Yeni Üyelik
20.
Bölüm

20. "Yeni Bir Devir"

@rubamsalepe

Günün ilk ışıkları boğazın sularını süslerken ahali olanlardan ve olacaklardan habersizce yeni güne uyanmıştı bile. Bayezid bir güzel savaşın lekelerini silmişti bedeninden, ardından boğazı geçip sarayın kasvetli duvarlarının önünde dikilmişti. Yüzündeki sert ifadenin altında ise hüzün yatıyordu. Ağabeyi ölmüştü, bunu yapan da diğer ağabeyiydi ve evladı kayıptı. Sarayın birinci avlusunu geride bırakıp o görkemli kapıdan içeri geçti. Buraya gelmeyi böyle tasvir etmemişti zihninde. Kan kokmuyor muydu her yer, ağabeyinin kanı akıtılmamıştı ama kan kokusu alıyordu şehzade. Sarayda matem vardı.

 

Hanzâde meydanda yoktu, devrik sultanın örülü duvarının önünde Alkan askerleriyle nöbet tutuyordu. Bir ara Şehzade Osman'ı aramak için etrafta dolanmış lakin hiçbir iz bulamamıştı, ondan sonra vazifeyi en güvendiği adamlarından birine devredip kapı önünde nöbetine devam etmişti.

 

Yürüyerek ikinci avluyu da geride bıraktıktan sonra kendini üçüncü avluda, Hırka-i Şerif Dairesi’nin önünde buldu. Ona doğru yaklaşan Kızlar Ağası bir koluna, Silahtar Ağa da diğer koluna girdiğinde beraber daireye gittiler. Buranın maneviyatı sebebiyle kendini biraz da olsa iyi hissetmişti. Karşısında beliren şeyhülislamı gördüğüne ise pek memnun kalmamıştı lakin teamüller gereği şu an burada kendisine biat etmesi gerekiyordu. Sadrazam Hüseyin Paşa da buradaydı. Sadrazam, diğer paşalar gibi her zaman Orhan'dan çekinmişti, bu sebeple ona karşı bir nefreti yoktu Bayezid'in ama şeyhülislam, o hal fetvasını veren kişiydi. Ona karşı gerçekten nefret doluydu.

 

Şeyhülislam Abdullah Efendi aslında burada olmak istememişti lakin etrafı saran Alkan askerleri Orhan'a zarar veririz tehdidi ile onu biata zorladı. Amaçlarına ulaşmışlardı, Şeyhülislam biat için buradaydı. Bu da Bayezid'in tahtını meşrulaştırıyordu.

 

Şehzadeyi gördüklerinde ona eğilip selam verdiler sonra da Bayezid'in de müsaadesiyle eteğini öpüp biat ettiler. Şeyhülislam için bu işkence gibi gelse de sesini çıkartmadan icap eden neyse o da onu yaptı. Kaidelerden ötürü yeni Sultan her ikisine de hilat giydirdi. Daha sonra da hazırlanmak üzere has odaya geçti.

 

Mehpare ise saraya girdiği vakit ilk olarak Şirin’in köşküne gitmiş, orada da bir güzel temizlenip kendisinin geleceği hesaplandığından hazırlanan esvap ve mücevherleri giymeye başladı. İlk defa onlar gibi giyinecekti, bunun için biraz heyecanlanmıştı. İlk olarak kenarları sırma işlemeli oldukça geniş bir şalvar giydi. Ardından üzerine ince beyaz ve yerlere değecek kadar uzun bir gömlek geçirdi ve yakasını iki elmas süslemeli iğne ile tutturdu. Bu ince beyaz kumaş içini biraz belli ediyordu, lakin biliyordu ki harem dışına bu esvaplarla çıkamazdı. Çıkacağı vakit üzerine ferace geçirecekti. Bu ince gömleğin üzerine de koyu kırmızı kalın sırma işlemeli bir kaftan geçirdi. Bu kaftanın kolları aşağı doğru genişliyordu. Elbisenin yakasına da elmas bir iğne geçirdi. Beline dört parmak genişliğinde elmas işlemeli kemeri bağladı.

 

Boynuna aralarında zümrüt taşların olduğu birkaç sıra inci kolyeyi doladı. Saçlarını tarayıp ördükten sonra birkaç tane lale şekilli ortasında elmas taşlar olan gümüş tokayla başının arkasında topladı ve başının üzerine de sırma işlemeli yüksek bir başlık geçirdi. Onun da üzerine elmaslarla bezenmiş sorguç ve elbisesiyle uyumlu birkaç tüy iliştirdi. Sırma işlemeli örtüyü de başlığına takı. İşte şimdi tam bir Mirzaoğlu Sultanı olmuştu, tam bir padişah hatunuydu.

 

Elmas işlemeli kemerine babasından yadigâr hançeri yerleştirip aynada kendini süzdü. Hazırdı. Artık hareme girebilirdi. Şirin'in köşkünün alt katına indi ve siyahlar giyinmiş bu padişah kızına kendisini gösterdi.

 

Hüzünden bitap düşmüş Şirin'in yüzü, ağabeyinin geldiğini öğrendikten sonra ilk defa gülmüştü. “Bir sultan kızı, sultan hatunu gibi olmuşsun.” Diyerek tebessüm etti. Yaralı ellerine aldırmadan karşısında duran yengesinin ellerini avuçlarının içine aldı. "Tahta çıkana kadar sana emanet ağabeyim.”

 

Gözlerini hafifçe kapatıp sözlerini tasdik ettikten sonra buruk bir tebessüm yerleştirdi dudaklarına. “Dik durun, ağabeyinizin size ihtiyacı var.” Şirin, derin bir iç çekti ve başını salladı.

 

Bir hanedan mensubu olmanın en acı yanı sevdiklerinle imtihan olmaktı. Bir ağabeyi diğerinin canına kıymıştı, yeğeni de kayıptı. Ne olacaktı şimdi? Giden geri gelecek miydi? Hayır, gelmeyecekti. Orhan, ağabeyinin cenaze namazını kılıp na'şını babasının türbesine defnettirmişti. Cenaze çoktan bitmişti. Şimdi ise sırada ağabeyinin toprağına dökülen su bile kurumadan tahta çıkması gereken Bayezid vardı.

 

Has odada tahtının bâbüssaâde önüne kurulmasını ve müneccimbaşının belirlediği uğurlu saatin gelmesini bekliyordu şehzade. Kendini rahatsız hissediyordu, kapısının önünde ağalar, haremin dışında da adamları bekliyordu. Zaten sarayın denetimini Alkan askerlerinden kendi adamlarına geçirmişti. Saray güvenliydi ama kendisi içinde bitmek bilmeyen sıkıntısıyla bir sağa bir sola gidiyordu.

 

Kapının tıklatılmasıyla içeriye Mehpare girdi. Bayezid şaşkınca ona baktı. Bu kadar bizden olabilir mi dedi içinden. Küçük bir tebessüm yerleştirdi suretine. “Bir asilzade her yerde asilzadedir sultanım, hoş geldin, pek güzel olmuşsun.”

 

Genç kızın dudaklarında sıcak bir tebessüm belirdi. İçtendi bu gülümseme, sanki kendisini kucaklayacak gibi bir gülümsemeydi, yüreğini ısıtmıştı. “Devletlüm, hünkarım.” deyip birkaç adım attı, elini öpüp alnına koydu. “Bilirim yüreğinde acı vardır lakin bak etrafında neredesin? Has odadır burası. Onca garip ahali senin babalığına muhtaçtır. Sakın ha neden böyle oldu diye sual etme, her şerde bir hayır vardır. Biz de boyun eğip vazifemizi yerine getirmekle mükellefiz. Bilirim acın yüreğinin en derinindedir lakin bundan gayrı göz yaşı dökmen münasip değildir, en azından başını yastığa koyana kadar.”

 

Bu sözler Bayezid'e dokunaklı gelmişti. Hafiften burnu sızladı lakin ağlamadı, bir damla dahi gözyaşı düşürmedi. “Ağabeyimin emanetisin sen bana hatun, göreydi keşke ardından beni nasıl teselli ettiğini.” deyip elini omzuna koydu. Mehpare başını hafiften öne eğdi ve aralarındaki mesafeyi kapayıp kollarını şehzadesine sardı. “Ben yanındayım, ne vakit istersen ben hep yanındayım. Bil bunu.”

 

Şehzade, başını yavaşça hatunun omzuna koydu, geçecek miydi onca sıkıntı? Yoksa daha büyükleri mi geliyordu? Korkmuyordu Bayezid ama yorulmuştu daha başlamadan.

 

“Yaran acıdı mı?” diyerek elini omzuna doğru götürdü genç kız. Başını iki yana salladı Şehzade. “Acımıyor, peki sen iyi misin? Konuşamadık, hatırımdan çıktı sanma Arslan Bey'in başına gelenleri dinleyeceğim senden lakin bir türlü vakit gelmedi.”

 

Mehpare'nin yaşadıkları ağır gelmişti ona ama Bayezid'in daha zorda olduğunu düşünüyordu. Bundan sebep sessiz kalmıştı. İçini ona dökeceği vakit de gelecekti biliyordu. “Beni tasa etme, sen iyi ol ki hepimiz iyi olalım.” Sözleri kapının açılmasıyla kesildi.

 

Artık cülus kıyafetlerini giyme vakti gelmişti. Vazifeliler Mehpare'nin isteğiyle kıyafetleri bırakıp dışarıya çıktılar. Kendi hazırlamak istiyordu sultanını. Elini samur erkan kürküne götürdü ve avuçlarının arasına aldı. Bir kez öpüp başına koydu ve besmeleyle zevcinin omuzlarına geçirdi. Bunu yaparken Bayezid'in yarasına da canını acıtmamak için ehemmiyet göstermişti.

 

Geriye dönüp bu defa da yusufî kavuğu aldı, bu kavuk biraz enine boyuna uzundu. Üzerinde üç adet elmaslarla ve tüylerle süslenmiş sorguç vardı. Parmak uçlarına kalkıp kavuğu da zevcinin başına geçirdi. İşte şimdi padişah olmuştu.

 

“Cülusunuz mübarek olsun hünkârım. Allah yolunuzu adaletten şaşırtmasın.” deyip eteğini öpüp alnına koydu. Bunun üzerine Bayezid iki rekat şükür namazı kılıp tahta çıkmadan evvel son kez dua etti. Allah'ım, sen benim adalet terazimi şaşırtma, bana kolaylık ver. Cülusumu mübarek eyle.

 

Bayezid‘in cülusu gerçekleşmeden yapması gereken tek bir şey kalmıştı. Aslında bu vazifesi değildi ama olması gereken bir şey eksik olmuştu. Yatağın üzerinde duran samur kürkü eline aldı ve zevcesinin omuzlarına yerleştirdi. Bir eksik kalmıştı, o da buydu. Bir sultan kürksüz olmazdı, hanedan alametiydi bu samur kürkler. Mehpare de madem böyle onlar gibi giyinmişti, o vakit bu samur kürkü de sonuna kadar hak etmişti. Mehpare bunun manasını biliyordu. Yüzüne minik bir tebessüm yerleştirdi.

 

Kapı ikinci kez tıklatıldığı vakit içeri Ceylan Hatun'un elini sımsıkı kavramış Murat girmişti. Saraya ilk geldiklerinde haberi gelmişti Murat'ın. Saray duvarlarından atladığı vakit tesadüfi olarak Ceylan Hatun'a rastlamış ve onunla saklanmıştı. Salih Giray aslında daha evvelden küçük şehzadeye kaçacağı yeri göstermişti, tedbiren de oraya asker dikmişti. Lakin nedendir bilinmez Murat’ın kaçtığı vakit orada ona yardım edebilecek kimsecikler yoktu. Bir tesadüf can kurtarmıştı.

 

“Oğlum.” diyerek kollarına sardı Murat'ı, kokusunu derinden içine çekti. “Ceylan Hatun'dan iyi olduğuna dair pusulayı alana kadar ölüp ölüp dirildim. Murat'ım, bir yerinde bir şey yok değil mi? İyisin değil mi?”

 

Bayezid birikmiş göz yaşlarını tutmaya devam ediyordu ama her hâlinden belliydi hüznü. Murat ise gözyaşları eşliğinde babasına sarılmaya devam ediyordu. Bedenen bir meselesi yoktu lakin ruhu çökmüştü küçük şehzadenin. Küçücük yaşında o da pek çok zorluk omuzlamıştı. Bir kez daha tekrarladı sorusunu. “İyisin değil mi, bir şeyin yok?” deyip evladına baktı. Sıhhatli görünüyordu lakin tuhaf bir şey vardı. Hiç konuşmamıştı geldiğinden beri.

 

Ceylan Hatun yavaşça gelip Murat'ın başını şefkatle okşadı. “Çok şükür iyidir şehzadem. Bu hususu sonra konuşmamız daha münasip olacaktır zannımca, siz zinhar endişe etmeyin.” diyerek Murat'ın elini kavrayıp kenara çekildi. “Saltanatınız daim olsun hünkârım.”

 

Kapının ikinci tıklatılmasıyla uğurlu vaktin geldiğini anlamıştı şehzade, evvela zevcesine baktı sonra da yüzünü oğluna çevirip gülümsedi ve o büyük kapıdan dışarı çıktı. Ardında onu bırakmak güç gelmişti ona lakin ne yapabilirdi ki? Şimdilik gitmesi gerekiyordu. Yine yanında Silahtar Ağa ve Kızlar Ağası vardı. Kimin nerede duracağı belliydi, ilk kimin gelip biat edeceği de belliydi, her şeyin belli bir usulü vardı.

 

Bâbüssaâde önünde taht kurulmuş, tören için gelenler yerini almıştı. Bayezid yavaş adımlar ile taht önüne gelip bu mücevherlerle bezenmiş tahta oturdu. Bir an bile tereddüt etmedi bunu yaparken, soğuk kanlı gözüküyordu ama içindeki yangın yerini görebilen sadece bir avuç insan vardı. İçi ağlıyordu ama dışından hiç de öyle durmuyordu. Geçecekti, biliyordu, bu da geçecekti.

 

Evvela nakibüleşraf huzura çıkıp yeni hünkarının eteğini öptü, böylece biat gerçekleşmiş oldu. Ardından dua ederek yerine geçti. Ondan sonra sırada Alkan hanzâdesi vardı. Salih Giray ellerini yeni padişahın huzur-u şahanelerine gelene kadar birbirine bağlamıştı, Bayezid'in huzuruna gelince belli belirsiz bir tebessüm yerleştirdi yüzüne. Tahta giden yolda çok emek vermişti hanzâde. Canından geçmişti çoktan Şehzade için, elinden gelenin de fazlasını yapmıştı, bu uğurda sevdiğinden ayrı düşmüştü. Çok zorluk yaşamıştı herkes lakin neticede tahta ulaşabilmişlerdi. Salih Giray mutluluk içinde siyah kaftanın eteklerini avucunun içine aldı, öpüp başına koydu. Daha sonra da dua ederek yerine geçti. İçten dualarının arasında en mühimi adaletsizliğe padişahının zinhar düşmemesiydi.

 

Sırasıyla ağaların biatı gerçekleşti, Şeyhülislam'ın duasından sonra, ki bunu zoraki yapıyordu, sadrazam, vezirler, kazasker biat ettiler. Merasim yine bitmemişti. Bundan sonra sıra devletin ileri gelenlerindeydi. Eski padişahın yani Kâsım Han'ın lalası Hâcegan Mustafa Efendi, eski Sadrazam Beşiri Yusuf Paşa, Kemankeş Dilaver Paşalar da biat ettiler. Üçü de vazifelerini hakkıyla yerine getirdikleri için pek mutluydu lakin bu buruk bir mutluluktu. Bayezid'in saadetli saltanatını görmek için Kâsım Han'ın ölmesi gerekiyordu. Hepsi de bunu acı şekilde tatmıştı ve tüm tertip de Kâsım'ın vefatı üzerine kurulmuştu. Ocak ağalarının biatından sonra da teşrifatçı efendi etek öptü ve böylece merasim sona erdi. Tüm bu merasim sırasında yeni padişaha biat edilirken divan çavuşları coşkulu bir alkış tutuyorlardı, bu da merasim gereğiydi.

 

En sonunda yeni padişah, omuzlarına binen yeni ve zorlu mesuliyetlerle beraber ayağı kalktı ve hazırda bekleyenleri selamladı. Sonunda tahta çıkmıştı, zihninde bugünü hiç tasvir etmemişti, sanki hep tahtta Kâsım kalacak gibiydi lakin hayatın cilvesi onu bu kanlı tahta getirmişti. Bu kanlı tahtı kanla sürdürmeyeceğine ant içti, ihanet ve zaruri haller dışında zinhar kan dökmeyecekti.

 

***
1 Hafta Sonra

 

Cülustan sonraki bir haftada Bayezid kendi nizamını kurmuştu. Divan üyelerinin bir kısmını değiştirip kendi eşrafından kişileri ve Kâsım'dan kalma paşaları yerleştirmişti lakin Orhan'dan kalan paşaların özellikle işini layıkıyla yapanlara elini dahi sürmemişti. Aksine birbirinin zıttı düşünceleri olan kişileri bir araya getirmişti. Böylece bir şeye karar kıldığında her yönden vaziyet tartılmış olacaktı. Sadrazamlık makamına Kâsım'ın sadrazamı Beşiri Yusuf Paşa getirildi. Kemankeş Dilaver Paşa ikinci vezirliğe, Orhan'ın sadrazamı Hüseyin Paşa üçüncü vezirliğe, Afşin Kale'de zafere ulaşmalarını sağlayan Beylerbeyi Fazıl Paşa da kubbe altı veziri olup dördüncü vezirliğe getirildi. Kubbe altı vezirliğine getirilmesinin sebebi de bu makam için yardım sözü vermiş olmasıydı. Hâcegan Lala Mustafa Efendi yine akıl verme vazifesindeydi. Şeyhülislamlık makamına Dersaadet Kadılarından biri olan Âbid Efendi getirilirken Nişancı, Kazasker, Defterdar, Reisülküttap ve Serbazbaşı ağası mevkiinde kaldı.

 

Bayezid askerleri kendine Orhan gibi bağlayamamıştı zira altın kalmamıştı. Lakin Orhan'ın Kâsım'ı katletmesi Orhan taraftarı serbazları bile sinirlendirmiş, ona sırt dönmelerini kolay hâle getirmişti. Bayezid cülus bahşişi vermeyeceği üzerine serbazlarla anlaşmış, kendi adına bastırdığı paraların değerlerini biraz düşürüp biraz altın sıkıntısını azaltmayı başarmıştı. Değer düşürdüğü altınlardan vergi alıyordu. Bu defa da düşük değerli altınlar yüzünden halk huzursuzdu. Ahali Bayezid'i severdi lakin bu hareketi özellikle köylü ve çiftçi kesimini zora sokmuştu lakin Bayezid'in de yapabileceği en kolay iş buydu.

 

Bunlara rağmen Bayezid bereketiyle gelmişti, Havalar düzelmişti. Heba olan mahsul, değerini düşürüp bastığı altınlardan artanlarla telafi edilmek üzereydi, şimdilik böyleydi. Mirzaoğlu toprakları genişti, tüccarlar sıkı sıkıya tembihlendi, mahsuller ülkenin erzak sıkıntısı olan yerlerine gidecekti. Bu geçici tedbir onları bir vakit rahata erdirecekti.

 

Bir mesele daha vardı, Osman meydanda yoktu. En büyük tehlike de buydu taht için. Kaçmış ya da başka ülkelere sığınmış bir şehzadeden daha tehlikeli ne olabilirdi ki “Sadrazam Paşa, Şehzade Osman'dan bir havadis var mıdır?”

 

“Yoktur hünkârım.” Cevabı onu tatmin etmemişti, koskoca padişah bir adamı bulamamış mıydı? “Sansar'a verdim bu vazifeyi lakin layıkıyla yerine getirmez herhalde. Vezir-i Salis Hüseyin Paşa, senin elin ayağın uzundur biliriz. Firmen'de kuş uçsa senin haberin olur. Asafoğulları'nda yağmur yağsa ilk sen duyarsın. Ne yap ne et bul Osman'ı ki başımıza dert açmasın.”

 

“Emr-ü ferman kudretli padişahımızındır.” deyip başını öne eğdi. Divan görüşmelerinin tamamlanmasından sonra ise hareme geri döndü. Devleti yönetmek sancak yönetmeye hiç benzemiyordu. Üzerinde aç kalan bir karıncanın bile hakkı vardı, imkanlar kısıtlıydı. Toparlanmak ise biraz vakit alacaktı. Madenlerden altın çıkarılması hızlandırıldı lakin Orhan'ın yaptığı gibi zalimce değildi bu, güzel bir nizamdı.

 

Hem devleti yönetip hem de ailesiyle hemhal olmak kolay değildi, aile ivedilikle sonraya bırakılıyordu. Bayezid'in cülusundan sonra Valide Esma Sultan saraya getirtilmiş, Kasım'ın hatunu Hoşyar Sultan ise hekimleriyle beraber daha iyi olabileceği düşünülen Edirne Sarayı'na gönderilmişti. Orhan'ın hatunları Eski Saray’a sürülürken gebe cariyeleri de saray dışındaki konaklara yerleştirildi. Böylece erkek çocuğu olsa bile tahta geçme hakkı olmayacaktı. Lakin yine de tüm mesuliyetleri Bayezid üzerine olacaktı. Elinden ne gelirse yapacaktı onlar için lakin onca kan akmış bu kızıl taht için başka kan dökülemezdi, istemiyordu bunu. Bu sebeple de vârisler artmamalıydı.

 

Bugün de Saruhan'dan ailesi geliyordu. Anca toparlanabilmişlerdi. Savcı, İsmihan, Afife, Şayeste hatta Nihal Hatun, kalan cariyeleri de gelecekti. Gelen cariyeler buradaki yeni cariyelerle bir arada kalacaklardı, ona göre yer ayrılmıştı. Saray'ın Valide Sultan odasından sonra olan en büyük odalarından biri Afife'ye biri Şayeste'ye ayrılmıştı. Diğerinde de Mehpare kalıyordu. Evlatları için de büyük odalar tahsis edilmişti. Özellikle İsmihan'ın odası validesinin yanı başındaydı.

 

Esma Valide Sultan, dairesinden pek çıkmıyordu. Evladının yasını tutuyordu hâlâ. Ana yüreği nasıl dayanabilirdi ki, kemerine sıkıştırdığı hançeri kalbine saplasalar daha az acı çekerdi. Afifeleri karşılamaya çıkmamıştı bu sebeple. Lakin el öpmeye geldiklerinde zinhar geri çevirmeyecekti onları.

 

Mehpare de Sultan Beyezid tahta çıkarken giydiği esvaplarını yeniden giymişti. Şimdilik en görkemli kıyafetleri buydu. Daha iyilerini de dindirecekti lakin kendi bütçesi yettiğince yapacaktı bunu.

 

Sultan Bayezid tüm görkemiyle sofadaki altın işlemeli tahtında oturmuş bekliyordu. Yine üzerinde matemi hatırlatan siyah kaftanı, gümüşten telkâri işlemeli düğmeleri, elmaslarla süslü büyük sorguçlu kavuğu üzerindeydi. Ne kadar vakit olmuştu ailesini görmeyeli? Murat'ına bile yeni kavuşmuştu. Biricik kızı İsmihan burnunda tütüyordu. Hele cengaver şehzadesi Savcı... Afife nasıldı acaba, bu kadar uzun ayrılığa nasıl sabretmişti? Şayeste nasıldı, Nihal Hatun'da bir iyileşme var mıydı? Herkesi merak ediyordu.

 

Başını sağına doğru çevirip Mehpare'ye baktı. Zarife Hatun da gelecekti, Mehpare söyleyecek miydi Yınal Bey meselesini, yoksa sessiz mi kalacaktı? Aklında bin bir soru vardı lakin hepsi birazdan son bulacaktı.

 

Ceylan Hatun da hemen Mehpare'nin yanında duruyordu. Onun da yanında Murat vardı. Küçük şehzade koskoca cihanın derdi omuzlamıştı sanki, lakin validesinin geliyor olması yüzünde bir tebessüme sebep olmuştu. Yerinde duramıyordu, ayaklarından birini sürekli yere vuruyor, parmaklarını da sürekli kütletiyordu.

 

“Arslanım.”
Babasının o şefkatli sözleriyle beraber sanki ona “Babacığım.” der gibi masum manalı gözlerle baktı. Bayezid eliyle gel diye işaret edince Murat koşarak babasının kollarına attı kendini.

 

“Validenin eli kulağındadır azıcık sabret bakalım.” Murat başını sabredemiyorum diyormuş gibi sağa sola sallayınca yeni Sultan gülmeye başladı.

 

Sahi, kendisi sabredebiliyor muydu? Ne kadar vakit olmuştu bir ay mı, iki mi? O deniz gözlere ne vakittir dokunmuyordu kara gözleri? Yüzüne küçük bir tebessüm yerleştirdi; Şayeste evladının anasıydı, Mehpare zevcesiydi. İkisini de seviyordu lakin aşk kapıları sadece Afife'ye açıktı. Ne yazmıştı en son mürekkebi?

 

Ol göynümde taht-ı saadet-i daim
Seyreyle ey güzel derd-i dîlimi benim

 

Neydi sahi devamı? Unutmuş muydu şiirinin sözlerini, ona bakmadan yazılan sözler uçup gidiyor muydu böyle? Sahi onu görse söyleyebilecek miydi tamamını? Denemeden bilemezdi.

 

Kapının çalınmasıyla beraber üzerinde ferace geçirilmiş hatunlar, ve biricik evlatları huzur-u şahaneye çıktılar. Evvela burnunda tüten evlatlarına baktı. İki üç ayda bu kadar büyüyebilirler miydi? Savcı babasının da boyunu geçmiş biraz da kilo almıştı. İsmihan’ın ise güzelliğine güzellik katılmıştı.

 

Şayeste Savcı'nın gerisinde, onun da bir arkasında da Afife yürüyordu. İsmihan'ın ise bir koluna Gülizar Kalfa bir koluna da Zarife Hatun girmişti. “Saltanatınız daim olsun hünkâr babam.” Deyip babasının eteklerini öpüp başına koydu Savcı. Daha sonra da kollarıyla sardı onu. Ayakta karşılamıştı Sultan onları.

 

“İyi misin arslanım?” dediği sırada Murat çoktan validesine sarılmıştı bile. “Elhamdülillah babacığım, ben de emanetleriniz de iyiyiz. Size ailenizi sağ salim teslim etmiş bulunmaktayım.” dedi. Bayezid yüzündeki tebessümün yanında kalbindeki uzun vakittir mevcut olmayan huzuru da elde etmişti. Evlatları yanındaydı, daha ne isterdi ki başka?

 

“Benim güzeller güzeli kızım nasıldır acep?” diyerek yanına kadar gelen kızını kucakladı bu defa da. “Ben iyiyim babacığım, siz de iyisinizdir inşallah. Öyle özledim ki sizi burnumda tüttünüz.”

 

“Ben de özledim güzel kızım, Allah bizleri bir daha bu kadar uzakta bırakmasın.”

 

Bu defa selam verme sırası Şayeste'ye gelmişti. “Sizi bu taht-ı saltanatta gördüm ya ölsem de gam yemem artık, saltanatınız daim olsun hünkârım.” Eteklerini öpüp başına koyduktan sonra sanki Mehpare'ye nispet yapar gibi ellerini tuttu. “Var ol Şayeste, iyisi değil mi?”

 

“Ben iyiyim çok şükür. Sizi gördüm daha iyi oldum.” Bayezid omuzunu sıvazladıktan sonra yerine geçti Şayeste. Bu defa da sıra Afife'deydi, o da evladına sarılmakla kokusunu içine çekmekle meşguldü. Bir mektupla vaziyetini haber almıştı, dilinin lâl olduğunu biliyordu lakin inanıyordu, evladı iyileşecekti. Kokusunu derin derin içine çekti ve alnına bir buse kondurdu.

 

Dolu gözlerle gitti padişahın huzuruna, avuçlarının arasına aldığı siyah kaftanı öperken bir damla yaş süzüldü lakin o an siliverdi kimseye belli etmeden. Ardından ayağı kalkarak selam verdi.

 

“Sıhhatiniz yerinde midir hünkârım?” dedi evvela. Saltanatının daim olması için elbet de dua ederdi lakin ilk söyleyeceği şey iyi olup olmadığıydı. Yaralanmış mıydı savaşta, peki ya tahta geçtikten sonra iyi olmuş muydu? Ya ağabeyinin acısı bir yük gibi geliyor muydu ona?

 

“Ben iyiyim Afife'm, sen iyi misin asıl?”

 

“Sağlığınıza duacıyım.” derken dile dolanan birkaç kelimeyi söylüyordu sadece. Yoksa iyi değildi. Onsuz ve evladı olmadan geçen günleri zulümden başka neydi ki?

 

“Validem sizleri dairesinde bekler, gidip saygılarınızı arz edin.” Dedikten sonra Ceylan ve Mehpare'ye de çıkabilirsiniz işareti yaptı. Sofada bir tek Afife ile Bayezid kalmıştı. Afife en arkada kalmıştı tam o da çıkacakken Bayezid onu kollarının arasına almış, gitmesine müsaade etmemişti. “Gözümün nuru, iyiyim ben, gerçekten iyiyim.”

 

“Hiçbir laf etmeden anladınız yine beni.”

 

“Seni en iyi ben anlarım, ben tanırım Afife'm. Bilmez misin?”

 

“Bilirim. Bilirim lakin...”
Sözlerini yarıda kesip kollarına sardı tekrar hatunu. Yüzüne bir tebessüm yerleştirdi. O mısraları şimdi hatırlamıştı işte. Demek ki sözleri süslü yapan aşktı, aşkı ise görmeden gelmezdi mürekkebin elinden bir şey.

 

“Ol göynümde taht-ı saadet-i daim
Seyreyle ey güzel derd-i dîlimi benim
Sahra-yı gamda derbeder haldeyim
Seyreyle ey güzel derd-i dîlimi benim”

 

“Derdimin devası sensin hatun. Neyleyim, bu gönül sensizliği bilmemiş hiç. Hasret kalmış yollarına lakin sözüm olsun bundan sonra ayrılık haram bize.”

 

***
“Yeğenlerim gelir saraya, niçin beni tuttun burada?” Efruz'un yüzünde bir gerginlik vardı. Köşkte bir sağa bir sola dönüp duruyordu. “Asafoğlu topraklarına gitme vaktimiz geldi de geçti Şirin. Düğünü de orada yapacağız diye hiçbir merasim düzenlemedik lakin korkarım ki artık Asafoğlu topraklarına gitmemiz pek zor.”

 

“O neden?” derken aslında gitmeyecek olmaları hoşuna gitmişti Şirin'in lakin neden bu hâle geldiğini öğrenmek istemişti. Elindeki mektubu ona doğru uzatıp etrafta dolanmaya devam etti.
“Asafoğlu topraklarına adım attığım an infaz edileceğim.”

 

Şirin, bu sözünü şaşkınca karşıladı ve mektubu açıp okumaya başladı. Asaf Şah felç geçirmiş, yatalak olmuştu. O vaziyette de devleti yönetmesi mümkün değildi, yerine oğlu Akif geçmişti. Akif, Efruz'un ağabeyiydi. Saltanatta her şehzadenin hakkı vardı aynı Mirzaoğulları’nda olduğu gibi. Payitahta ilk ulaşan tahta geçmekteydi. Asafoğlu topraklarına bu kadar uzak kalan Efruz tahta geçememişti, Akif'in ise ilk emri kardeşlerini katlettirmek olmuştu. Tek nefes alan, hayatta kalan Efruz'du.

 

“İdamını mı emretmiş ağabeyin?”

 

“Validem divandaki adamlarımızdan malumat edinmiş, topraklarıma adımımı attığım an öldürüleceğim.”
Bunu Şirin istemezdi, kimsenin canı yansın bile istemezdi. İstemeyerek de olsa aynı yastığı paylaştığı adamın ölmesini istemezdi. “Burada kal o vakit, kimse sana zarar veremez.”

 

“Bana isteseler zarar verirler, şu saatten sonra senin haricinde kimseye güvenemem ben. Dahasını sorma, diyemem lakin şunu bil canımın güvenliği yoktur.”

 

Efruz ölümden mi korkuyordu bilmiyordu Şirin lakin anladığı bir şey vardı bu sarayda onun canına zarar verecek kişi varsa o da Asafoğlu casuslarıydı. Demek ki sarayda bir miktar Asafoğlu casusu vardı ve kim olduklarını Efruz bile bilmiyordu. Bu da demek oluyordu ki saraydaki herkes tehlike içindeydi.

 

“Endişe etme Asafoğlu, bu sarayda kimse kimseye zarar veremez. Ben yine de hususi kapımdan kişilerle koruma altına alacağım burayı. Yediğimiz, içtiğimiz hatta giydiklerimiz bile tetkik edilecek. Şimdi müsaade et gidip vaziyeti ağabeyime arz edeyim. Onun bilmesi daha münasip olur.”

 

Efruz, Afşin Kale ve Şirin ile evlenme karşılığında Bayezid'in ölümünü vaat etmişti. Destek gelmeseydi bunda muvaffak olacaklardı. Onun ölümü için teminat veren Efruz'u şimdi o ve onun kardeşi koruyacaktı. Hayat gerçekten tuhaftı; dün öldürmek istediğin bugün canını koruyor, dün tahtta olan da bu gün şimşirliğe kapatılıyordu. “Öyle olsun madem.” dedi adam. Küçük bir pişmanlık sardı ruhunu, geçmişi değiştiremezdi.

 

Şirin, has odanın yolunu tutmuştu. Babasının bir zamanlar uyuduğu bu odada üç ağabeyi de günlerini geçirmişti. Bir tek Alemşah'a nasip olmamıştı bu odada kalmak. Derin bir iç çekip has odaya ağabeyinin de müsaadesiyle girdi. Evvela selam verdi sonra da ağabeyinin işaretiyle sedire oturdu.

 

“Değiştirmemişsin bu kara esvapları.”

 

“Bana diyene bakın hele, siz de hâlâ yas kıyafetlerinizlesiniz hünkârım.”

 

“Kederimi belli etmem münasip değildir bilirsin lakin içim hâlâ yangın yeridir.”
Şirin, birden bire kendini bırakan gözyaşlarını parmaklarıyla sildi. “Bir de bana sor, ağabeyim gözümün önünden gidiyor mu diye.” Bayezid, Şirin'in kesik avuçlarını elleri arasına aldı. Yaralar iyileşmişti lakin izleri geçmeyecek gibiydi avuçlarından. Murat'ı kurtarmıştı o ellerle, onun iziydi bu yaralar. “Murat'ımı kurtardın ya ben senden razıyım hemşirem, Allah da senden razı olsun.”

 

“Hepimizden ağabey, hepimizden razı olsun.” deyip birden ne için geldiğini hatırladı. “Havadisi almışsındır belki, ben yine de diyeyim. Asaf Şah felç geçirince tahta Şahzade Akif geçmiş, tüm erkek kardeşlerini de katletmiş. Şahzade eğer ki topraklarına dönecek olursa öldürülecekmiş. Lakin pek ürkmüş gördüm onu, beni burada öldürebilirler deyip durdu. Ağabey, onun da malumatı yok lakin sarayımızın içinde tahminen birçok mevkide Asafoğlu casusu var. Şayet bu doğruysa sadece onun değil saraydaki tüm hanedan üyelerinin canı tehlikededir.”

 

“Bugün Salih Giray'dan da aynı istihbaratı aldım. Paşaların içinde bile olma ihtimalleri var. Sen de zevcin de dikkat edin kendinize, ben içimize kadar girmiş bu casusları temizlemek için çalışmalara başlayacağım. Bir Fahriye bir de sen varsın Şirin. Benim sizden başka kız kardeşim yok, en değerlimsiniz benim. Aman dikkat et kendine.”

 

“Sen de dikkat et kendine ağabey, ben inanırım, sen o hainleri bulup cezalarını vereceksin.”

 

Bu havadisi de alınca Bayezid iyice şüphelenmişti. Gerçekten de bu kadar içlerine girmişler miydi? Asafoğulları bunu yapmış mıydı? Yatağına aldığı cariyelere kadar şüphelenmeli miydi, emin değildi. “Ağalar.” diye seslendi dışarıya. İçeriye giren ağadan saydığı isimleri Arz Odası’na çağırmasını istedi. Bu meseleyi ivedilikle halletmesi gerekiyordu.

 

Salih Giray, Sansar, Sadrazam Beşiri Yusuf Paşa, Kemankeş Paşa ve Hâcegan Lala Mustafa nizamla hazırda bekliyorlardı. Yine o görkemli taht vardı karşısında, altın tahtın üzeri değerli taşlarla süslüydü. Bayezid bir hışımla gerine geçerken adamları ona selam veriyordu.

 

“Hayırdır padişahım, sabah divanında beraberdik. İvedi bir mesele mi cereyan etti yoksa?”

 

“Etti ya sadrazam paşa, etti.” Deyip yumruğunu sıktı. Şu hayatta en nefret ettiği duygulardan biri içine kurt düşmesiydi, şüpheydi. Güvenebileceği ailesi dışında sadece bu adamlar vardı. “Sizinle omuz omuza mücadele ettik bundan sebep sizden zinhar şüphem yoktur. Lakin diğer paşalara tam güvenim yoktur. Salih Giray'dan ve hemşirem Şirin Sultan'dan edindiğim malumatlara göre içimizde Asafoğlu casusları mevcut. Hem ülkelerine istihbarat sağlamak hem de bizi içeriden çökertmek isteyebilecekleri malumumuzdu lakin kuvvetle muhtemel bu vaziyetin tehlikelisiyle karşı karşıyayız.”

 

Ne diyebilirdi ki, hareminden bile şüphelenir, divan üyelerinden çekinir olmuştu. Daha yeni çıktığı tahtın ona hemen bu kadar çabuk yük bindirmesi hiç iyi değildi. “Şirin Sultan'ın malumatı nedir?” diye soran Hâcegan’dı. Bayezid de onlara Efruz'un canının tehlikede olduğunu nasıl söylediğini anlattı. Çok kesin cümleler değildi bunlar, şu hain şu casus denilemezdi. Ama Afşin Kale meselesinde de daha evvel vuku bulan bazı meselelerde de Asafoğulları’nın bilmesinin mümkün olmadığı şeyler onlara iletilmişti, içeride casus vardı lakin bu kadar ölüm korkusu verebilecek kadar çok olduğunu düşünmemişti kimse.

 

“O halde vaziyet ciddidir hünkarım. İvedilikle tedbir almak icap eder.”

 

“Eder de nasıl olacak o iş Kemankeş Paşa.” Salih Giray haklıydı. Nasıl başaracaktı bunu, bir kişiyi meydana çıkarsa diğerlerini ifşa etmeyebilirdi. Yahut diğer casusları gerçekte de bilmiyor olabilirdi ki Efruz dahi bilmiyordu. Kendi içlerinde de belki de gizlilik esastı. Acaba yem mi atmalılardı? Birini yakalasa diğerleri gizlenebilir yahut kaçabilirdi. Kusursuz bir tertiple bu casuslar meydana çıkarılmalıydı ve bundan diğerlerinin haberi olmamalıydı.

 

“Ben de sizi buraya bunu istişare etmek için çağırdım. Bu meseleyi biz halledeceğiz. Daha sonra lüzum ederse Şehzade Savcı ve Cihangir'i de işin içine katarız ki tecrübe etsinler meseleyi. Şimdi sizden istediğim bir yol çizin devletimize, devlet de o yoldan yürüyüp ona karşı duran başları ve casusları ezsin.”

 

♟️


SONUNDA BAYEZİD TAHTA ÇIKTI, BEN ÇOK MUTLUYUM YA SİZ? SONUNA KADAR HAK ETTİ BENCE.

Murat kurtuldu Ceylan Hatun'a teşekkürlerimizi sunuyoruzzz.

Mehpare'ye nasıl da yakıştı o kıyafetler bir hayal edin, yeni hünkarımız onu nasıl da beğendi böyle?

Efruz hakkında düşünceleriniz neler?

Efruz casuslar var gibi bir şey belirtti sizce neler olacak?

Oy vermeyi unutmuyoruz değil miii öpüldünüzzz😘😘😘

Loading...
0%