@rubamsalepe
|
Sevda zor bir meziyetti, herkes başa çıkamaz, herkes sevmeyi beceremezdi. Sevda renk demekti, asla solmayan renkler, kuş seslerini yürekte hissetmek demekti. Yüreğin tam ortasında alevlenen ateşti sevda. O alev yakıverirdi insanı, hele ki sevip kavuşamayanlar için daha beter şey olabilir miydi? O renkler, kuş sesleri gidiverirdi. Sadece... Sadece yüreğe acı kalırdı; sevdanın, kavuşamamanın acısı. Ne kadar vakit olduğunu sayamamıştı genç adam, eline tutuşturulmuş bir oyalı örtüden başka bir şeyi kalmamıştı. Yoktu, gözleri değmiyordu gözlerine. Sevdiğini söyleyemiyor, güzel ellerini tutamıyordu. Bir tek sümbül kokusu kalmıştı avuçlarında, derin derin soluyabileceği sevdiğinin kokusu. Yanından ayırmıyordu hiç, nasıl ayırırdı ki? Sevdiğini ona hatırlatan hatıraların yanında hakikat olarak sadece o kalmıştı. Önündeki meyden bir yudum alıp oyalı örtüye baktı, 'Ne zaman bitecek?' dedi içinden. 'Çok sürmedi mi bu hasretlik?' "Neye bakarsiniz oyle hanzadem?" Dolan gözlerini yanına gelen kadına çevirip örtüyü kemerine iliştirdi. "Bilmez misin Ekaterina, hiç görmedin sanki." "Soze girmek istedim sadeze." "Diğer hatunları ayarladın mı, altınları verdin mi?" "Verdim hanzadem, guvendigim kizlardan iki tanesine soyledim, onlar da kabul ettiler. Siz merak etmeyin, pasalarin agzindan girer burnundan çikar konustururuz." "Eyvallah Ekaterina. Bunu da halledersek sana devletimize çalışan iyi bir er bulacağım. Yıllarca devletimize hizmet ettin, şimdiden sonra kendi hayatına bakmalısın." Genç kadın gülümsedi ve gülünce kısılan mavi gözlerini adama çevirdi. "Benden sevda isleri geçti hazadem, size hizmet disinda baska bir istegim yoktur." Bu sözler sadece minnet sözleriydi, genç kadının vaktiyle hayatına girip altüst eden adamlar (!) olduğundan kimseye güveni kalmamış, sadece olduğu gibi yaşamaya karar vermişti. Sevda ona uzaktı, vazifeye adamıştı kendisini; sonuna kadar da devam edecekti. Salih Giray meyden bir yudum daha alıp saraya döndü. İlk işi arz odasına varmak oldu. Paşalar elbet gelecek elbet ağzından laf kaçıracaklardı. Böylece divanda olan yahut olmayan kim varsa meydana çıkacaktı. "Bulacağız az kaldı, devletimizin içine kadar giren bu arsızları tek tek meydanda asacağız lakin hareminiz ve ordu... Ben en çok bu ikisinden çekinirim. Nasıl bulacağız onları?" Bayezid altın işlemeli hançerini kemerinden çıkarıp avuçlarının arasına aldı. "Haremimle validem alakadar olacak lakin ordu işini nasıl çözeceğiz ben de bilmem. Evvela paşaları bulalım, diğer meselelerin de elbet bir çaresini buluruz." Sözlerinin ardından içeriye diğer paşaları da davet etti. "İrademdir; Darüssaade Ağası Cevher Ağa iki hafta sonrası için düğün hazırlıklarına başlasın, şahsi hazinemden karşılansın. Nikah için yakın ve münasip bir vakit seçilecek, düğün vakti gelmeden de komşu ülke hanlarına reisülküttap tarafından davet gönderilecektir." Kâtipler kalemlerini hızlıca kâğıtta gezdirirken Bayezid ayaklandı ve paşalarına döndü. Yüzünde endişe kırıntıları vardı zira baktığı adamlar içinde de hainler olabilirdi. "Bu devlet bu zorluğun da üstesinden gelecek paşalarım, biliniz ki kudretimizin ulaşamayacağı yer olmayacak." *** "Evet biz, evleniyoruz İsmihan." Sultanım dememişti, sadece adını söylemiş samimiyeti derinleştirmişti. Bu samimiyet üzerine İsmihan da bir adım atmış siz lafını sene çevirmişti. "Ben öleceksin sanmıştım." dedi mahzunca. Yüzünü düşürüp masmavi gözlerini kızartmıştı. Genç adam sevdiği kızın çenesini kaldırıp onun kendisini görmeyeceğini bile bile kendine çevirdi. "Ben de bu güzel gözlerden mahrum kalacağım sanmıştım lakin şimdi ömrümü bu gözlere feda etmem emredildi." dedi sıcak bir gülümsemeyle. İsmihan ellerini yüzüne götürdü adamın, hiç sesini çıkartmadan gülüşünü hissetmeye çalıştı. Gerçekten de adam gülümsüyordu, hemen geri çekti ellerini. "Görmeyen gözler..." "Görmek göz ile mi olur sadece? Yüreğinle görmedin mi beni sen? Saruhan'da o ağacın altında hissetmedin mi hiç?" İsmihan gülümsedi; o ağacın altında oturduklarını, nasıl sohbet ettiklerini hatırladı. Söyleyememişti hiç ama daha ufacıkken sevdanın eline düşmüştü, onca vakit kalbinin en içine gömmüştü onu o güne kadar. O gün her şey değişmişti, dalları çiçek açmıştı. "Neyi?" diyebildi sadece. "Ben kendimi bildim bileli seni sevdim." deyip ellerini avuçlarının arasına aldı. Belki çocukça bir sevgiydi lakin şimdi kendini biliyordu. "Ve andım olsun hep seni seveceğim." Bu itirafı bugüne kadar beklememişti hiç, onu öyle gördüğünü de bilmiyordu. Ama şimdi cihanın en mutlu insanıydı. Sevdanın en güzeli ile ödüllendirilmişti, bu güzel adamın sevdası ile. "Andım olsun." dedi ve ellerini sıktı çekinerek. Sevecekti ve babası ikisine de bir ödül vermiş evlenmelerini emretmişti. Bu defa sevdanın yüzü gülmüştü. Uzaktan onları izleyen Afife'nin gözleri dolmuştu. Hep merak etmişti kızının akıbetinin ne olacağını. Şimdi yanında devletin en yiğidi vardı, cengaver bir şehzade Cihangir vardı. Adaletli, güvenilir, sadık ve hoşgörülüydü, herkeste olmazdı. "Ağlar mısın sen?" diyerek beline sarıldı kadının. Birden ürken hatun istemsizce ardına baktı, sevdiği gelmişti. "Daha değil hünkarım lakin az kaldı." deyip başıyla kızını gösterdi. "Verdiğim emir çocuklarımı pek memnun etmiş zannımca. Muhabbetleri eksik olmasın." Duasına amin dedikten sonra başını ona çevirdi. "Bize benzerler görür müsünüz? Kaç bahar geçti üzerinden bilmem, bana has bahçede aşkınızı lütfettiğiniz geldi aklıma. Andım olsun demiştiniz, tuttuğum bu eli zinhar bırakmam demiştiniz." Bayezid ellerini kavrayıp gülümsedi. "Andım olsun bu tuttuğum elleri bırakmam." Lakin tuttuğu elleri bırakmak zorunda kalan birileri vardı. Zor meziyetti ya sevmek, imtihanı da pek zordu. Atmıştı kendini Anka Köşkü'nden genç kadın, sırtını duvarına yaslayıp Söğütlü Köşk'e çevirmişti. Gözleri doluydu, hasret kalmıştı asla unutamadığı bir kokuya, ruhunu dinlendiren sesine, şefkatle bakan gözlerine. Her gününü Orhan'a beddua ederek geçiriyordu, ölümü kendi elinden olmalıydı. Onu öldürmediği her an öfke ve pişmanlık doluydu. Hayatını çalmıştı, ebedi bir acıya hapsetmişti onu. Tam yüreğinin üzerinde bir hançer vardı, çoktan ölmüştü zaten sadece bedeni gömülecekti vakti gelince. "Sensizlik çok zormuş; gözlerinin içi bile gülen ben, gülmeyi unutalı çok oldu." Sözlerinin peşine karşısında hanzadesinin belireceğini bilmiyordu, dolu gözlerinden istemsizce bir damla akıverdi. Yasaktı o, konuşamazdı da. Sadece bakmakla yetindi. Adam da ondan farksızdı, sabah dertlendiği yetmemiş gibi bir de şimdi onu görünce dertlenecekti. Lakin kendinden daha beter durumda olduğunu biliyordu kadının, içi kan ağlasa da gülümsedi sıcak bir şekilde. Biraz da olsa onu mutlu etmek istedi, ne kadar mümkünse tabii. Bir gün dedi içinden, bir gün vuslata ereceğiz. *** Kime nasip olurdu bunu bilmiyordu ama Valide Sultan'ın biraz sonraki işi yastığın kılıfına bu yazıyı iliştirmek olacaktı. "Eğer ki dediğin gibi olursa sana daha çok altın veririm. Helali hoş olsun." dedi. İçinden de dualar ediyordu günah yazma bana Allah'ım diyerek. Ardından da tılsımı alıp has odaya doğru gitti. Beklediği gibi hünkar has odada değildi, hekim odasına gitmişti, işini istediği gibi yapabilirdi. Hekim odasında sadece Bayezid'in yanında yerinden kalkmamasını söylediği için Ceylan Hatun da vardı. "Bana haber dahi etmediler burada olduğunu sana söylenmeyeyim diye, tatlı yemişsin yine. Emrettiğim kalfalara yakalanmasaydın hiçten haberim olmayacaktı." Yanına oturup avuçlarını hatunun kollarında gezdirdi. "Canından endişe ederim görmez misin?" diye ekledi. Esma Sultan'ın emanetiydi ona Ceylan. Herkese nasıl iyi davrandıysa ona da öyle davranmıştı. Dersaadet'e gelmeden evvel Bayezid'in yanındayken en müşkül vakitlerinde ona destek olmuştu, derdini paylaşmıştı. Kimseye anlatamadıklarını ona anlatırdı, hatun da dertlerine her vakit bir çare bulur, işlerini kolaylaştırırdı. "Aslında yemeye kalktığım doğrudur lakin yiyemeden kendimi burada buldum." Bayezid meraklı gözlerle hatuna bakıyordu, yine bir hastalığa mı maruz kalmıştı yoksa? "İyiyim ben hatta daha iyi olduğum bir vakit hiç olmamıştı." "Lakin yüzün çok solgun, gizlemeye çalışma." Yüzüne gülümseme yerleştiren hatun kendini daha fazla tutamadı. "Hanedan defterine yeni bir isim daha kaydolacak." "Sahiden mi?" dedi şaşkınca. Ardından yüzüne bir gülümseme kondurup elini yanağına götürdü. "Gebeyim." deyip elini kavradı adamın. Bayezid her gebelik haberi aldığında da aynı duyguyu hissetmişti, hiçbir evladını ayırmamıştı birbirinden. Sonsuz bir sevgiyle kanatları arasına almıştı. Sadece birini koruyamamıştı, Nihal Hatun'un karnındaki oğlunu, ölü doğmak zorunda bırakılan oğlu her zaman boğazında bir yumruydu. Yine bir ölümü kaldıramazdı, bir bebeğin daha ölü bedeniyle karşılaşamazdı. Genç kadını kollarının arasına alıp derin bir soluk verdi. Korkmuştu, cihana korku salan o adam korkuyordu işte. Söz konusu evlatları olunca korkmamak elde değildi. "Evladım olacak öyle mi? Bir evladım daha olacak rabbime şükürler olsun." "Çok şükür." "Ceylan; yediğin, içtiğin, giydiğin her şey iki kez tetkik edilecek. Ben size zarar gelmesine zinhar müsaade etmeyeceğim." Size de diyerek tekrarladı içinden adam. Sözlerine cevap verecekken ebe hatunun çoktan haber ettiği Valide Sultan gelmiş, tılsıma ihtiyaç olmadan bile bu haberin geldiğini görünce havalara uçmuştu. "Ceylan'ım, Allah hayırla doğmasını nasip eylesin. Oğlum, Bayezid'im benim. Hayırlı olsun arslanım." Bayezid validesinin ellerini öptükten sonra daha fazla orada duramayacağını anlayıp validesi onu yollamadan kendisi ayrıldı. İçindeki endişe ile mutluluk birbiriyle yarış ediyor, hangisinin galip geleceğini bilemiyordu. Etrafına baktı, Valide Sultan'ın çoktan saraya ilan ettiğini ve taşlığa kasımiye saçtığını gördü. Esasen onu anlamak için o tarafa dönmüştü yoksa hatunlarının, evlatlarının dairesi hariç iç haremde işi yoktu. Ağabeyi gibi cariye peşinden koşmuyordu ya da seçmeye kendi gitmiyordu. Vazifeyi Şirin'e vermeyi düşünüyordu, evladı doğana kadar her şeyi tetkik ettirebilirdi. Daha evvel olanlara mâni olamadığından zaten vicdan azabı duyuyordu. Şimdi vazife ona tekrar verilirse bunun tekrarlamasına zinhar müsaade etmeyecekti. Şirin onu kendi evladı gibi korurdu, biliyordu. Hava iyice kararmıştı, bu geceyi has odada değil de hatunlarından birinin odasında geçirmesi gerekiyordu. Validesi öyle uygun görmüş ama kime gideceğini ona bırakmıştı. Afife'ye gitse üzgün bir yüzle onu karşılayacak, küsmese de mesafeli davranacaktı istemsizce, biliyordu daha evvel de olmuştu bu. Biraz onu kendisiyle yalnız bırakmak iyi gelecekti budan sebep onu eledi. Mehpare... Kapıdan girdiği an yakasından tutup sarayın soğuk duvarlarına yapıştırır boğazına da hançer dayardı. Afife'yi mecburen kabulleniyordu ama başka hatunları duyunca kendini tutamıyordu. Şayeste'ye gitsem diye düşündü. Sonra hemen düşüncelerini sildi hatırından. 'Zehirlenmek istemiyorum' dedi içinden. *** Günler birbirini kovalamış nikaha az vakit kalmıştı. Düğün hazırlıkları devam ediyor, elçiler bir bir geliyordu. Resul Giray ve Fahriye Sultan da yoldaydı. Onların yanı sıra garp sınırdaşı olan Nastia devletinden de bir prens ile prenses katılacaktı. Firmenler daveti şiddetle reddetmiş, Asafoğulları'ndan Akif Şah da tahtı boş bırakmamak için gelmemiş, elçisini yollamıştı. Erguvan'dan ise Gazi Bey elçi olarak gelmiş, deniz emniyeti sebebiyle ayrılmak istememişti ülkeden Sefer Bey. Hazırlıklar devam ederken Bayezid has bahçeye çıkmış Savcı ile talim yapıyordu, Murat da yanlarındaydı, yeri geliyor ona da vuruşmayı öğretiyorlardı. "Savur kılıcını." diyerek kendininkini yere sapladı, "Silahsız beni yenersen bir savaş için hazır olmuşsundur." dedi oğluna. Taht için yetiştirilecek, günü geldiğinde de tahta oturacaktı. Savcı savaşmayı çok severdi ama işin ilim kısmını da görmezden gelmezdi. İlim savaşların en büyüğüydü, bir sultanın da kalemle kılıcı bir arada götürmesi gerekirdi. "Olmaz baba." dedi genç adam. "Hâlâ beni toy sanırsınız lakin ben büyüdüm. Kılıçsız birine saldırırsam savaşta galip gelsem dahi vicdanıma galip gelemem ben. Size saldırmamı isterseniz kılıcınızı elinize alın, istemezseniz ben de bırakacağım." Bayezid yüzüne güzel bir tebessüm yerleştirdi ve oğluna yaklaşıp onları kollarının arasına aldı. "Gerçek bir adam olmuşsun sen yiğidim." deyip ayrıldı ondan. "Saruhan sancağı sonuna kadar hakkındır, düğünden sonra hemen vazife başına geçersin." Küçük bir çocuk olarak gördüğü evladının genç bir adam olduğunu fark etmişti bugün. Savaşla vicdanı, düşmanla merhameti bir arada kullanabilmişti. Bu da karşısında artık bir çocuk olmadığını gösteriyordu. "Sayenizde öğrendim babacığım, size layık olmak için elimden geleni yapacağım." Gözlerini Murat'a çevirdi, ağabeyine hayranlık ile bakıyordu. İçinde hiç kıskançlık yoktu, istediği tek şey büyüdüğünde onun gibi biri olabilmekti. Taht umurunda değildi, devleti için savaşmak isterdi, hem bileğiyle hem de kalemiyle. Altı yaşındaki bir çocuğun düşleriydi bunlar. "Murat'ım, gel hayde babam biraz dinlensin seninle de talim yapalım." deyip yanda duran tahta kılıcı aldı. Karşısına dikilen kardeşinin duruşunu ve kılıç tutuşunu düzenlemekle başladı işe. Sultan ise gururluydu iki oğlunu da böyle görmekten. Şükretti böyle evlatları olduğu için. Sabahtan beri elçileri ağırlamış, sonra da talime çıkmıştı. Resul Giray Han ve Nastia prensi gelene kadar biraz istirahat etmek istiyordu. Tahta çıktığından beri hareketsiz tek bir günü dahi geçmiyordu, yorgunluk hissediyordu ama biliyordu, daha yolun başındaydı. Odasına varıp kendini içeriye attı. "Gülizar Kalfa." diyerek seslendi. "Emredin hünkârım." "Yoruldum kalfa. Yorgunluğumu alacak bir şerbet hazırlat bana." Emri alan kadın odadan çıktıktan kısa bir süre sonra odaya destursuz biri daldı. Bayezid hemen ayaklandı. "Destur hatun, haber etseydin ya geldiğini." diyerek çattı kaşlarını. Mehpare'nin de çatıktı kaşları. Kapıyı kapatıp oturduğu sedire kadar gitti. "Bana ne vakte kadar zulmedeceksin Bayezid?" diyebildi sadece. Hakkı olmadığını biliyordu sultanı tenkit etmenin lakin tutamamıştı kendini. Sadece kılıçta iyi değildi ki, dili de keskindi kadının. "Evvela sakin ol, geç otur." Sözlerinin peşine Gülizar şerbeti getirdi ve derhal onları yalnız bıraktı. Adam bardaklara şerbeti doldurup birini hatununa uzattı diğerini de bir hamlede kendisi içiverdi. Genç kadın bir yudum şerbetten alıp bardağı kenara koydu. "Başından beri bilirdim Afife Sultan'a olan büyük aşkını buna bir şey diyemem, diyemedim. Bilirim haddim değil, sonradan gelen bendim lakin..." "Lakin?" "Lakin başka hatunlarla olman canımı yakar görmez misin? Bir yanım evladın olacağını öğrendiğim için sevinir bir yanım ise paramparça. Neden bir başkası Bayezid? Canım acıyor seni başka hatunlarla görünce, bir evladın olacağını duymak bana aranızda geçenleri düşündürtüyor. Aklımı yitiriyorum. Ben artık..." Bayezid kollarını duygularını gizleyemeyen hatuna dolayıp göğsüne hapsetti onu. "Şşş." diyerek sakinleştirmeye çalıştı. Ne dese teselli edemeyecekti onu biliyordu ve dediklerinde hakkı vardı. Kocasını paylaşmak bir kadın için çok zor olmalıydı, hele ki birden fazla kişiyle paylaşmak can yakıyor olmalıydı. Mehpare her ne kadar geçmişte Valide Sultan'a söylediklerine itaat edeceğini beyan etmiş olsa da söz ile özün bir olmayacağını anlaması pek de uzun sürmedi. "Özür dilerim yüreğine acı yaşattığım, seni bunlara mecbur bıraktığım için." diyebildi adam. Açıklaması yoktu, ne diyebilirdi ki? Vazife dese böyle vazife olmaz olsundu. Kendi isteğiyle değildi hiçbir şey, devleti ve hanedanı için vazifeleri vardı işte. Mehpare'ye zor olduğu kadar Bayezid'e de zordu. Belki de bir daha yüzünü görmeyeceği hatunların kalbini hoş tutması gerekiyordu. Sebebi de kimsenin kalbine zulmetmek istememesiydi ama bir yerleri yaparken diğer yerler yıkılıyordu ve buna hiçbir çözüm yoktu. "Devletimin iyi vaziyette olduğunu bilsem bir an dahi düşünmez Savcı'ya bırakırdım tahtımı ama işte ben de bununla sınanırım, zorda bir devletin bir şeyler yapmaya çabalayan padişahı..." dedi ondan ayrılarak. Bu cümleler seninle giderdim demekti, inzivamda yanımda olurdun ve o tüm istemediklerin olmazdı demekti. Gözlerinden bir damla yaş süzüldü kadının, fark ettirmemeye çalıştı. "Biliyorum işte, keşke bunları bilmeyip seni suçlayabilsem." Adam kadının göz yaşlarını çoktan fark etmişti bile, usulca silip elini avcunun arasına aldı. "Dök içini, hiçbir şeyin hatta benim dahi o güzel yüreğini sıkmasına müsaade etme." Diyecek çok şeyi olsa da söylemek istememişti bu defa, kendisi için zorlaştırmaktan başka bir şey değildi bu çünkü. Başını iki yana salladı hatun. "Kalmadı diyeceğim." Tekrar kızın göz yaşlarını sildi ve alnına bir öpücük kondurdu. "Resul Giray ve Fahriye'm gelmeden evvel biraz vaktimiz vardır." deyip kadını yatağına götürdü ve göğsüne yatırdı. Sadece o kısa vakitte dinlenmek ve bunu göğsüne yaslanan kalbi kırık hatunu ile yapmak istiyordu. Gözlerini yumup vaktin geçmesini bekledi, şerbet sakinleştirici etkisini göstermeye başlamıştı. Kısa bir uyku belki de her şeyi biraz olsun hafifletecekti. *** Resul Giray Han ve Fahriye Sultan'dan haber gelmişti çok kısa vakitte saraya varacaklardı. Dersaadet yakınlarında Nastia prensi ve prensesi tesadüf etmiş olduğundan arabaları da peş peşe geliyordu. Bu demek oluyordu ki en mühim misafirler gelmek üzereydi. Gazi Bey ve Asafoğlu elçisi çoktan gelmiş istirahate çekilmişlerdi, son misafirler ise bekledikleriydi. Mehpare bu saraya geldiği vakit zevci tahta çıktığı vakit onlar gibi giyinmeye başlamış saraya uyum sağlamıştı lakin bugün sadece bir Mirzaoğlu gelini değildi, Asafoğlu ve Erguvan prensesiydi ve bunu göstermesi gerekiyordu. Her ne kadar esvapları sadece Erguvan'da giyilenlerden olsa da yine de gelenler Asafoğlu kanının da farkındalardı. Sadece biraz göz önünde olup elçilere ve gelen diğer misafirlere karşı güç gösterisi yapmak istiyordu. Ki çoğunu göremeyecekti zira hatunların divanlara katılması gibi bir âdet yoktu, yine de karşılama esnasında kendini göstermek istemişti. Özellikle de kendi kanını taşıyan elçilere karşı. Beyaz bir elbise giymişti içine, kolları altın tellerle işlenmişti dirseklerine kadar. Göğsüne kadar da altın üzerine elmas işlenmiş düğmeleri takmıştı. Bunlar bile zarafetini göstermişti ama asıl ihtişam orada değildi. Zümrüt yeşili kaftanı yüz arşın öteden bile kendini gösterebilirdi. Omuzlarının üzerinden yere kadar uzanan bir kolu vardı ancak sadece üst parçası mevcuttu, altından beyaz işlemeleri göze çarpan beyaz elbisesini meydana çıkarıyordu. Yeşil kaftanın omuzlarında ve eteklerinde yer yer altın işlemeler vardı. Eğer ki bu bir erkek kıyafeti olsaydı sadece padişahlara layık olabilirdi. Öyle gösterişli ve güzeldi. Belindeki kemer de göğsündeki düğme ile takımdı, sadece daha gösterişli ve ayrıntılıydı. Sadece o kemerin bile değeri paha biçilemezdi. Elmas küpeleriyle, yüksek başlığıyla ve onun etrafına doladığı beyaz örtüyle tüm görünüm tamamlanmıştı. Gerçekten bir imparatoriçe gibi gözüküyordu. Gören hayran kalıyordu onu. Biri de yanı başındaydı. "Bence sizin yörenin esvapları sana daha çok yakışıyor, istersen hep böyle giyin Erguvan güzeli." dedi onu süzerken. "Bu güzellik karşısında nutkum tutuldu." diye ekleyiverdi. Mehpare güzelliğinin gücünün farkındaydı ve bunu en güzel şekilde kullanabiliyordu. Eşinin bu sözleri onu sevindirmişti, belki de dediği gibi hep böyle giyinmeliydi. Bayezid'in kulağına eğildi. "Beni böyle şımartacaksan has odaya geçmemiz gerekir amma hiç yeri değil aman hünkarım." İkisi de güldüğünde karşısında beklenen misafirler belirmişti. Resul Giray ve yanında Fahriye Sultan vardı, biraz daha arkalarında Nastia prensi ve prensesi vardı. "Hoş geldiniz Resul Giray Han." İlk karşılama sözü padişaha ait olmuştu ve aynı şekilde karşısındaki Han'dan karşılık almıştı. Fahriye Sultan da hemen hünkar ağabeyinin elini öptü. "Nasıl özledim sizi bir bilseniz." Sımsıkı sardı kardeşini adam, kokusunu duymayalı uzun zaman olmuştu. Hanedandan olmanın zorluklarından biri de işte ayrılıktı. Ya uzaklara ya mezara giden kardeş ayrılıkları... "Ne güzel olmuşsun sen öyle. Analık da yakışmış." dedi yanındaki üç çocuğa bakarak. İkisi kız kundaktaki de erkekti. Bayezid onları severken Fahriye validesine gitti hemen. Kaç sene geçmişti aradan hatırlayamıyordu. Özlem duymuştu buralara hep ama işte istediği vakit gelmesi mümkün değildi. Ama talihli sultandı o, Resul Giray onu çok sevmiş hatta ondan başkasını da almamıştı hayatına. Mütevazi bir ömür sürüyorlardı Alkan diyarında. "Kızım." sözüyle gözünden bir damla yaş aktı validenin. Kokusunu ciğerlerine çekti ve ellerini avuçlarının arasına aldı. "Gözümün nuru, nasıl da özlemişim seni." "Hasret kalmışım size validem. Zatıaliniz iyidir inşallah." Esma Sultan'ın ruhu pek de iyi sayılmazdı, bir ömür taşıyacaktı evlat acısını yüreğinde. Her an sızlayacaktı ama iyi durmak zorundaydı, acı çekmeye fırsatı bile olmamıştı. Onca şeye rağmen dik durabilmek her yiğidin harcı değildi. "Şirin'im." diyerek kardeşini de kucakladı, ardından Mehpare'ye selam verdi. Onunla hiç tanışmamıştı ama kıyafetleri bir Erguvanlı olduğunu gösteriyordu zaten. "Hoş geldiniz hanım." deyip el öpen ise Salih Giray'dı. Resul Giray ise kardeşini sımsıkı kucaklamıştı, taht kavgaları olmamıştı hiç. Salih Giray tahtın ağabeyi ve yeğeninin hakkı olduğunu kabul etmişti ve Resul Giray da bunun böyle olduğunu biliyordu. Ancak bir ölüm durumunda hâlâ hanedan üyesi olduğundan taht hakkı sürüyordu. "Yiğit kardeşim, hoş buldum." Bu aile karşılaması daha fazla sürmemeliydi çünkü diğer misafirler de yanlarına ulaşmıştı. Bu karşılama aslında Resul Giray içindi ancak diğer misafirler de neredeyse aynı anda geldikleri için onlar da karşılandı. Prens Miloş Peteoviç ile kızı Sofia Sladjana Petroviç'ti gelen. Nastia devletini prensler yönetirdi, bizzat hükümdar olarak buradaydı Miloş. Ama işte karşısında kendinden üstün bir hükümdar vardı, hükümdarlara taç giydirebilen bir hükümdar. Kendi örfündeki gibi selam verdi Bayezid'e, prenses de aynısını yaptıktan sonra Esma Sultan tarafından karşılandı. Uzun yoldan gelmişlerdi, istirahat etmeleri gerekiyordu. Hatunlar haremde, erkekler de birunda ve saray içinde yer alan çeşitli köşklerde bulunacaklardı. Cihangir nikah öncesinde amcasından aldığı müsaade ile babasını görmeye gitmişti, kapıda hâlâ duvar örülü olduğundan içeri girmesi mümkün değildi lakin kapısından rıza alacaktı. "Baba." diyebildi bir süre sessizce kapıda bekledikten sonra. Onca zaman sonra onunla konuşmak zor gelmişti. "Geldin sonunda." Sesi her zamanki gibiydi, bir sitem ya da şaşırtıcı şekilde öfke barındırmıyordu. "İyi misin?" Ne kadar iyi olabilirdi ki bu şekilde hapis kalarak? Ama elinden gelebilecek bir şey yoktu, kaybetmişti. Eğer ki aksine bir şey yapmaya kalkarsa bu defa canından olurdu. "İyiyim." dedi, tamamen yalandı bu. "Ya sen, iyi misin?" Çok iyiydi, daha iyi olmuş muydu bilmiyordu. Sevdiğine kavuşacaktı biraz sonra, daha ne olabilirdi ki onu bu kadar mutlu edebilecek? "İyiyim. Amcamdan ayak divanı isteyeceklerdi seni ve beni öldürmediğini göstermesi için. Osman ortada yok diye bunu yapamazdı, onlara güven verecek bir şey lazımdı." Bunları anlatabilme iznini de almıştı, sonuçta herkes biliyordu bunları. Orhan'ın bilmesi bir şeyi değiştirmiyordu. "İsmihan ile nikahlanmanı emretti değil mi?" Bu tahmin karşısında genç adam şaşkına döndü, bunu nereden bilebilirdi ki? "Nasıl?" diyebildi. "Nasıl öğrendin?" "Eğer tahtta kalsaydım ben de aynısını aynı sebeplerle yapacaktım da ondan. Bayezid isabetli karar vermiş." Demek ki İsmihan ile gerçekten de her şekilde yolları kesişecekti, kaderleri birbirlerine yazılmıştı. Bu sevindirdi Cihangir'i. Gülümsedi. "Rızanı almaya gelmiştim esasen." Tabii buna rıza vermese dahi gerçekleşecekti ama yine de baba rızası almak istiyordu. "Bizim yollarımız seninle ayrı düştü bilirim lakin sen benden daha doğru yoldaydın her vakit. Oğlum benim rızam vardır hakkım da sana helaldir." dedi. Bu sözlerin içinde çok gerçek yatıyordu. Mesela ayrı taraflarda olduklarını ve doğru yolun Cihangir'le olduğunu biliyorlardı ancak bilinmeyen bir şey vardı, Orhan değişmemişti. Yine olsa yine aynılarını yapardı, fırsatı olsa hemen saldırıya geçerdi. Bir gün olacaktı belki de bu, ama o gün yakın zamanda değildi. "Etmezsin sanmıştım, sağ olasın baba. Bir şeye ihtiyacın var mıdır?" "Yoktur oğul, haydi git artık seni bekliyorlardır. Hayırlı olsun." Bugün nikah kıyılacaktı, sonunda o an gelmişti. Düğün bir hafta sürecekti bu bir güç gösterisiydi. Gelen hükümdarlar ve elçiler izlediğinde şaşırıp hayran kalacaklardı. Baba rızası da alınmıştı artık içi de rahat etmişti Cihangir'in. Nikahı Şeyhülislam, vekiller aracılığıyla kıydı. Sonunda vuslata ermişlerdi. *** "Karaca Bey." Uzaktan duyulan sese doğru çevirdi başını adam, karşısındaki kadından başka kimse yoktu etrafta. Gelen hatunun selamına karşılık selam verdi ve meraklı gözlerini ona çevirdi. "Ben eve gideceğim bugün, düğün şenlikleri de bitti. Babam birkaç günlüğüne beni yanında görmek istedi, özlemiş." "Hayırlı yolculuklar." dedi küçük bir tebessüm ederek. "O halde hoşça kalın." diye de ekledi yürümeye başlamadan hemen önce. Mehveş Hatun bunu beklemiyordu, gitmesini değil onunla sohbet etmeyi umuyordu. Adam çok fazla ilerlemeden önüne geçti. "Beni evimden buraya getiren sizdiniz, şimdi de sizin bırakmanız gerekmez mi?" "Hakkınız vardır lakin bana öyle bir emir gelmedi." Hiç olmazsa cevap vermişti dediğine bu defa lakin bunu yeterli bulmadı genç hatun. "Her şeyi emre göre mi yaparsınız siz? Mirzaoğlu dahi değilsiniz halbuki." "Benim yerim Mehpare Sultan'ın yanıdır, Erguvan kadar bu topraklar da benim vatanımdır. Ondan sebep ne emredilirse ben onu yaparım." Sözleri soğuktu, sanki hiçbir şeyi olmayan bir adamın sözleri gibiydi. Öldür dese öldürür öl dese ölür gibiydi aynı zamanda. Bu kadar soğuk ve sadık olması bir yandan hoşuna gitse de bir yandan da fazla bulmuştu. "Peki ya şu an bir meşguliyetiniz var mı?" Adam başını iki yana salladı. "O halde paşa konağına giderken bana eşlik edebilirsiniz." "Zannımca evet." dedi aynı duygusuzlukla. Elini öne doğru uzatıp arabaya doğru ilk adımı Mehveş'e attırdı. Sarayda ise hâlâ bazı misafirler vardı. Gazi Bey şenliklerin son günü Erguvan'a dönmüş, dönmeden evvel de Sefer Bey'in bir evladı olacağı müjdesini vermişti. Erguvan'ın veliahtı doğacaktı sonunda, Mehpare'nin gözü arkada değildi bu defa. Asafoğulları elçisi de gelip etrafı kolaçan etmişti lakin istediği emellerine ulaşamadıklarını öğrenip geri dönmesi uzun sürmemişti. Belki de yeni tertipler yapılmıştı elçi eliyle, ondan da elçiden başka kimsenin haberi yoktu. Resul Giray ve Fahriye Sultan'ın gitme vakitlerine bir ya da iki gün vardı. Nastia prens ve prensesi ise bir süre daha buradalardı. Aralarında sıkı bağlar kurmak ve siyasi meseleler konuşmak gibi işlerle meşgullerdi, düğünden sebep çok fazla konuşamadıklarından misafirlikleri uzamıştı. Hünkâr sofasında yemek yenilecekti, evvelsi gün arz odasında Resul Giray ve Miloş ile yemek yendiğinden bugün haremdeki misafirleriyle yemesi münasipti. Bayezid'in bir yanında anası bir yanımda da Fahriye Sultan vardı. Fahriye Sultan'ın yanında sırasıyla Şirin, Murat, Afife, Mehpare ve Ceylan; Valide Sultan'ın yanında ise Sladjana, Şayeste, Savcı, İsmihan, Cihangir vardı. İsmihan ve Cihangir sanki sofrada yok gibilerdi, Cihangir hatunu için hazırlanan tabaktaki etleri küçük parçalara bölmüştü rahat yesin diye. İsmihan görmese de hissediyordu yaptığı şeyi, ailesinin yanında da çekinmişti hâliyle. Pek samimi durduklarını düşünmüştü çünkü. Onları gören maşallah demeden başını çevirmiyordu. Güzel olmuşlardı, hem kendileri hem de ruhları. Mehpare kimseye fark ettirmeden Afife'nin kulağına eğildi, zaten sofrada sohbet döndüğünden kimse farkına varmamıştı yaptığının. "Şu hatun, Sladjana. Nedendir bilmem onda hoşuma gitmeyen bir şey var." "Bakışları mı rahatsız etti seni?" "Bakışları... İçime bir sıkıntı girdi. Yaşı İsmihan'la birdir ama huyu... Tanımam bilirim lakin bu hatun başımıza iş açacak Afife, hem de şimdi değil ileride, büyüdüğünde." Afife de istemsizce gerilmişti bu sözlere lakin kendi de hissetmişti bunları. Mehpare'nin kötü düşüncesi olmadığını biliyordu, bunlar sahici hislerdi. "Ben de aynını hissederim, bakışları bakış değil. Hayra yoralım hayra çıksın." İçten dilemişti bunu lakin nasıl mümkün olacaktı bilmiyordu. İkisi de tez vakitte bu hatunun Nastia'ya dönmesini istiyordu. "Cihangir." dedi Savcı sessizce, İsmihan ve Cihangir haricinde kimse işitmemişti onları. "Buyur." dedi öksürerek, son gecesiydi bugün onun da buradaki. Sancağına gidecek ve artık resmen veliaht şehzade olacaktı. "Ben sancağa gittiğim vakit gözüm arkada kalmasın isterim. Ona bakarken gözünün içinin güldüğünü de görürüm lakin yine de ağabeyiyim ben onun. İsmihan'ım benim her şeyimdir eğer ki onu üzecek bir iş edersen..." deyip gülümsedi az sonra edeceği latife sebebiyle. "Peşine cellatları yollarım bilesin." dedi gülerek. Üçü de bunun sahici sözler olmadığını biliyordu, Savcı'nın bir yanı hep burada kalacaktı ama vazifesiydi işte, terk edemezdi. Kardeşinin iyiliğini istiyordu, bu da onun en doğal hakkıydı. "Onu üzersem kanım sana helaldir." deyip kimsenin fark edemeyeceği şekilde sofranın altından hatununun elini kavradı. Bu defa da onun kulağına eğildi. "Ama en çok sana helaldir." "Eyvallah." diyerek Cihangir'i kucakladı Şehzade, gülümsedi. Gözü arkada kalmayacaktı lakin Savcı'nın gitmeden önce sadece bir kişiyle vedalaşması kalmıştı... *** Odasının kapısını sımsıkı kapatmıştı sanki destursuz içeri girilebilecek gibi. Hiçbir söz söylemedi adam, sevdiği kadın da ağzını açmamıştı. Çok geçmeden aralarındaki mesafeyi kapadı ve özlemle dudaklarını onunkilere kapadı. Bir yandan da kaftanındaki ipleri sökmekle meşguldü. Dudaklarını bu defa boynuna götürdü. "Özledim." dedi sadece. "Ben de." deyip üzerindeki kaftanını atmasına yardım etti. İnce beyaz elbisesi dışında bir de mücevherleri vardı üzerinde. Zor da olsa onları da çıkarmayı başardı adam. Nefesini düzene sokmaya çalıştı sonra da yatağa oturup dudaklarına tutkulu bir öpücük daha bıraktı. Gözünü karartmıştı bu defa, emirlere uyamayacak sevdiği kadınla olacaktı. Kadın kendini yatağa attıktan sonra kendini onun dudaklarında buldu bir kez daha, elleri de elbisesinin omzunda geziyor bir türlü açmayı başaramıyordu. "Affınıza sığınırım hünkârım, destur var mıdır?" Sözleri ile doğruldu Bayezid, Afife ise hâlâ aynı vaziyetteydi. "Sladjana Hatun zehirlenmiş." ♟️ Heyyoo ben geldimmm geç olsun güç olmasın, stoklarımız bitti yazarımız da psikolojisini düzeltir de yazabilirse güzel bölümler bizi bekliyor. Son sahnedekini Savcı sandınız değil mi nasıl da ters köşe yaptım sizi hehehehe kimi tahmin etmiştiniz? Bir de Şirin ve Salih Giray çiftine bir kez daha yakıyoruz buradan. Kendileri bana acı veriyor... Kaşla göz arasında tatlı yeme diye diye tatlıyı kendi yapmış Bayezid😄 Ceylan gebe, bakalım bebek doğabilecek mi? Doğarsa kız mı erkek mi olacak? Erkek olursa taht sırasını nasıl etkiler? Savcı çok bilinçli değil mi ya yicem onu sonunda veliahtlık sana yaraşır koçum. Peki yeni çiftim Cihangir ve İsmihan... Çok çok çok çok hatta en güzelsiniz beee. Mehpare'nin kıskançlığı, Erguvan kuyafetleriyle güzelliği falan nasıl buldunuz? Bu arada sizce Mehpare neden kötü hissetti Sladjana için? Bir de zehirlendi kız, sizce kim yaptı? Tüm soruların cevapları ilerideee. Hadi bakalım hoşça kalın yorum ve vote bırakmayı unutmayınn😘 |
0% |