına kıydınız, sürgünü de uzak bir sancakta beylik etmeyi de kendiniz hak ettiniz. İçinizdeki kini ve öfkeyi kenara bırakın, artık vicdanlı biri olun." Orhan, iyice kızarmıştı. Çatık kaşları daha da çatılmış bir yandan da yumruğunu sıkı vaziyete getirmişti. "Eğer ki ben vicdanlı olursam, zayıf olurum. Zayıf olursam, tahtımdan olurum. Seni tahta geçirirler. Buna müsaade etmem. Bayezid'in de tahta geçmesine müsaade etmem." Hâlâ hırs peşindeydi. Koskoca taht, gözünü doyuramamıştı. Bir türlü de doymak bilmiyordu. Belli ki canı kan çekiyordu. "Bayezid'e dokunmayın. Bilirim ölümüm yakındır lakin Bayezid'e dokunmayın." "Çok geç ağabey. Asafoğullarıyla anlaştım. Şirin'i Şahzade Efruz ile nikahladım. Afşin Kale'yi de onlara verdim. Karşılığında Bayezid dönemeyecek. Sen ise burada böyle yaşamaya devam edeceksin." Kasım, Şirin'in nikahlanmasına mı, kalenin Asafoğulları'na verilişine mi yahut Bayezid'in yaşayacaklarına mı üzülecekti bilemedi. Hangisine şaşıracağını da bilemedi. Şirin'in, Salih Giray'a olan sevdasını biliyordu. Bir başkasıyla nikahlanmak ona zulümdü. Bayezid, Bayezid geri dönmeyecek miydi? Canına mı kıyacaklardı? Keşke elinden bir şey gelseydi lakin gelmiyordu. Orhan, daha fazla orada durmayıp ayağı kalktı ve şimşirliği terk etti. ●●● Şahzade Efruz, yanında derin bir uykudaydı. Genç kız, adamın yüzüne nefretle baktı ve yüzünü başka yöne çevirdi. Ayağı kalktı ve odanın bir kenarında duran boy aynasına baktı. Gerçekten de korkunç gözüküyordu. Gözleri şişmiş ve kıpkırmızı olmuştu. Hamamdan sonra taramadığı için saçları darmadağınıktı. Evvela kenarda duran ibrikten bir avucuna su döktü, yüzünü bir güzel yıkadı. Sonra üzerini değiştirdi. Simsiyah bir iç kıyafet, yine üstüne de siyah bir kaftan geçirdi. Bu rengi bilerek seçmişti. Bir padişahın, ölüm anlamına gelen siyah hilatı paşasına hediye etmesi gibi Şirin de bundan sonra siyah giyecekti. Ne zaman ağabeyi tahta çıkar, ne zaman bu Asafoğlu'ndan kurtulur, o vakit rengarenk giyecekti. Şimdi ise padişahın katlet emri verdiği bir vezir gibi kelle koltukta yaşayacaktı. Zaten sürekli ailesinin canı tehlikedeydi, bununla yaşıyordu. Şimdiden sonra elinden geleni ardına koymayacaktı. Genç kız, başına bir siyah hotoz taktı ve üzerinde bulunan elmas süsleri çıkarttıktan sonra, hotozun üzerinden de ipek siyah bir örtü örttü. Son olarak da süssüz bir zihkiri baş parmağına geçirdi, süssüz küçük bir hançeri de kıyafetinde gözükmeyecek bir yere yerleştirdi. İştahı yoktu lakin bir şeyler yemesi lazımdı. Zira biraz güç kuvvet toplaması elzemdi. Kapının çalınmasıyla bir yer sofrası içeri girdi. Efruz ise sese uyanıp yerinden doğruldu. "Afiyet olsun Sultan'ım. Bir isteğiniz olursa biz kapıdayız, seslenmeniz yeterli olacaktır." "Murat'ım iyi midir? Başından ayrılmazsınız değil mi?" "Ayrılmayız sultanım, kendileri iyiler. Siz merak etmeyin." deyip huzurdan çekildi kalfa. Aklı Murat'ta idi zira artık yanı başında değildi. Aralarında mesafe vardı ve her vakit onun başında duramıyordu. "Sabahı şeriflerin hayır olsun hatun." Şirin, sözlerine cevap dahi vermeden sofraya geçti. Bu adamla konuşmak, midesini bulandırmaya yetiyordu. O kadar nefret ediyordu kendisinden. Efruz, gidip elini yüzünü yıkadı, bu esnada da Şirin onu beklemeden yemeğe başlamıştı. Hatta o gelene kadar karnını doyurmuştu bile. Pek iştahı olmadığı için hemen doyuvermişti. "Bekleseydin keşke beraber yerdik." Şirin, hiç gülümsemeden "Bizde âdettendir, hatunlar ya evvel yer ya da ayrı sofrada yer." dedi. Tabii ki bu dediği bir yalandı. Sofra dediğine beraber oturulurdu lakin Şirin, bu adamın yüzünü dahi görmek istemiyordu. "Bizde de beraber yenir. Bundan böyle beni de bekleyesin." Şirin cevap bile vermedi. Son lokmasını da ağzına attıktan sonra sofradan kalktı. Mendili ıslatıp ellerini ve ağzını sildi, daha sonra da kapıya doğru yöneldi. "Nereye?" diye sordu genç adam. İlk kahvaltılarını bile beraber edememişlerdi, ilk günlerinde ayrı mı kalacaklardı? "Hareme." "Gitmeyiver bugün de hareme. Yeni nikahlandın sen, zevcinle kal." Şirin, sofraya doğru yaklaştı ve adama doğru eğildi. Parmağını da havaya kaldırdı. "Zinhar bana emretme Asafoğlu. Ben Murat Han'ın kızıyım. Bana emredemezsin." Şirin'in havadaki parmağını işaret parmağıyla kenara itti, genç kızın ayağı kalkmasının ardından o da ayağı kalktı. "Ben de Asaf Şah'ın oğluyum. Mevkiinin ehemmiyeti yoktur zannımca. Hem sen benim zevcemsin. Ne dersem o olur." Nefes alan ölü hâline getirmeye çalıştıkları Şirin'in kararı katiydi. Pes etmeyecekti. "Hem bu nasıl esvap, kapkara giyinmişsin. Sultansın sen ona göre giyin. Mücevherin dahi yok mudur?" "Evvela şunu aklından çıkarma Asafoğlu. Ben sadece Murat Han'ın kızıyım o kadar." deyip ekledi. "Ben siyah kaftanı giydim lakin ölüme gitmem. Gittiğim yere ölüm götürürüm. Kurtuluşa erene dek de böyle edeceğim." Efruz, zevcesini baştan aşağı süzdü. Küçümser gibi baktı. Bir hatunun elinden ne iş gelir ki diyordu içinden. Kendisi için de zevcesi olmadığını ima etmişti lakin onun nikahı altındaydı. Vakti geldiğinde buradan çekip gideceklerdi ve birçok çocukları olacaktı, o çocuklar da iki tahtın varisi olacaktı. "Kendine pek güvenirsin lakin elinden bir şey gelmez. Kendini boşuna yorma. Otur şurada." Şirin, kıyafetine gizlediği hançeri çıkartıp ona doğru tuttu. Efruz ise neye uğradığına şaşırdı, zinhar böyle bir şey beklemiyordu. Şirin, hançeri kendine doğru çevirdi ve adamın eline tutuşturdu. "Öldür beni o hâlde. Bir şey yapamayacağıma ölmeyi tercih ederim." ♟️ Beğenip yorum yapmayı ve beni takip etmeyi unutmayalım canlarım öpüyorum❤️ |
0% |