Yeni Üyelik
24.
Bölüm

24. "Dolunay Armağanı"

@rubamsalepe

Devletin başına geçtiğinden beri başına gelmeyen kalmamıştı, hele şu casus meselesi epey baş ağrıtmıştı zira ağrıtmayacak gibi de değildi. Bir türlü neticeye ulaştıramamıştı olanları. Murat Han oğlu Bayezid Han'dı o ama gücü bir yere kadar yetiyordu hele haremi içinde olanlara gücünü asla yettiremiyordu. Zaten nasıl anlayabilirdi ki? Kimse kanıt saklamıyordu yanında, harem arada tetkik ediliyor cariyelerden kalfalara, kalfalardan harem ağalarına hepsi didik didik ediliyordu lakin hiçbir neticeye varılamamıştı. Harem dışı zafer ne kadar yakınsa haremdeki casusları bulmak o kadar uzaktı.

"Prens Miloş'a haber etmeyin, iyi olsun sabaha haber ederiz. Merakta kalmasın boşuna, zaten hareme giremeyecek." Kendisi için aralanan kapıdan içeriye girdi. Karşısındaki genç hatun baygındı, rengi de sarıya dönmüştü. "Nasıl oldu Gülizar Kalfa, benim misafirimi kim bu hâle soktu, bu ne cüret?" Sesi çok sinirli geliyordu, misafir demek namus demekti. Eğer ki bir misafiri koruyamıyorsa koskoca devleti nasıl koruyacaktı ki? Hoş, kendi evladını koruyamamıştı o, elleriyle ölü doğan küçük bedenini toprağa vermişti.

"Haberi prensesin hizmetçilerinden biri getirdi hünkarım, gece vakitlerinde birden titremeye başlamış, haber alan kalfalar da derhal hekim çağırmışlar ben geldiğimde tedavisi başlamıştı." Bayezid'in gözleri etrafı taradı ve hizmetçiyle buluştu, yanına gitti usulca.

"Söyle hatun, nasıl oldu bu?" Gözleri ağlamaktan şişen hizmetçi kenarda duran bardağı eline aldı ve olanlardan korkmuş, şaşkınlığını gizleyemez vaziyette titreyen ellerle ona uzattı. Bardağı ellerine alan Bayezid baş işaretiyle hatunu işaret etti Gülizar Kalfa'ya, bu onunla alakadar ol demekti.

Bardağı evvela burnuna götürdü lakin zehrin kokusunu alabilecek kadar iyi bilgisi yoktu, işin ehline bırakacaktı onları. Bardağı altından tutuğu için eline bir şey gelmişti evvela anlayamamıştı ama tüm dikkatini ona verdiği vakit hislerinde yanılmadığını fark etti. Bardağın altına bir kağıt yapıştırılmış, kağıdın üzerine de çift kılıçlı arslan damgası çizilmişti.

"Kahretsin burada da mı? Hadsizler!" dedi seslice. Duyulduğunun farkındaydı, umursamadı. Bu meselede ne kadar basiretsiz olduğunu herkes anlamıştı zaten, haremine müdahale edememişti, işte bu kâğıt da onun ilk kanıtıydı. "Sladjana Hatun iyi mi hekim kadın?"

"Hatunlar vaktiyle haber getirmeseydi ölüsünü şimdiye kaldırmıştık, prensesin vaziyeti iyidir çok şükür panzehiri verip kurtarabildik. Bu zehir..." diyerek bardağı gösterdi hekim kadın. "Bu zehir buralarda bulunmaz, zehrin yapıldığı bitki sadece Asafoğulları'nda yetişir lakin çok şükür şifası da bizde yetişir."

Zehir harem tetkiklerinden yakalanmadan geçtiyse bu da demek oluyordu ki yakın vakitte dışarıdan getirilmişti mesela Asafoğlu elçileri getirmiş ve bir şekilde hareme sokulmuş olabilirdi. Bu da demek oluyordu ki bu bir saray oyunu değil Asafoğlu oyunuydu. Neyse ki kurtarılmıştı prenses lakin şimdi Nastia ile aralarına düşmanlık girecekti, bu hiç iyi olmamıştı. Hiçbir siyaset bunu düzeltemezdi, kızı zehirlenmişti ve misafir olduğu ülke onu koruyamamıştı. Savaş açsalar dahi haklılardı. "Başında nöbetleşe durun, zinhar yalnız bırakmayın. Eğer ki başına bir hal gelirse sonuçlarına katlanırsınız! Bu defa affım olmaz."

Geri dönse de odaya bölük pörçük, azıcık uyuyabilmişti, sabahı zor olacaktı biliyordu. İlk işi sağlık vaziyetini öğrenmek sonraki işi ise Miloş'a her şeyi anlatmak olacaktı. Gün aydınlanır aydınlanmaz kahvaltısının ardından bu düşlediklerinin tümünü yaptı. Sladjana'nın vaziyeti iyiydi lakin zehrin etkileri bir vakit devam edecekti, şimdiye dek uyanmaması da bundandı.

"Andım olsun bunu yapanları da bulup cezasını çektireceğim, içiniz rahat olsun." Mahcubiyetle söylemişti sözlerini adam.

"Siz misafirlerinizi dahi koruyamaz mısınız? Ben size bir daha nasıl güveneyim? Kızım uyanır uyanmaz döneceğiz. Siz de tüm cihanın duyduğu zinhar baş edemediğiniz o casuslarla mücadelenize kaldığınız yerden devam edersiniz (!)"

Ne dese haklıydı ki dediklerinde de haklıydı. Herkes biliyordu casus meselesini, çok az vakitte yayılmıştı Bayezid'in ibreti alem olsun diye içine saman doldurup eşek üzerinde gezdirdiği adamın ibretlik hâli. Ama bulacaktı, hepsini bulacaktı. Nasıl yapacağını bilmiyordu ama yapacaktı bunu, yapmak zorundaydı.

Miloş daha fazla söz söylemeden yanından ayrıldı Bayezid'in. Bayezid de içini biraz rahatlatıp, bu her ne kadar mümkünse, soluğu oğlunun yanında almıştı. "Hazırlandın mı arslanım?"

"Neredeyse hazırım hünkar babam. Bir tek kılıç kuşanmam kaldı." Bayezid gülümsedi de kılıcı almaya yeltenen oğlunu durdurdu. Oğluna kılıcını kendisi kuşandırmıştı, bu her şehzadenin hayaliydi belki de, padişah tarafından onurlandırılmak herkese nasip olmazdı. "İşte şimdi hazır oldum." dedi ve babasını kucakladı. Bayezid'in söyleyecek çok sözü vardı ama nasıl diyeceğini bilemiyordu. Buruk bir sevinci vardı esasen, oğlu ondan gidiyordu artık bu onu hüzne sürüklüyordu lakin gerçek bir adam olup sancağa çıkması da gururlandırıyordu onu.

"Siz demeden diyeyim babam, sizin evladınız olmaktan hep gurur duydum. Temennim odur ki size layık bir şehzade olayım. Vazifemi de layığı ile yerine getirmeye çalışacağım lakin beni oralarda unutmanızı istemem. Bir evladınız daha olduğunuzu unutmayın."

Ne çabuk büyümüştü oğlu, doğduğu günü çok iyi hatırlıyordu. İlk evladıydı, ilk heyecanıydı. O küçük ellerini tutarken korkuyordu, iki eline sığan bedeni zarar görecek diye aklı çıkarken şimdi o bebek koca bir şehzade olmuş sancağa çıkıyordu. Gönlü ferahtı, bu işin üstesinden gelebilecek meziyetteydi Savcı.

"Sen benim yüzümün akısın Savcı'm, Allah da biliyor ya tahtıma vâris olmasaydın seni yollamazdım lakin hanedandan kimin her istediği olmuş ki benim olsun. Sana diyecek çok şeyim var ama hiçbir şeyim yok. Bende kalsın hepsi, sen zaten en iyisini bulur yaparsın, baktın baş edemedin ben buradayım, mektup yazmaktan çekinme bana."

"Vazife hünkârım, sizden ve benden büyüktür neticede. Her özlediğimde ve işin içinden çıkamadığımda ulakla yollarım mektupları, aklınız kalmasın ben sizi habersiz bırakmam. Hakkınızı helal edin babacığım."

"Helal olsun arslanım, sen de helal et."

"Helal olsun."

Yeterince vakit geçirmişti onunla zaten, sadece son konuşmalarıydı bu, veda konuşmaları... Oğlunu sıkıca kucaklayıp ayrıldı oradan, bu defa da Şayeste'nin yanına varmıştı.

"Savcı kendi dairesindedir hünkârım."

"Oradan gelirim zaten, seninle de vedalaşmak istedim." Veda sözcüğü kadına ağır gelmişti, onca sene yanından ayrılmadığı adamdan o ölene kadar ayrı kalmak düşmüştü nasibine. Öylece duramazdı, sürekli gelip gidecekti, öyle düşünüyordu lakin hep yanında olamayacağı gerçeğini değiştirmiyordu bu. Zaten uzun vakittir hasretti ona, şimdi de mesafeler girecekti araya.

"Gelmezsiniz sanmıştım." dedi sitemkârca, gözleri küçük küçük dolmaya başlamıştı. Öfke ve kıskançlığı bir kenara bırakmıştı, sadece özlem ve hasret barındırıyordu kalbinde ki daha gitmemişti bile. "Neden gelmeyeyim ki?"

"Benden yüz çevireli uzun vakit olmuştu." deyiverdi, hiç konuşmamıştı bunu ama madem gidiyordu içinde kalmasından iyiydi. "Ben senden yüz çevirmedim, sadece..." devamını getiremedi. Sevdalandım diyemedi. Ama o sevdaya rağmen cariyeleri olan bu adam nedense Şayeste'ye yüz çevirmişti her ne kadar bunu yapmadığını söylese de, sebebini esasen kendisi de bilmiyordu. Soğukluk girmişti araya ve bunu sahteliklerle gerçekmiş gibi davranmak istememişti.

"Çok kırdım değil mi seni?" diyerek ekledi. Kadın başını iki yana salladı ve kollarını adama doladı sıkıca. Bir süre böyle kalıp kokusunu iyice aklına kazıdı daha sonra da ayırdı bedenlerini. Bu defa da kendini tutamadı ve gidecek olmasının verdiği cesaretle dudaklarını dudaklarına bastırdı. Bayezid'in beklemediği bir hamleydi bu, biraz durdu ve geri çekildi kadın. "Belki bir ömür hasret kalacağım." dedi ve son bir kez istemişti onu, son öpücüktü yıllar sürdükçe aralarındaki mesafe artacaktı belki fırsatı olmayacaktı.

Birkaç saniyede gerçekleşmişti her şey, kadın öpücüğüne tutkulu bir karşılık bulacağını ve hemen olacağını bilmiyordu. Bayezid, Şayeste'nin başını avuçları arasına almış ve tutkulu şekilde öpmeye başlamıştı. Şayeste de kendini kaybedip karşılık verdiğinde sanki ilk öpücüğünü alan bir genç kız gibi hissetmişti.

Şayeste'nin yatağa doğru birkaç adımıyla onu takip eden Bayezid yavaşça durdu ve dudaklarını birkaç parmak geri çekti. "Durmamız lazım."

"Bayezid, durma." dedi kadın. Yıllar sonra adını ilk defa söyleyişiydi.
Dudağına küçük bir buse daha bıraktı işte bu veda busesiydi. "Gitmeniz gerekiyor, benim de gitmem gerekiyor." dedi kendini iyice geri çekti. "Savcı'ya da söyledim sizi giderken görmek istemiyorum, yolcu etmeye gelmeyeceğim."

Şayeste ilk defa ileri gideceğini sanmıştı, o anki heyecanı birçok şeye bedeldi. Yıllar önceki gibi öpmüştü onu, unutmuştu bu hissi şimdi ise bir ömür yetecekti. Çok şey demek istese de "Kendinize dikkat edin hünkârım." diyerek selam verdi, Bayezid de bir tebessüm ile veda etti ona.

***

"Resul Giray Han, burada kalmanızı çok isterim lakin evvelden aldığım istihbarattan sebep, sizin Alkan'a tez vakitte dönmeniz gerekir. Firmenlerde veliaht seçilemedi bir türlü." deyip belli belirsiz gülümsedi kimseye fark ettirmeden. Firmen'de veliaht kim ise hatunu onu öldürüyordu. Koskoca devleti çıkmaza bir başına sokmuştu, onunla gurur duyuyordu. "Hareketlilik varmış, asker ve silah toplayıp güçlenmeye çalışıyorlarmış. Lakin Veliaht seçmeden bir savaşa giremezler, hanedanlar arası çatışma bu defa iç savaşa döner. Veliaht seçilirse yarın bile savaş olabilir lakin uzun seneler de sürebilir. Bizim tedbir almamız icap eder, en mühim vazife de size düşmekte. Sınırsınız ve onların gözü her vakit Alkan limanlarındadır."

Firmenler şimdilerde büyük bir tehdit olmasa da ilerisi düşünülmeliydi. Elbet Mirzaoğulları iç meselelerini çözecekti; casusları, Şehzade Osman meselesini de çözecekti. O vakit geldiğinde bir savaş ile hazırlıksız karşı karşıya kalınmamalıydı.

"Firmenlere karşı durabilecek otuz bin askerim var hünkârım lakin onlar saldıracak olursa tek saldıracağını düşünmem. Bakın tarihe, ne vakit tek saldırma cüreti göstermişler? Ben ne okudum ne de gördüm." Resul Giray haklıydı, Firmenler savaşırken yanlarına her zaman güçlü bir ülke katmıştı. Bu da Asafoğulları olabilirdi, hem içeriden hem dışarıdan devleti yıkmak isteyebilirlerdi. Bunu ne Bayezid ne de Resul Giray göze alabilirdi.

"Vakti geldiğinde elbet karşılık alacaklar ama şimdi devletim bu haldeyken bir de savaş çok ağır gelir."

Meseleleri biraz daha beraber tarttıktan sonra Resul Giray ailesiyle beraber saraydan ayrıldı. Bu Fahriye Sultan için zor olmuştu ama validesiyle ve kardeşleriyle hasret giderme fırsatı olmuştu. Şirin ile dertleşmişlerdi, bilmiyorlardı ki aynı vakitte Salih Giray ile de Resul Giray dertleşmişti. Ama hiç kimsenin yarası sağılmadan gitmek durumunda kalmışlardı işte.

Arz odasında casus meselesi görüşülmeye devam ediyordu. Salih Giray, Karaca ve Sansar hususi olarak çağrılmışlardı. Zaten bu mesele üzerine hususi olarak vazifelendirilmişlerdi. "Hanzadem, söyle bakalım bir yeni bir şeyler var mıdır?" Bu meseleler Salih Giray'ı en az sultan kadar yormuştu lakin savaşmaya devam ediyordu. Sessizliğini küçük bir tebessüm sonrası bozdu.

"Karaca Bey, geçen vazifeye gittiğiniz vakit esasen bir casusa rast gelmişsiniz lakin size kendini göstermemiş." Karaca ile Sansar vazifeye gittiği vakit Hilmi Paşa ile Kara İbrahim Paşa'nın konuşmasına şahit olmuşlardı lakin mesele hatun meselesiydi ve Karaca o meselenin gerçek olduğuna bir şifreleme konuşması olmadığına emin olmuştu.

"Lakin orada konuştukları husus hatun meselesiydi." Kısa cümlesi aslında bir soru soruyordu, yoksa değil miydi demek istiyordu. "Orada o meseleden buluşmuşlardı, esas meseleyi meyhanede öğrendik. Kara İbrahim Bey de casuslardan birisi." diyerek padişaha döndü. "Meyi içtiği vakit kendini kaybedip casus olduğunu, Asafoğulları'ndan altın yüklü rüşvetler aldığını söylemiş."

Bayezid buna pek şaşırmamıştı esasen çünkü ne vakit bir şey yapmaya kalksa hep muhalif olurdu, ülke hayrına pek bir şey de istemezdi. Hatta Mehpare ile izdivacına da şiddetle karşı çıkmıştı lakin farklı düşündüğü ve meşverette fayda sağlayabileceği için vazifesine devam ettirilmişti.

"Serbazları yollayayım mı hünkârım?" Sansar'ın sorusuna karşı başını iki yana salladı. "Meyhanede konuşturulması gereken birkaç paşa daha var, hepsini öğrenip birden hamle yapmalıyız ki kendilerini saklayamasınlar." Böylece divan ve divan dışındaki casus paşaların büyük kısmı temizlenmiş olacaktı zaten belli isimler kalmıştı, onun dışında daha tehlikeli olan iki yer vardı. Harem çok tehlikeliydi kimin yahut kimlerin hain olduğuna dair hiçbir ipucu yoktu. Ordu da çok mühimdi, içindeki hainleri ayıklamak mümkün değildi ve Bayezid'in hâlâ bir tertibi yoktu.

"Sladjana Sofia Hatun nasıllar?" Bu da çözülmesi gereken bir meseleydi, hatun kendine gelse de pek toparlanamamıştı ve bu olaylar sebebiyle Mirzaoğulları yeni bir düşman kazanmıştı. "Gözlerini açmış lakin birkaç güne ihtiyacı var tamamen iyileşmesi için. Hiç düşmanımız yokmuş gibi yeni bir düşman da kazandık." Elini tahtındaki mücevherlerin üzerine götürdü. İçindeki ses hiçbir şeyi beceremediğini sadece Orhan'dan iyi bir padişah olduğunu söylüyordu ona. Kâsım'ın tırnağı olamam ben diyordu, halbuki kendine inancı olmasa da bir şeyler başarabildiğini gören insanlar yanlarındaydı. Afşin Kale fethindeki kendi emeklerini unutuyordu, onun adamları olmasa Asafoğulları Mehpare'ye biat etmeyeceklerdi lakin o zaferin tek galibi olarak zevcesini görüyordu.

Valide Sultan zaten tetkiklere başlamıştı lakin bir de kendisi el atmak istemişti meseleye. Ailesini kendi sorgulayacaktı, bu sorgudan ziyade bir şeyler görüp görmedikleriydi.

Arz odasından sonra ilk işi Hünkâr Sofası olmuştu, ilk çağırdığı kişi de Şirin Sultan olmuştu. "Beni buyurmuşsunuz Hünkâr'ım." Bu da orada ağabeyi olarak değil hünkârı olarak oturduğunu gösteriyordu. "Şirin'im, bilirim harem içinde değilsin lakin belki denk gelmişsindir. Dün gece dikkatini çeken biri oldu mu hiç?" Haremde değildi lakin köşk çevresinde de şüpheli birine rast gelmemişti. "Ne bir şey gördüm ne de bir şey işittim, köşkün etrafı sessizdi." dedi. İyi biliyordu o vakitlerde uyku tutmadığında bahçeye çıkar oturup huzur bulmaya çalışırdı, köşk ona zindan geliyordu zaten.

Şirin'in ayrılmasının ardından içeriye İsmihan ile Cihangir girmişti. Cihangir utana çekine hatununun koluna girmiş yolu ona göstermiş ve beraber yürümüşlerdi. Bu halleri Bayezid'i sevindirmişti, kızı iyi ellere emanetti. Gören bir çift göz ikisine de yetmişti. "Allah nazarlardan saklasın, pek güzel gözükürsünüz." Karşılarında utanıp eğilen iki başı daha da eğdirmemek için sadede geldi. "İsmihan'ım, sen pek iyi işitirsin bilirim. Dün gece hiç dikkatini celbeden bir vaziyet oldu mu? Ya senin Cihangir, gördüğün bir şey oldu mu? Olayın vuku bulduğu vakitlerde birbirlerini sarıp sarmalamış ve uykuya dalmışlardı. O vakitlerde top patlasa uyanmazlardı, birbirleriyle meşgullerdi.

İkisinden de müspet manada cevap alamayınca bu defa Afife ile Murat gelmişti. En küçük evladını görünce yüzünde güller açıyordu, Murat diğer iki evladına da benzemiyordu. Savcı savaşırdı, ilimde de iyiydi tam taht için biçilmiş kaftandı. İsmihan zarif ve kırılgandı. Murat ise küçük bir âlimdi. O kanlı biten divan yemeğinden sonra bir daha konuşamamış olsa da kendini ilerletmiş, ilim öğrenmeye devam etmiş hatta büyüklerle boy ölçüşür hâle gelmişti, çok zekiydi ve çok çabuk öğreniyordu ve sadece altı yaşındaydı. Ona imreniyordu aslında, taht ile alakası olmayan sadece ilme yönelen biri olmak ne de güzel olurdu.

"Arslanım." diyerek kollarını açtığında evladının saf ve dürüst sevgisiyle karşılık aldı. Akıl ve yürek birçok vakit çıkmaza girerdi lakin saf bir sevgi her zorluğu tedavi edebilirdi. Oğlunun başına küçük bir öpücük kondurduktan sonra kucağına aldı onu. "Dün gece hiç farklı bir şey oldu mu sarayda? Acele ile koşan, böyle sana değişik gelen birilerini görüp işittin mi?" O saatlerde Murat uykuda olurdu mütemadiyen lakin bir ihtimal olsa dahi sormak istemişti. Murat dudağını büzüp başını iyi yana salladı, o da farkındaydı bu sarayda çok büyük şeyler oluyordu lakin kimse ona pek bir şeyden bahsetmiyordu. "O vakit validenle beni yalnız bırak bakalım." dedi başını okşayıp bir öpücük daha kondurduktan sonra. Odada yalnız kalmışlardı.

"Söyle bakalım hatunum, dün gece hiç dikkatini cezbeden bir vaziyet oldu mu?"

"Biri vardı." dedi ve aralarında bir arşın kalana kadar mesafelerini kapadı. "Anlat o halde, yüzünü gördün mü? Ya esvapları?"

"Kendisi yeşil bir kaftan giymişti sonra da benim kaftanımın iplerini sökmeye çalıştı." Bu ikisini de güldürmüştü, Bayezid başını hafifçe kenara çevirip gülmeye devam etti. "Tövbe tövbe. Ben de birini diyeceksin diye heyecanlanmıştım ah be Afife'm."

"Ben de dün gece heyecanlıydım." Bu konuşma devam ederse hiç iyi şekilde bitmeyecekti. Bugün hatunları anlaşıp mı böyle konuşuyordu acaba, merak etmişti. "Eğer ki bir şey işitirsen haber et bana, bu işi derhal çözmemiz gerekir. Dün Sladjana Hatun, yarın sen, öbür gün evlatlarım sonra da ben..."

O da oradan ayrılınca içeriye Ceylan Hatun geldi. Bayezid yüzüne büyük bir tebessüm ekledi. "Sıhhatin iyi midir Ceylan Hatun? Evladım nasıldır, sen nasılsın?"

"Bizim için zinhar kaygı etmeyin çok iyiyiz, tatlı da yemiyoruz hekim kadın ne yollar ise onu yiyoruz." dedi ellerini karnına götürerek. İlk defa anne olacaktı, bunun heyecanını yüreğine sığdıramıyordu. Zaten cıvıl cıvıl biriydi bu heyecan onu daha da hareketli hâle getirmişti.

"Oh çok şükür, aklımın bir köşesindesiniz her vakit. Aman hatun, kendine de evladına da ehemmiyet göster. Bir evladımla daha imtihan edilmeyeyim."

"Ona bir şey olsa ben de yaşayamam zaten. Andım olsun onu korumak için ne gelirse elimden yapacağım." Bu sözler ikisini de rahatlatmıştı. Evlat acısı kelimelerini bile işitmek istemiyordu, sürekli kaygısı da bundandı.

"Dün gece hiç olağan üstü bir vaziyet oldu mu? İşitip gördüğün oldu mu?" Aynı soruya defalarca hayır cevabı almıştı.

Bunların yaşandığı vakit Mehpare de hiç beklemediği şeyleri duyuyordu dairesinde.

"Neyin var Zarife Hatun?" Bu soruya cevapsız kalmıştı genç kız. Mehveş tekrarladı sorusunu, cevabı merak ediyordu ve cevap almadan bir şeylerin peşini bırakan biri değildi. "İyiyim ben." diyerek avuçlarındaki aynayı sıktı, başını öne eğdi.

"Zarife bir şey gizliyorsun benden anlat hadi. Mehveş Hatun da bizden artık bilirsin ağzından laf çıkmaz." Mehveş her şeyi açık açık söylese de sır olanı bahsetmezdi, yani bu kadarını idrak etmişti Mehpare. Bundan sebep ona güveniyordu. Hatta babasının hain olamayacağını da bildirmişti Bayezid'e, o kadarını anlamıştı onca vakitte.

"Gitti." diyebildi sadece, kimse ne dediğini idrak edemedi. Daha doğrusu düşünememişlerdi o ikisini bir arada. "Bu topraklara adım attığımız ilk günden beri sevdim onu, sevdik." Başını iyice eğdi ve haddi olmadığını düşünerek yaptı bunu, onu sevmek haddi değildi. "Haddim değildi bilirim lakin şehzade..." devamını getiremedi ama ağlamadı da.

Mehpare'nin gözünden nasıl da kaçmıştı bu? Onca dertle başı beladayken görememişti Savcı ile Zarife'yi. Olmazdı ama koskoca şehzade, taht veliahtı şehzade nikahlansa düşük rütbeli biriyle bunu yapmazdı, bir prenses ya da bey kızı olması lazımdı. Zarife bir köle de değildi, haremine de alamazdı. Gerçekten amansız bir hastalık olan aşka tutulmuşlardı ama sahiden onların işi amansızdı.

"Zehir olayında hapsedildiğimde size bir yerdeydim ama söyleyemem dediğimi hatırlıyor musunuz? Şehzade Savcı'nın yanındaydım, diyemedim." Bunları söylemesinin nedeni Savcı'nın gidiyor olmasıydı ve onu görmesi artık çok zordu anca babasının izniyle buraya gelebilirdi. Sancağa çıkan şehzadelere harem de kurulurdu bunun üstesinden nasıl geleceğini bilmiyordu genç kız. Canı acıyordu. Mehpare yerinden kalkıp kızı kollarının arasına aldı.

"Söyleseydin keşke, kendimi değil seni kurtarabilirdim. Aşktan kurtarabilirdim." Onu çok iyi anlıyordu çünkü kendi de sevdiğini paylaşmak zorundaydı lakin onun yanındaydı hep, Zarife ise bunu hiçbir zaman yapamayacaktı.

Zarife elindeki aynayı kenara koydu, bu ondan bir armağandı lakin bir tane daha vardı o da hep belinde duracaktı, hançerdi. "Ben biraz nefes alayım." dedi daha fazla konuşmak istemedi ve kendini has bahçeye attı. Mahpare daha çok sorgulamak istese de üstüne gitmedi, daha sonra konuşabilirdi, canını yakmanın âlemi yoktu.

"Zarife Hatun da durup durup koskoca şehzadeye vurulmuş, tutabilseymiş keşke kendini. Ben olsam tutardım, bey olur da yani şehzade olur mu hiç, denklik münasiptir." Yine sertçe söylemişti lakin haklıydı dediğinde, denklik mühimdi. Çok düşük rütbedeki hain bir beyin kızı ile veliaht şehzade nikahlanamazdı, münasip değildi ama işte bir köle ile olabiliyordu. Buranın kaideleri epey değişikti.

"Denklik mühimdir tabii." dedi aklına kendi nikahını getirdi. İki tahtın vârisi olduğundan Bayezid için en münasip zevceydi ve doğuracağı bir vâris üç tahtın da vârisi olacaktı. Lakin herkes böyle denk olamıyordu yahut denk olsa dahi aşkına sahip olamayabiliyordu bir taraf işte.

Bunların üzerine Bayezid tarafından çağrılmış ve ona da aynı sorular yöneltilmişti. "O saatlerde mutfağa gittim, kendini göremedim lakin bir hatun gölgesinin o tarafa doğru yürüdüğünü gördüm hünkârım, müsait değildiniz o yüzden diyemedim size."

Bu açıklama Bayezid'i heyecanlandırdı, bir adım daha yaklaşmıştı casuslara. "Gölgeden kıyafetlerini ve başlığını anlayabildin mi peki?" Mehpare başını iki yana salladı, çok hızlı görmüştü onu ve bir mana yüklememişti buna. "Rütbesini bulamasak da casusun ağalardan değil hatunlardan olduğuna emin olduk. Bu da bir şeydir." diyerek kendini teselli etti çünkü ağalardan da çıkabilirdi.

"Valideme haber edeyim ben, o sorgulayıp bulabilir anca. O bulamazsa kimse bulamaz."

Ayağı kalkıp giderken ardına döndü ve Mehpare'ye baktı. "Akşam yemeğinden sonra hazır ol seni bir yere götüreceğim, yanına kalın esvaplar al." deyip cevabını beklemeden ayrıldı. Bunu casusu o gördü diye yapmamıştı, zaten bugün yapacağı bir şeydi. Mehpare ise heyecanla akşamı beklemeye konuldu.

***

Akşam karanlığı etrafı sarmış olsa da dolunay her yeri aydınlatıyordu, Mehpare sırtına bir kürk geçirmiş saraydan öyle ayrılmıştı. At arabasının vardığı yerin sahil olacağını bilememişti. Sadece cariyesi Melek Hatun yanındaydı, gittiği yerde de ona ihtiyacı olur muydu bilmiyordu. Ona sadece hazırlanıp arabaya binmesi söylenmişti. Mehpare de bunu ikiletmeyip zevcinin yanına varmıştı.

Serin bir gece olsa da dondurucu bir soğuk yoktu, karşısında da içini ısıtan adam vardı ya o vakit hiç üşümezdi. "Böyle geçin Sultan'ım." diyen ağayı takip ettiğinde karşısına saltanat kayığı çıkıverdi. Hep duymuştu lakin görebilmek hiç nasip olmamıştı, saraydan baktığı vakit de görememişti. Denizleri pek özlemişti, her gün görse de bir kayıkta olmak daha mutlu edecekti kendisini.

Çok geçmeden kayığa bindi, Bayezid'in yanına oturdu. Kayığı çekenler ile hizmetlilerin olduğu yer ile padişah arasına bir perde gerilmişti böylece mahremiyet sağlanmıştı. "Buraya geleceğimi bilmiyordum, çok özlemişim."

"Zor vakitlerden geçeriz, senin için de öyle bilirim. Yüzünde mutluluk görmek istedim." Sözlerinden sonra ellerini hatununun parmakları arasına doladı. Kadın da onun aynı görmek istediği gibi gülümsüyordu, mutlu olmuştu burada olmaktan. "Zordu Bayezid lakin şimdi mutluyum çok şükür. Erguvan'ı hatırladım böyle denizde seyreylerken. Karaca ile biner kıyıları gezerdik beraber."

Geçmişe özlem duyuyordu lakin biliyordu geri gelmeyeceğini, şimdisi daha mühimdi. "Dersaadet'in kıyıları, kıyıya vuran dalga sesleri, göğün tepesindeki dolunay, sen ve ben..." diye mırıldandı. Diğerlerinden kıskanıldığını biliyordu, sevildiğini de lakin konumu gereği ne ederse etsin Mehpare üzülecekti. Buna canı sıkılıyordu adamın, bir nebze de olsa yüzü gülsün istemişti. Saltanat kayığına binmek herkese de nasip olmazdı, hatununa nasip olmuştu.

Bayezid kenara koyduğu sandığın içinden ipek kumaşa sarılmış bir kâğıt çıkardı. "Nedir bu?" Vereceği armağan için heyecanlıydı, beğenir miydi acaba, bilemedi. "Aç da kendin gör."

Mehpare ipekli kumaşı açtığında ortasına sabitlenmiş kağıda işlenmiş bir tasvir gördü. Bayezid'in Afşin Kale Savaşını resmettiği tasvirdi bu. Bir tepenin üzerine kaleyi çizmiş eteklerine de ırmağı, çift başlı kayayı nakşetmişti. Yerlerde Firmen askerleri yatıyor, boynuna da toka saplanmış Firmen Prensi Kostas surların dibinde bulunuyordu. Asafoğulları askerlerini çevreleyen Mirzaoğlu ve Erguvan askerleri de nakşedilmişti. Lakin bu tasvirde en önemli şey çizdiği hatunuydu. Mehpare'nin başında miğfer ile ellerinde zincirlerle bir Firmen'i boğduğunu resmetmişti. Kendisi de dahil olmak üzere her şey küçücüktü. Bu savaşın da en büyüğü zaten Mehpare olmuştu, bunu da ilmek ilmek işlemişti adam.

"Bu..." Sözünü tamamlayamadı, gözleri biraz dolmuş olsa da akıtmadı onları, sesi titriyordu. "Sen o destanı mı çizdin, o büyük günü?" Sadece ikisini nakşetseydi bu kadar mutlu olamazdı. Bu resim Mehpare için çok değerliydi çünkü Asafoğulları ona ilk kez biat etmişti, kadınların güçlü olduğunu gösterip bir Firmen prensini daha yere sermişti, hükümdarının babasının katili olmadığını öğrenmişti. En önemlisi de yüreğini ilk defa o gün eşine açmıştı. İşte bunu nakşetmişti Bayezid.

"İnşallah beğenmişsindir." Bunun cevabını sımsıkı sarılma olarak verdi kadın, hatta öylesine sıkmıştı ki ne kadar beğendiğini güzelce anlatmış oldu. "Çok sevdim, benim için maneviyatı çok başkadır." Bedenini ondan ayırdıktan sonra ellerini tuttu sımsıkı. "Benim de sana bir armağanım var." dedi daha fazla bekleyemedi. "Bir prens kızı, şah torunu olduğumdan burada bana usulen sultan denildi lakin bir vakit sonra gerçek manada haseki sultan olacağım."

Bunun manası çok açıktı, Bayezid'in de gözleri dolmuştu şimdi. "Baba mı olurum ben?" Başını avuçları arasına alıp yüzünü yüzüne yaklaştırdı, gözlerine daha derin bakmak ve cevap bulmak istedi. "Evladımız mı olacak bizim hatun?" O göz yaşı ilk önce Mehpare'den akmıştı. "Baba olursun, içimde canından bir can, evladımızı taşırım." Bu muştulu haberi buraya gelmeden evvel almıştı, konuşmaları bitmesinin üzerine söyleyecekti ancak tutamamıştı kendini, bu kadar değerli bir armağana çok daha değerli bir armağanla karşılık vermek istemişti.

Bayezid bu sözleri işitince alnını onunkine dayadı ve hatununun gözyaşlarını sildi. Üç tahtın vârisi geliyordu belki de. Dudaklarına kısa bir buse kondurduktan sonra karısını kollarının arasına aldı.

Çok geçmeden içini yine o kötü his kapladı, ya yine olursa, ya bir evladını daha yitirirsem dedi ardından aklındaki bu bedbaht düşünceleri dağıttı.

"Ben bir evladımı daha yitirmeyeceğim, müsaade etmeyeceğim." Ceylan'ın bebeği erkek olursa tek bir tahta, Mehpare'nin bebeği erkek olursa üç tahta vâristi ve bu da ölüme davetiye çıkarıyordu. İkisi de dik durmak zorundaydı ancak o vakit koruyabilirlerdi evlatlarını. "Olmaması için her şeyi yapacağım."

"Bilirim." diyen hatununun karnına elini yerleştirdi. "Bu günleri gösteren Rabbime hamd olsun."

"Yüreğime sevgini sokan, beni evlatla mükafatlandıran Rabbime hamd olsun."

♟️

BAYEZİD VURDU İKİ BÖLÜMDE İKİ ÇOCUKLA GOL OLDU ARKADAŞLAR. PRENSESİMİZ GEBE NE HİSSEDİYORSUNUZ?

Zarife-Savcı olayına şaşırdınız mı?

SAVCI'NIN GİDİŞİ BENİ ÜZÜDÜ YA SİZİ?

Ya Şayeste, son veda busesi falan ne düşünüyorsunuz?

CİHANGİR'E KALP BUTONU BURADADIR

Casuslar bir bir meydana çıkıyor ama başınıza daha neler gelecek sizin ananızı ağlatacağım sjdjvllx

YORUM VE BEĞENİYİ UNUTMAYALIM BİR SONRAKİ BÖLÜME KADAR HOŞÇA KALIN...

Loading...
0%