@rubamsalepe
|
Mehpare'den Ne kadar vakit geçmişti bu devlete gelin olalı? Kaç ayı geride bırakmıştık, bilmiyordum. Öyle zordu ki her şey. Bırakıp gitmek zorunda kaldığım tahtım bir yanda, Mirzaoğulları diğer taraftaydı. Babamın tahtı artık katiline değil, yeğenine emanetti, bu hususta zinhar aklım kalmamıştı. Lakin Yınal Bey meselesini de söyleyememiştim Zarife'ye. Sefer Bey ile sulh ettiğimi sanıyordu, böylesi onun için daha iyiydi. Tek meselem bu muydu? Kasım Han'ın öldürülmesiyle tahta Bayezid geçmiş mevkisi de en üste çıkmıştı. O bir padişah olmuştu, ben de bir padişah hatunu. Omuzlarında samur kürk, boynunda yakut kolye taşıyan, sultanın nikahlı zevcesiydim artık ben. Hem de gerçekten zevcesiydim, tam manada zevcesiydim. Hayattaki en büyük emelim babamın tahtına geçmekti lakin onu da Sefer Bey'e teslim edince geriye bir emelim kalmış mıydı? Ne için vardım ben? Ne yapacaktım bundan sonra? Cihan padişahına evlat vermek elbette isterdim lakin emelim bu olmamalıydı. Alelade cariyeler de çocuk doğurabilirdi benim onlardan farkım neydi ki? Ben de vaktiyle nasıl Erguvan topraklarını koruduysam şimdi de Mirzaoğlu topraklarını koruyacaktım. Elimden ne gelirse yapacaktım, gerekirse kılıcımla savaşacaktım. Artık emelim padişahım ve Mirzaoğulları'nı korumaktı. Bu uğurda canımdan bile geçebilirdim çünkü Mirzaoğulları'nı korumak aynı zamanda Erguvan'ı da korumaktı. Erguvan'ın selametinden zinhar vazgeçemezdim. Has bahçenin yeşilliğinde havanın ışıltısıyla geçen bir günde kendimi daireme kapatamazdım. Bugün güzel atış talimleri yapabilirdim. Bir parmak uzunluğunda çimlerin üzerinde hedefe doğru dimdik dururken bir hamleyle yayın kabzasından tutup oku kirişe geçirdim. Kullanmaktan iyice eskiyen zihgirimi baş parmağıma yerleştirdim ve onu okun hemen altından geçirip kirişi kıstırdım. Kiriş çekerken çıkmasın diye de okçuluğun bir kaidesi olan şeyi yapıp baş parmağımın ucunu diğer iki parmağımın arasına geçirip iyice sıktım. Kirişi çekebildiğim kadar çekip nişan aldım ve serbest bıraktım. Hedefin uzağına isabet ettirmiştim okumu, aklımda birçok şey varken yaptığım işe aklımı veremiyordum. "Hedefi vuramadın sultanım, ne düşünürsün de bu kadar, okun yönünü bulmaz, hedefi vurmaz?" Bayezid'in geldiğini fark etmemiştim bile. Nasıl etrafımı görmezlikten geldiysem koca has bahçede bir tek ben vardım. "Ne badireler atlattık da buralara kadar geldik, onu düşünürüm." "Belli ki seni epey düşündürmüş." dedi hedefi göstererek. "Beni küçük görmeyin bilirsiniz onca askerinizden iyi savaşırım, okçulukta da pek mahirimdir." Bayezid elimdeki yayı alıp oku yerleştirdi. Baş parmağındaki zihgiri ters çevirdikten sonra kirişi kavrayıp iyice çekti. Sonra da hedefe doğru serbest bıraktı. Hedef tam ortadan isabet almıştı. Bayezid bu atışına küçük bir gülümseme ekleyip yayı tekrar Mehpare'ye verdi. Kuşağına sıkıştırdığı keseyi belinden çıkardı ve içindeki anka kuşu, çift kılıçlı arslan ve kartal işlenmiş zihgiri çıkardı. Zevcesinin beyaz ellerini avuçlarına alıp baş parmağındaki eski zihgirin yerine bu zihgiri taktı. "Hünkârım?" "Dikkat etmiştim epey zarar görmüş zihgirin, parmağını korumaktan çok zarar verir diye düşündüm. Kuyumcuya yaptırdım ben de bu gümüş zihgiri. Üç hanedanın da damgasını işlettim. İnşallah beğenirsin." Gerçekten de beğenmişti bunu, başka bir şey hediye edilseydi bu kadar mutlu olmazdı belki de. "Teşekkür ederim, çok beğendim." Bayezid gülümseyerek karşılık verince yeni zihgirimle oku geçirdiğim yay kirişini çekip saldım. Bu defa hedefin tam yanından vurmuştum. "Biraz ara ver hem kafanı toparlayınca daha iyi atarsın, gel şöyle oturalım." deyip minderleri işaret etti. Acaba başka bir şey için mi gelmişti? Ne diyecekti ki? Bu arada yemyeşil çimenler üzerinde koyu kırmızı kaftanıyla ne kadar da asil duruyordu. "Beylerbeyi Fazıl Paşa ve diğer beylerbeylerinden bize yardım edenlere mevki sözü vermiştik, Fazıl Paşa'yı dördüncü vezirliğe getirdik, diğer paşaların da parelerini arttırdık. Fazıl Paşa bize yardım etmiştir lakin emin olmamız lazım bir şeyler çeviriyor mu, bize ihanet eder mi diye. Tedbir alalım yâni, eğer düşündüğümüz gibi çıkmazsa da hiçbir zarara uğramayız. Senden ricam paşanın kızını yanına nedime olarak almandır. Kızın duyduklarını yahut sezdiklerini de bana iletirsin." "Hatunu derhal saraya davet edeceğim. Ben tuttuğumu koparırım, inşallah bu meselede de muvaffak olurum." "Olursun tabi, her şeyi hallettin sen şimdiye dek, bunu da halledersin. Bu arada esvaplarına dikkat ederim nicedir aynılarını giyersin, yapacağın müsriflik değildir, hanedanın gücünü göstermektir, ona göre yeni esvaplar dikinesin." "Bu kadar dikkatli miydiniz siz, bilmiyordum." deyip ekledim "Dediğiniz gibi yaparım." "Gözümden kaçmaz benim." deyip gülümsedi. "Öyle meselelere bulaştım ki başımı kaşıyacak vaktim yok. Hepten yoruldum lakin şimdi has odaya geçmek..." deyip aramızdaki mesafeyi birazcık kapadı. "İyi olurdu." "Ne iyi olurdu?" deyip şaşkınca baktım yüzüne. Elini yavaşça yanağıma koydu. "Hiç aklın burada değil." deyip gülmeye başladı. "Bayezid, hakikaten anlamadım meseleyi." dediğimde daha çok güldü. Gözleriyle beni süzüp elini belime doğru götürdü. "Has odaya benimle geçmekten bahsediyorsun. E desene baştan dümdüz. Gelemem kusura bakma işlerim var." Dediğimde idrak ettim ne istediğini. "Has oda mı?" Gülmeye devam edip beni seyreden zevcime kaçamak birkaç bakış attım. "İşin var gelemezsin öyle mi? Hünkârın çağırır gelemezsin." Öyle demek istememiştim, o da biliyordu bunu. Sadece boş bulunmuştum, kendimi yanlış ifade etmiştim. "Bayezid, onu kastetmedim ben ya. Hem senin divanda işin yok mudur?" Etrafa bakındı hâlâ kimse yoktu, elini belime iyice sarıp kendine yaklaştırdı. Önce alnıma sonra da dudaklarıma küçük bir buse bıraktı. "Vardır, evvela validemi görmem, ondan da divana geçmem gerekir lakin arada bir kaçamak iyi olurdu." Utancımdan yanan yanaklarım ve hızlanan kalbimle cevap veremiyordum sözlerine. Zindanda zevcelik vazifemi yerine getirmek isterdim derken utanmayan ben, Bayezid yanıma yaklaştığında dahi heyecandan konuşamıyordum. Evleneli epey olmuştu lakin biz asıl şimdi yeni evliydik. "İşlerinizi aksatmayın hünkârım, ben istediğiniz vakit huzurunuzda olacağım lakin mühim olan devletin idaresidir." ●●● "Hoş geldin, sefa getirdin devletlüm." sözleriyle oğlunu ayakta karşıladı Esma Sultan. İçindeki acıyı kalbine gömmek ve devam etmek zorunda kalmıştı yaşamaya. Yastığa başını koyana kadar böyle yapacağına ant içmişti. Ama işte gece başını yastığa koyduğunda tuttuğu gözyaşları teker teker serbest kalacaktı. Yüreği yine acıyla kavrulacaktı. Şimdiyse kendisini tutuyor ve vazifesini icra ediyordu. Bir evladına daha bir şey olursa yaşayamazdı. Zinhar yaşayamazdı. "Hoş buldum validem, hayır duanı almaya ve biraz hasbihal etmeye geldim." "İyi ettin oğlum, devletinle bin yaşa. Allah sana da saltanatına da zeval vermesin." Bu casus meselesini ona açsa iyi olurdu. İyice tedbir alıp ona göre haremi yönetirdi. "Validem, sarayın muhtelif yerlerinde kim olduklarını bilmediğimiz Asafoğlu casusları var, haberin olsun ona göre tedbirini al." Bir paşanın bile casus olduğunu aşikar etmek mümkündü lakin bir cariyenin yahut herhangi bir harem mensubunun casusluğunu ifşa etmek pek zordu. Hatta imkansız gibi bir şeydi. Esma Sultan'ın yapabileceği şeyler belliydi. Cariyelerin geçmişlerini ve hareme yeni gelenleri sıkı tetkikten geçirmekti. Başka yapabileceği bir şey yoktu ki. "Daha saltanatının başında bu hiç iyi olmadı. Hem içeriden hem dışarıdan tehdit altındasın. Bunun yanında Şehzade Osman'ın yeri hâlâ tespit edilemedi. Tahtına zeval gelmesinden endişe ederim." "Validem." deyip ellerini öptü, sonra da sımsıkı tuttu. "Hepsini söküp atacağız sen üzülme, endişelenme de. Allah'ın izniyle bu imtihandan da zaferle çıkacağız. Senden istediğim tedbirini almandır, başka bir şey değil. He bir de yanımda ol yeter." Esma Valide Sultan sımsıkı sardı evladını kollarının arasına alarak. Elini yanağına koyup "Her vakit yanındayım." dedi ve içinden dualar etti. Şimdi sıra diğer mevzuyu konuşmaya gelmişti. "Duydum ki tahta çıktığından beri has odana Mehpare Sultan'ı alırmışsın. Zevcendir, pektabii alabilirsin lakin senin vârislere ihtiyacın vardır. Ne kadar başka hatunlarla münasebetin olursa o kadar iyi olur. Bak Orhan'a, tahttan indirildiğinde yedi cariyesi gebeydi. Evlatlarının yarısı da erkek doğdu. Aynını senin de etmen gerekir. Sana münasip hatunlar seçip has odaya yollayacağım, zinhar geri çevirme. Artık senin vazifelerinden biri saltanatının devamlılığı içün vârisler edinmektir." Bayezid de bunların doğru olduğunu biliyordu. Daha evvel de bu sebeplerle birkaç hatunla münasebeti olmuştu. Ceylan ve Nihal Hatun da böyleydi. Hatta tüm hatunlarıyla münasebeti taht için, vâris edinmek içindi lakin Afife'yi gördüğü ilk anda yüreğine düşürmüştü. Şayeste'yi Afife'den sonra biraz ihmal etmişti lakin yine de gereken ilgi ve saygıyı gösteriyordu. Diğer hatunlar için de böyleydi esasen. Hepsini severdi, Şayeste birazcık heyecanlı, kıskanç bir karakterdeydi lakin onu bile öyle kabul etmişti. Mehpare de öyleydi işte. Aşk kapıları sadece Afife'ye açıkken sevgi kapılarını kimseye kapamıyordu. Lakin sevdiği diğer hatunlarına nazaran Mehpare biraz daha farklıydı. Er gibi savaşır, tuttuğunu da koparırdı. Daha ilk vakitlerde saray oyunlarına kurban gidecekken kendini aklamıştı. Bu kadar güçlü olması Bayezid'in alakasını da cezbetmişti. "Hakkın var validem, sen nasıl münasip görürsen öyle olsun. Lakin Afife'ye olan aşkımı bilirsin, aramıza çok mesafe sokmanı istemem. Aynı şekilde Mehpare ile de vaziyetimiz bir hayli iyidir. İki oğlum iki de yeğenim vardır tahtım için. Osman'ın hainliğini ve Murat'ımın vaziyetini hesaba katar isek tahtım için iki vârisim vardır. İşte sırf bu sebeple bile sözlerine boyun eğmek mecburiyetindeyim." Savcı ve Cihangir yiğit şehzadelerdi lakin onlara bir şey olursa hanedan tehlikeye düşerdi. Bayezid'in ivedilikle evlat sahibi olması gerekiyordu. Şehzadelik vakitlerinde de cariyelerle münasebetleri oluyordu ama şimdi daha çok olacaktı. Bu da hem hasekileri, hem zevcesi hem de gözdeleri arasında hoşnutsuzluğa sebep olacaktı. Lakin mecburdu, hanedan mensubu ve saltanat sahibi olmanın bazı mecburiyetleri vardı. "Ağabeyinin haremini eski saraya yollamıştık. Hiç görmediği cariyeleri de devletimizdeki vazifelilerle nikahladık. Şehzadelik dönemindeki cariyelerinin haricinde hususi bütçenden bir miktar yeni cariye getirttim. Haberin olsun, çok harcama yapılmadı. Ağabeyin gibi müsriflikle suçlanmayacaksın." "Bu hususta sana güvenim tam validem. Peki başka bir husus var mı?" Olmaz mıydı hiç? Bu cehennem gibi sarayda sorun hiç biter miydi? Şirin meselesini açmalı mıydı ona? "Mesele Şirin, bu izdivaçtan hiç mesut değil, eğer ki boşanma hakkı elinde olsa hiç beklemez derhal boşardı şahzadeyi." Bayezid'in canını yakan bir mesele daha karşısına gelmişti. Boynunu geriye doğru atıp derin bir nefes aldı. Koskoca cihan padişahıydı ama gücü kız kardeşinin mutluluğuna yetmiyordu. "Salih Giray ile olan münasebetini bilirdim, onları buraya birlikte bu sebeple yolladım. En kısa vakitte de nikahlayacaktım lakin Orhan ağabeyim erken davrandı. Bir hâl çaresi düşünmeye çalışacağım lakin pek ümitlenme, elden pek bir şey gelmez. Boşanmaya ikna olursa o vakit Salih Giray ile nikahlayacağım Şirin'i. Lakin pek güçtür bu validem." Şirin'in gönlü hâlâ Salih Giray'daydı lakin Efruz da Şirin'i gerçekten seviyordu. Onun o sinirli yönünü görmüştü sadece, ona da kısa sürede gönlünü düşürmüştü. Bu kadar sevdiği hatunu da boşamaya hiç niyeti yoktu. Zaten boşayıp nereye gidecekti? Burada kalmak zorundaydı, kalmasının yolu da Şirin ile izdivacıydı. Dahası zevcesinin sevgisini de kazanmak istiyordu. Kendince bir çaba içerisindeydi. Olur muydu istediği bilmiyordu, hep soğuktu ona karşı. Yüzü bir kez dahi olsun gülmemişti. Ümitle bakmamıştı ona, sevememişti bir türlü. Efruz'un aşk ile yaptığı ne varsa nefretle karşılık vermişti genç kız. Ağabeyinin telkiniyle yas kıyafetlerini değiştirme kararı almıştı Şirin. İçine beyaz ince bir iç kıyafet altına da yine uzun beyaz şalvar giymişti. Üzerine lale nakışları olan yeşil bir kaftan geçirmiş, ensesinde topladığı saçlarının üstüne de elmaslarla süslü sorguçlu yüksek bir başlık takmıştı. Boynuna üç sıra inci dizili kolyesini geçirip beline de kalın telkari gümüş kemerini taktı. Kemerine de gümüş hançerini takıp köşkün alt katına indi. Efruz uzun vakittir hatta evlendiği günden beridir onu böyle güzel esvaplarla görmemişti. Masmavi gözleri ile yemyeşil kaftanı birbirini tamamlamış, görkemli mücevherleri de güzelliğine güzellik karmıştı. Efruz'un yüzünde güzel bir tebessüm belirdi, ruhu iyileşiyor muydu acep? "Bu elmaslar yanında parıltısız kalmış Şirin, pek güzel olmuşsun." Şirin bu sözleri duysa da duymazlıktan gelmeyi tercih etmişti. Kalbi başkasına aitken nasıl davranırsa davransın her ikisine de ihanet etmiş olacaktı. Yapamazdı bunu. "Haremden beklerler beni, gideyim." "Her gün hareme gidersin zaten, bir gün de şurada oturduğunu görmedim. Otur da şu güzel hallerini hatırıma kazıyayım." "Bu saray benim evim Asafoğlu, vazifelerim vardır. Gitmem gerek, sen de canından şüphe etme sıkı tedbirler aldık." deyip kapıya doğru ilerledi. Bu defa da Efruz peşinden koşup önüne geçti. "Mesele canım değil ki, cananım. Bir kere gül cemalinden tebessümünü göremedim." "Gitmem gerek." Dediğinde yine önüne geçti, gitmesine müsaade etmedi. "Söylesene hiç mi sevmedin beni?" deyip gözlerine baktı. Koskoca devlet şahzadesi bu hatunun önünde divane olmuştu. Şirin önce gözlerini kaçırdı sonra da başını iki yana salladı. Efruz'un gözleri biraz dolmuştu lakin kendinden taviz vermedi, kalbine saplanan bu acıyı yüzüne de yansıtmamıştı. "Şu cihanda ne geçebileceğim bir tahtım, ne de bana arka çıkabilecek bir hanedanım var. Bir tek sen varsın. Söylesene beni sevmen için ne yapmam gerek?" Bunu duymayı beklemiyordu genç sultan. Onu sevmesinin mümkünatı yoktu. Hele ki kalbinin tam merkezinde başka biri varken imkansızdı. "Hiçbir şey. Müsaade et haremden beklerler." Sözleriyle Efruz anlamıştı ki Şirin onu kale almıyordu. Zorlamak istemedi onu, biliyordu ki Şirin'e ne kadar zıt davranırsa o kadar kötü netice alırdı. Şirin de dediği gibi hareme gitmişti lakin onu esasen bekleyen kimse yoktu. O sırada haremde başka meseleler oluyordu. Şayeste Sultan, oğluyla ciddi meseleler hususunda konuşuyordu. Konuşmadan ziyade fitneleriyle oğlunun aklını çelmeye çalışıyordu. "Murat'ın vaziyetini gördün şehzadem, bu halde tahta geçemez, konuşamayandan hükümdar olmaz bilirsin. Taht senin halkındır, sana helaldir lakin önünde engeller vardır. O Osman ve Cihangir de taht namzetleridir. Hatta Orhan da nefes almaktadır bilirsin. Hepsi tahtın önünde engeldir. Murat bertaraf edildi lakin diğerlerinin de tahtının önünde durmaması için ortadan kaldırılması gerekir oğlum. İvedilikle harekete geçmeliyiz, paşalardan kendimize yakın olanlarla istişare etmeliyiz." "Validem bir nefes al, ne çok şey söyledin yahu. Murat nasıl benim kardeşim ise Şehzade Cihangir de öyledir. Afşin Kale savaşında babamın yanındaydı, babama zararı olmayanın bana da zararı olmaz validem. Hem taht esasen biraz da baht işidir. Talihimiz yaver gider de vakti geldiğinde Allah bize de tahtı nasip ederse otururuz. Lakin şimdi bunların ne yeridir ne de sırası." Şayeste, oğlunun önüne çıkabilecek tüm engelleri ortadan kaldırmak istiyordu. En büyük engeli Murat kendiliğinden ortadan kalkınca geriye Orhan ve oğulları kalmıştı. Hadi Orhan ve Osman neyse de Cihangir taht için biçilmiş kaftandı. Hatta asker tarafından da sevilirdi. Ahali de onu severdi, babasının zulmettiklerine yardım eli uzattığı çok olurdu. İşte bu tehdidi bertaraf etmesi lazımdı. Evladının ivedilikle Saruhan Sancakbeyi olması lazımdı, böylelikle veliaht olacaktı. Cihangiri de bir şekilde ortadan kaldırması gerekiyordu ama bunu tek başına yapamazdı. Biraz desteğe ihtiyacı vardı. "Murat'ı ben doğurmadım Savcı, o senin kardeşin sayılmaz, Cihangir de öyle. Tedbirini al oğlum, sen bu saltanatın umudusun bunu zinhar çıkarma hatırından." Savcı yine annesinin sözleriyle yanlışa düşmemişti, öyle güzel yetiştirmişti ki kendini kimsenin fitnesine gelmiyordu. "Taht nasip olursa geçerim tabii ki lakin sen bunları dillendirip kimsenin aklına girme, aramıza kimseyle mesafe girmesin. Bana düşen her vakit hünkar babamın yanında olmaktır. Sen de bu haremin çiçeğisin, baş hasekisin. Ne kendini ne de beni kötü vaziyetlere koyma." deyip ellerini öptü validesinin. Sonra da müsaade isteyip dairesinden ayrıldı. Birazcık kendine çekseydi her şey daha kolay olurdu lakin Savcı aynı babası gibiydi. Oyunlardan haz etmeyen, adaleti eksik olmayan biriydi. Yaşı genç olmasına rağmen sanki sancağa çıkmış da yıllardır yönetirmiş gibi tecrübeyle konuşuyordu. Taht için en önemli namzetlerdendi, tabii Orhan ve oğulları bir de Bayezid'in doğması muhtemel oğullarını saymazsak. ●●● "Hayrola, niçin çağrıldık acaba? Mühim bir husus mu vuku buldu?" "Üçümüzü de aynı anda çağırmasının sebebi hünkârımız olmasın?" "Validem." Sözlerine karşılık minderi işaret etti Esma Sultan. "Zatıâliniz nasıllar?" "Olduğu kadar afiyetteyim, buna da elhamdülillah. Bayezid'i Kasım'dan ayırmadım hiç, canım ciğerimdir. O da beni validesi gibi görür ki hakkım olmadığı halde ikinciye bu makam bana nasip oldu. Benim vazifem arslanımın haremindeki huzuru temin etmektir." Şayeste can kulağıyla Valide Sultan'ın anlattıklarını dinliyordu hatta her kelimeyi zihnine kazıyordu. "Kıskançlıkların malumum oldu, haremde kavga edermişsin işittim. Zinhar taşkınlık etmeyesin zira sen Baş Haseki'sin ve Padişah'ımızın tahta geçebilecek vasıflı tek oğlunun anasısın. Hallerine ehemmiyet göster ve arslanımı üzecek işlerden uzak kal." Şayeste Valide Sultan'ı pek tanımıyordu. Bazı vakitler Bayezid payitahta geldiğinde yanında gelmişti böylece birkaç kez karşılaşma şansını elde etmişti. Bu tanımadığı Valide Sultan'ın bu kadar açık konuşacağını da düşünmemişti. Kıskançlığını dile getirip biraz azarlar gibi konuştuğundan valideye biraz kızmıştı lakin laf söylemek haddine değildi. Bunu iyi biliyordu. O yüzden söz dinlemesi lazımdı. "Padişahımızı da sizi de şehzademi de zora sokmayacağım validem. Kavga mevzusuna gelince bundan sonra baş hasekilik makamı neyi gerektirirse onu edeceğime zinhar şüpheniz olmasın." Yüzüne küçük bir memnuniyet tebessümü yerleştirdikten sonra "Şimdiki vazifen daha büyük. Bir daha gebe kalman gerekir zira ne kadar evladı olursa hünkârımızın, saltanatı da o kadar kuvvetli olur, hanedanımız daha da güçlenir." Kavga etmemesi bile daha mümkündü bir evlat sahibi daha olmasından. Bayezid dairesine Şayeste'yi geceleri davet etse bile çok uzun vakittir elini sürmemişti ona. Kalbinde yer edinmek bir yana dairesinde bile yer edinmek Şayeste için lütuf gibi geliyordu. Yine de validesinin sözünü dinlemek ve bir kez daha gebe kalmak istiyordu. "Ben de bunu çok isterim, Allah nasip eder inşallah lakin sultanım, Afife ve Mehpare'den bana sıra gelmez has oda için. Eğer ki talihim yaver giderse, has odaya daha sık gidebilirsem inşallah gebe kalacağım." "Bundan gayrısı benim bileceğim iş, has odaya hünkârımız hususi bir istekte bulunmaz ise kimin gideceğine ben karar veririm." Had bildirmekte de üstüne yoktu Esma Sultan'ın, herkes yerini hududunu bilecekti ki nizam ancak böyle yürüyebilirdi. "Şimdi çekilebilirsin." Dedikten sonra Afife'yi yanına çağırttı. O esnada Şayeste ve Mehpare yalnız kalmışlardı. Soğuk rüzgarlar esiyordu orada, sessizlik de bozulmak bilmiyordu. "Validem." "Afife, geç otur kızım." sözleri de Şayeste'ye tavrından daha hafifti. Zira bu genç sultanlar onu tanımıyordu ama Esma Sultan haremde evvelden ne olup bitti, her şeyden haberdardı. Afife'nin Şayeste'ye göre nasıl biri olduğunu, ona nasıl davranması gerektiğini iyi biliyordu. "Uzatmadan sadede geleceğim. Hünkârımızın sana olan bağlılığı, aşkı herkesin malumu. Lakin bundan böyle biraz daha temkinli olman icap eder." Sadede gelmiş hâli bu muydu, Afife bir şey anlamamıştı ki. Lakin sesini çıkarmadan dinlemeye devam etti. "Sık sık has odaya gittiğini bilirim. Padişahımızın daha çok evlat sahibi olabilmesi için daha çok cariyeyle münasebeti olması gerekir. Sen de benim müsaade ettiğim vakitlerde gideceksin. O vakitlerde de Hünkârımıza bir evlat daha vermelisin." Daha çok cariye görmesi gerektiğini o da biliyordu lakin bu onun canını yakıyordu. Kim isterdi ki sevdiğinin yanında bir başkasının olduğunu bilmeyi? Lakin burası haremdi, olması gereken buydu, nizam buydu. Ne kadar çok evlat o kadar güçlü saltanat ve hanedan demekti. Yüreğindeki kıskançlığı defalarca bastırmıştı yine yapardı bunu. "Siz nasıl münasip görürseniz öyle olur validem. İnşallah Padişahımıza bir erkek evlat daha vereceğim." Esma Sultan yüzünde memnuniyet tebessümüyle onu tasdik ettikten sonra Afiife'yi yerine yollayıp Mehpare'yi yanına çağırdı. Asıl dikkatli olunması gereken kişi Mehpare'ydi. En son hatun, nikahlı zevce ve bir haftadır has odadan çıkmayan kişi oydu. "Valide sultanım." deyip selam verdikten sonra mindere oturdu. "Onca vakittir seninle konuşma fırsatımız olmadı, bugüne kısmetmiş." "Benimle konuşmak istediğiniz vakit yanınıza çağırtmanız yeterli validem. Derhal huzurunuzda olacağım." deyip gözlerine baktı, gülümsedi. "İki hanedanın kızı, bir hanedanın da gelinisin, padişah zevcesisin. Hem bağları hem de hanedanı ve saltanatı güçlendirmek için derhal evlat sahibi olman gerekir. Lakin..." Bu lakin biraz korkutmuştu onu. Ne diyecekti ki? Bir kabahati mi olmuştu? "Lakin?" "Lakin has odaya hangi geceler gideceğini ben diyeceğim sana. Hünkârımızın yeni cariyelerle münasebetleri olması gerekir ki böylece çocukları olabilir. O isterse yahut ben istersem gidebilirsin yanına. Sen soylu, hanedan mensubu olan bir kadınsın. Dediklerimin manasını iyi bildiğini düşünürüm." Bunları biliyordu evet, Erguvan biraz daha farklı olsa dahi Asafoğulları neredeyse aynısıydı. Harem ve kaideler birbirine çok benziyordu. Mehpare de oradan ve okuduğu kitaplardan iyi öğrenmişti bunu. Her şey devlet ve hanedan içindi. "Bilirim validem, bilmez miyim." dedi iç çekerek. Kendinden önceki hatunları mecburen kabul ediyordu lakin yeni hatunların Bayezid'e gidecek olması canını sıkmıştı. "İnşallah Rabbim bana da bir evlat nasip eder, böylece ben de hanedanlarıma hizmet etmiş olurum. İnşallah devletimiz de hanedanımız da payidar olacak." İçinden bunları söylemiyordu elbette evlat sahibi olmak isterdi lakin bir başkasının zevciyle olmasını ve ondan gebe kalmasını istemiyordu. Şimdi bile zor gelmişti ona vaziyet. Nasıl dayanacaktı? Şayeste ve Afife alışmıştı bunlara lakin Mehpare alışamamıştı. Ondan sonra gelen kimse de olmamıştı ki, böyle davranması ve hissetmesi olağandı. Zor günler adım adım geliyordu. ●●● "Sadrazam Paşa, bundan gayrı divanın başına senin geçmen münasip olacaktır zira ben hainlerin peşine düşeceğim. Böylelikle hiçbir işimiz aksamamış olur." Arz odası yine divan odasına dönmüştü lakin paşalardan sadece birkaçı vardı. Diğerlerine pek itimadı yoktu yahut daha emin değildi. "Bir tertibiniz mi var hünkârım?" Bayezid bıyık altından tebessüm etti. "Elbet bir tertibim var. Sansar, paşaların kapı halkından muhtelif yerlere giden yahut şüpheni çeken haller oldu mu?" "Affınıza sığınırım padişahım, paşaların hepsini tetkik ettirdim lakin pek bir şey öğrenemedim." Bunu bilselerdi daha rahat iş tutabilirlerdi lakin yine de neticeye ulaşmak zor değildi. "O vakit biz de tertibimizi ona göre düzeltiriz." deyip anlatmaya başladı. "Sansar zaten paşaların peşine adamlarımızı taktı lakin dahası da gereklidir bizlere. Ben bir tahminde bulundum, hainlik etmek kimin işine gelir diye iyice düşünüp tarttım. O isimleri sadece iki kişi bilecek, şüphe ettiğim paşaların peşine Sansar ve Karaca'yı takacağım." Ne demek oluyordu bu şimdi? Neden herkes bilmeyecekti ki? "Affedin hünkârım lakin neden hepimiz bilmeyiz ve Karaca neden gidecek, vazifeli dahi değildir o." "Şöyle diyeyim Kemankeş Paşa, eğer ki sizlere söylersem ve suçsuz çıkarsa ona karşı kötü hislerle kalacaksınız, bundan sebep sadece onların peşine takılacak adamlarım bilecek bu isimleri. Karaca'ya gelince... Sansar'ı bilirsiniz öyle bir takipçidir ki zinhar anlayamazsınız varlığını. Diğer adam ise göze batmayan tanınmayan biri olmalı. Karaca'yı sarayda pek gören olmadı, Afşin Kale savaşında da yüzü gözü kan revan içindeydi bundan sebep hiç şüphe çekmeyecek. Hem de zevcemin süt kardeşidir, efendi sadık biridir. Benim ona itimadım tamdır." Şimdi herkes mana vermişti Bayezid'in anlattıklarına. Hâcegan Lala Mustafa Paşa da Kâsım'dan sonra böyle müthiş zekası olan bir padişaha hizmet ettiği için gururluydu. "Pek iyi düşünmüşsünüz. Hiç şüpheniz olmasın bu belayı da def edeceğiz başımızdan." "İnşallah Lala, inşallah. Karaca'ya ben mevzuyu bildireceğim, sizler de vazifelerinize dönebilirsiniz. Hanzâdem, sen kal." Herkes odadan çıkmıştı. İkisi bir başına kalmıştı. "Emredin." "Sen meye pek düşkündün değil mi?" dediğinde biraz tedirgin olmuştu. Bu harama girmesi ve onun padişah tarafından öğrenilmesi çok kötüydü. Dahası belki de onu Şirin yüzünden içerken görmüştü, en fenası da oydu. Has bahçede içip içip sızdığı gece mi şahit olmuştu yoksa? "Kızmayacağım sen söyle hele." "Öyle padişahım, bazen içerim, meyhaneye giderim." Bu sözlere karşı Sultan gülümsedi lakin bunu beklememişti Salih Giray. "Paşalardan bazıları da oraya gidermiş. Oradaki hatunlara para mı verirsin yahut yeni hatun mu yerleştirirsin bilmem, sarhoş iken paşaların ağzından laf alınması lazım. Bu vazife de sendedir. Aman ha dikkatli ol mühim vazifedir bilirsin." Hanzade derin bir oh çekti. Bir an bu kötü alışkanlığından dolayı azar hatta daha fenası ceza yiyecek diye korkmuştu. Lakin korktuğu başına gelmedi, dahası uzun vakit sonra tekrar vazifeye layık görülmüştü. "Bilmez miyim hiç, hem sizin hem de tüm Mirzaoğlu toprakları için mühimdir. Emrü ferman inayetli padişahımındır, vazifemle derhal alakadar olacağım." Bu mesele de şimdilik hallolmuştu, sabahtan beri öyle yorulmuştu ki daha da devlet meseleleriyle alakadar olmak istemiyordu bugünlük. Hava kararmıştı, bu saatte adamlarını toplamış emirler vermişti. Devlet meselesi sabahı bekleyemezdi işte. Her şey beklerdi de devlet bekleyemezdi. Arz odasından çıkıp hareme, derhal odasına gitti. Hemen uyuyacak mıydı, hayır o kadar da yapamazdı. Bir kitap okuyabilirdi yahut tezhip yapabilirdi. Bu meselede de çok iyiydi. Yazdığı divânının sayfalarındaki tezhibi kendisi nakşetmişti. Bu hususta da maharetliydi. Zaten bir şehzade çok küçüklüğünden itibaren her türlü eğitimi alır, herkesten bu yönden farklı olurdu. Bir nakkaş gibi tasvir de yapabilirdi, tezhip de. Eline bir kağıt alıp rahlesine geçti, mürekkebini güzelce hazırladı. Belki de Afşin Kale savaşını resmedebilir onu da Mehpare'ye hediye edebilirdi. Zira bu zorlu vazifenin mükafatını hâlâ almamıştı. Kendisi için onca zorluğa göğüs germişti. Küçük bir tebessümle fırçayı mürekkebe daldırdı. Kağıdın üzerine bir tepe üzerinde duran Afşin Kale'yi çizmeye başladı. Köprüyü, insan suretini andıran çift başlı kayayı, şelaleyi çizerken bir yandan da insan tasvirlerini nereye nakşedeceğini düşünüyordu. Firmen askerleri, boynuna toka saplanmış prensleri de buna dahildi tabii ki. Asafoğlu, Mirzaoğlu ve Erguvan askerlerini de aynı savaşta olduğu gibi halka halka nakşedecekti. Lakin onları sonra resmedecekti. İlk olarak başında miğfer olan, elleri zincirle bağlı olmasına rağmen onunla adam boğan hatununu çizdi. Diğer kişiler daha küçük nakşedilecekti, bu tasvir onun etrafında dönecekti, aynı savaş gibi. Yüzüne küçük bir gülümseme koydu, nereden bilebilirdi ki o savaşın sultan olmasına sebep olacağını? Tahtın yükü en başında ağır mı gelmişti omuzlarına, bilmiyordu. Başında onca mesele vardı, onlarla başa çıkması hiç kolay olmayacaktı. Tasvire baktı ve gülümsedi "Allah'tan biraz devlet meselelerinden uzak duralım dedik, hâle bak. Elimiz başka işle alakadar olsa dahi zihnimiz arz odasında devlet meseleleriyle meşgul." Bu defa bir daha güldü. Fırçasını bir daha parmaklarının arasına alıp kendini resmetmeye başladı lakin o esnada kapı çaldı. "Gel. Söyle Gülizar Kalfa." "Hayırlı geceler hünkârım, valide sultanımız." dedi ve derin bir nefes aldı. Diyeceği şeyden dolayı azar yemekten korkuyordu zira dairesine şehzadeliğinde bile çok az hatun girerdi. Bir defasında Şirin Sultan bir hatun yollamıştı Bayezid'e ama o gece tesadüfen yanında Afife vardı. Uğramak için gelmişti lakin geceyi Bayezid'in odasında geçirmişti. Orada olduğundan Bayezid de Gülizar'a bir güzel fırça çekmişti. Tedirginliği de bu yüzdendi. "Sizin için bir hatun gönderdiler." deyip Bayezid'in cevabını bekledi. Validesiyle bugün konuşmuştu lakin bu kadar çabuk beklemiyordu birini. Kendisi istesin ya da istemesin, hanedanın devamlılığı için yapması gereken buydu. Kendi hislerinin hiçbir önemi yoktu. Şehzadelik devrinde daha rahattı lakin şimdi o bir sultandı. Koskoca sultan. Üç kıta ve onlarca millete babalık eden bir padişahtı. Şimdi onun da vazifeleri vardı. "İçeri alın." dedi ve ayağı kalktı. Çok geçmeden içeriye gözleri simsiyah olan hafif kilolu beyaz tenli bir hatun girdi. Üzerinde mavi dantelli bir kaftan vardı. Saçları ise siyah ve lüle lüleydi, bazılarının arasına çiçekler takılmıştı. Hatun gerçekten güzel gözüküyordu ki kendi de güzeldi. Kız heyecandan titriyordu lakin yüzündeki tebessümü de eksik etmiyordu. Bu daireye belki son girişi olacaktı belki de defalarca gelecekti, bilmiyordu. Bildiği tek bir şey vardı, o da talih bu defa onun yüzüne gülmüştü. Hele ki gebe kalırsa işte o vakit otuz tane şehzade arasından Saruhan sancağına yollanan bir şehzade kadar talih elde edecekti. Genç kız evvela selam verdi sonra da yere doğru çöküp Bayezid'in eteklerini öptü. Nizama göre öylece beklemesi lazımdı, onu kaldıran padişah olmalıydı. Öyle de oldu, Bayezid kızın kollarından nahifçe tutup ayağı kaldırdı. Hatun hâlâ yere bakıyordu ve titremesine mâni olamıyordu, hâlâ heyecanlıydı. Bayezid bir bardağa su koyup ona uzattı, kız şaşırmıştı zira koskoca padişah o heyecanlı diye, sakinleşsin diye su vermişti. "Adın ne senin hatun?" dedi belki de daha rahatlayabileceğini düşünerek. "Naçizane kulunuzun adı Cihanfer'dir hünkârım." "Cihanı aydınlatan demek, pek güzelmiş ismin." Dedi gözlerine bakarak lakin kızın gözleri onunkine hiç değmemişti. "Cihan'ı aydınlatan ışık bu gözlerden mi gelir, bilmek isterim." deyip çenesini yukarıya kaldırdı. "Heh şöyle." Bir hatunun kendisinden korkmasını istemezdi, hele ki yatağının başucunda bir şeyler yaşayacakken hisler zinhar korku olmamalıydı. Bayezid kızın avuçlarında bekleyen bardağı alıp az evvel tasvir nakşettiği rahlenin yanına koydu. Cihanfer'in de gözleri istemsizce oraya gitmişti. Masanın üzerindeki tasvir pek hoşuna gitmişti. "Sultanım yoksa bu tasvir o büyük savaşı mı anlatır? Afşin Kale..." Bu savaşın her küçük teferruatı bile dilden dile anlatılmış destan hâline gelmişti. Bir dağ üzerine kurulan bu kalenin nasıl gözüktüğünü saraydaki herkes sanki kendi görmüş gibi biliyordu. "Doğrudur, nakkaşlar benim kadar iyi bilmez o anları, kendim resmetmek istedim." Hatun tasvirdeki kadını görmüştü ve kim olduğunu çok iyi biliyordu. Bu nakış hakkında pek fazla şey de söylemedi sadece başını öne eğip Bayezid'in kendisiyle alakadar olmasını bekledi. Kurumuş tasvirin üzerine bir defter yerleştirip hatuna döndü adam. Yüzüne küçük bir tebessüm yerleştirdi ve alnına küçük bir buse kondurdu. ♟️ Ve bir bölümün daha sonuna gelmiş bulunuyouzzz. Bayezid'in hediyesini nasıl buldunuz? Hele o kıstırmaları çok tatlı bence. VALİDE SULTAN ÇOK OTORİTER DEĞİL Mİ YA? ŞİRİN VE EFRUZ SAHNEMİZ VARDI BEN BUNLARA ÇOK ÜZÜLÜYORUM YAAA. Şayeste tam bir yılan. Böyle sokmaya yer arıyor. Allahtan Savcı zeki çocuk da inanmıyor anasına, fitne sokamıyor. SONUNDA BİZ AFİFE Mİ MEHPARE Mİ ŞAYESTE Mİ DERKEN HOPPP GECE ODAYA CİHANFER DİYE BİR CARİYE GİTTİ. PADİŞAH OLMAK BÖYLE BİR ŞEY İŞTE. İSTESE DE İSTEMESE DE. BAYEZİD İSTEMEYİP ZORDA KALANLARDAN BUNU DA BELİRTEYİM😂 Neyse diyeceklerim bu kadardı. Bölümü beğenip yorum atmayı unutmayın canlarım. Hoşça kalın bir sonraki bölüme kadar❤😘 |
0% |