@rubamsalepe
|
Yeni bir güne kutlu bir haber ile uyanmıştı padişah. Ağabeyi ve kendi arzusunun gerçekleştiğini görmek onu çok mesut etmişti. İki evladı daha olacaktı ve bunlardan biri üç tahtın vârisiydi. Heyecanını üzerinden atamamış bir çocuk gibiydi resmen, onca derde tasaya rağmen gülmeyi başarabilmişti evlat haberleri sayesinde. "Destur var mıdır hünkârım?" "Gel kalfa." Müsaade aldıktan sonra Gülizar kalfa içeri girdi. İçerideki sofrayı diğer cariyeler ile yolladı. "Sladjana Hatun uyandılar, hekim kadın da tetkik etti vaziyetini, yola çıkmasına bir mâni yokmuş artık. Prenses de sizi görmek istedi." Prensesin iyi olmasına sevinmişti çünkü bir meseleyle daha uğraşmak istemiyordu. Her şeyi tatlıya bağlamak, Nastia ile iyileştirmek istiyordu ilişkilerini. "O halde arz odasına gelsin." Gülizar çekilirken Bayezid el işaretiyle onu durdurdu. "Emredin." "Gülizar Kalfa, Mehpare Sultan gebedir. Taşlığa altın saçıp duyurun. Aman herkese de dikkat edin evladıma da hatunuma da zarar gelsin istemem." Bu havadisi ilk defa saraydan birine söylemişti, gece geç vakitte söyleyecek değildi ya, sabahı beklemiş karşılığında da ilan etmişti. "Çok şükür, ne vakittir beklerdiniz. Allah hayırlısıyla kucağınıza almayı nasip etsin. Derhal emirlerinizi yerine getireceğim." dedi gülümseyerek ve çekildi huzurdan. O sevinse de cariyeler pek mutlu olmayacaktı, her doğan bebek onların istikbaline mâni oluyordu bundan sebep istemiyorlardı. Lakin saçılan altınları toplamayı da ihmal etmiyorlardı. Bayezid de kaftanını üzerine giyip kavuğunu başına geçirdi, arz odasının yolunu tuttu. Bu Nastia meselesini de casus meselesini de bugün neticeye erdirecekti, aklına iyice yatmıştı bu. "Prenses geldiler hünkârım." "İçeri yollayın." Karşısında gördüğü kız sapasağlamdı, bunu görünce içi rahatladı. Neticede ölebilirdi lakin sıhhatine tamamen kavuşmuştu. "İyisiniz değil mi Sladjana Sofia Hatun?" İlk söze giren Bayezid olmuştu, mahcubiyetini göstermek istemişti belki de. "İyiyim." dedi ciddiyetini bozmadan. "Lakin keşke babama eşlik etmeseydim. Misafirlerini dahi koruyamayan birinin yakınında olmak iyi gelmez." Dili sivri ve acımasızdı ama ne dese haklıydı, Bayezid'in inkar edecek bir şeyi de yoktu. "Bulabildiniz mi bari onları?" Bayezid başını iki yana salladı. "Burada yaşayan bir prenses olmak istemezdim, can güvenliği yoktur kimsenin. İsa'ya şükürler olsun ki bir Nastialıyım." Vaktiyle en güçlü görülen devlet şimdi bir prenses tarafından bile hor görülür olmuştu, kalkıp da padişahı küçük düşürebilme cesaretine ermişti çünkü korunmamıştı, haklıydı. "Bulduğum vakit cezalarını çektireceğim, gözünüz arkada kalmasın." Prenses başını iki yana salladı umutsuzca. "Babam beni bekler sizinle de hiçbir manada bağ kurmak istemediği için gelmedi." Bayezid yine bir şey diyemedi. Eliyle çıkabilirsin işareti yaptı sadece. Ne yapabilirdi ki başka? Bir kere ülkeler arası güven kırılmıştı, kazanması çok vakit alacaktı. "Hanzade geldiler hünkârım." Arz odasına gelen kişi eli boş gelmemişti uzun vakittir bekledikleri haberi getirmişti Salih Giray. Yüzü gülüyordu bu defa, pek gülemiyordu şu sıralar lakin gülmeyi başarmıştı. Bayezid de onu görünce gülümsedi bu defa. "Yoksa müjdeli haberi sen de mi aldın?" Ne müjdesi der gibi baktı ona. "O vakit başka bir şey, dur evvela ben diyeyim. Sonunda üç tahta vâris gelir." Salih Giray daha da gülümsemişti. Padişahın yanına gidip elini öptü. "Hayırlı olsun, bu pek iyi bir habermiş. Allah sağ salim doğmasını nasip etsin. İki evladınız da sağ salim doğsun, devletimize ışık olsunlar hünkârım. Hanedanınıza bereket gelsin." Bu içten dileklere teşekkür etmesinin ardından onun ne anlatacağını sordu merakla çünkü Salih Giray, Şirin gittiğinden beri hiç gülemiyordu ve şimdi çok içten şekilde mutluydu. Ne mutlu etmişti onu bu kadar? "Kubbealtı veziri olmasalar dahi paşalık payesi olan iki kişiyi daha aşikar ettik hünkârım, saraya yakın devlet erkanından şüphe edeceğimiz kimse kalmadı, taşra zaten bizi o kadar etkilemez. Emrederseniz daha evvel bulduğumuz paşalarla beraber onları da getirtelim." Kollarını tahtın kenarlarına iyice yerleştirip sırtını yasladı geriye. "Sonunda başardık." dedi, bu büyük zorluğu sonunda geride bırakmışlardı. "Derhal derdest edilsinler, güvenilir kişiler dursun başlarında, yiyecek içecekleri tetkik edilsin. Sorguları yapıldıktan sonra idam edilecekler." Daha sonra ağalardan paşaları divan odasına çağırmasını emretti ve kendi de oraya geçti. Şeyhülislamına kadar oradalardı. Salih Giray, Karaca, Sansar da oradaydı. Herkes anlamıştı bir haller olduğunu lakin merak içinde tek kelime dahi etmeden padişahlarını beklemişlerdi. "Paşalarım, çok şükür devlet erkanındaki casusları aşikar ettik, sorgularından sonra sizler de göreceksiniz. Kara İbrahim Paşa, Münir Paşa, Seyfullah Paşa, Bayram Paşa ve Hurşit Paşa'nın casuslukları tespit edilmiştir, kanıt da sorgu sonunda elde edilecektir. Devlet erkanımızın üstünde zan kalmasın diye tahkikatı gizli sürdürdük şimdi her şey apaydınlık oldu. İçiniz rahat etsin askerler ve haremim içindeki casuslar da tez vakitte tasfiye edilecektir." Bu isimlerden bir tanesi Bayezid'in oyunu ile aşikar olmuştu. Paşaların her birine bir yalan bilgi vermiş, karşı tarafa gitmiş mi gitmemiş mi onu öğrenmişti. Yalan bilgi karşısında Asafoğulları hamle yapınca da paşanın casus olduğu aşikar olmuştu. Beşiri Yusuf Paşa da rahatlamıştı, sadrazam olarak üzerine pek yük binmişti lakin Bayezid onları bu meseleye pek dahil etmek istememişti. "Çok şükür hünkârım, bir meselenin daha üzerinden geldik. Biz de böyle imtihan ediliriz işte, eninde sonunda hepsinin sonu cellat baltası olacaktır." Yağlı urgana bile değmezlerdi, hak ettikleri bir baltanın ucunda acıyla can vermeleriydi. Sonra da başları yahut bedenleri Dersaadet kapı ve surlarında teşhir edilecekti. Onlara bu müstahaktı. "Sansar'ı hepiniz bilirsinizdir, her vakit yanımdadır lakin enderunlu olmadığından vazife verememiştim ona. Şimdi kendisine geçenlerde boşalan silahtarlık makamını veririm. Her daim yanımda olduğu gibi ileride de öyle olacak. Resmi bir vazifesi vardır artık." dedi gülümseyerek. Sansar dizinin dibine kadar gelip önce kaftanının eteklerini, sonra da elini öptü. Sonunda bir vazifesi olmuştu ve bu casus meselesinde verdiği emekler de buna bahane olmuştu, zaten alacağı bir vazifeyi bu sebeple almış gibi gözüktü. Artık her daim padişahın silahlarını taşımakla sorumluydu. Avda yahut bir merasimde, savaşta her daim onun yanında olacaktı, silahını taşıyacaktı. Bu büyük bir şerefti. Karaca'ya ise resmen bir vazife verilmemişti çünkü Karaca bir Erguvan beyiydi. Bey olduğundan sebep daha alt mevkilerde olmak ona yakışmazdı. Bir bey olarak süt kardeşine destek olmak için onun yanında kalması daha güçlü bir mevkiiydi esasen. Zira bu vaziyet Erguvan ile güçlü bir bağı da temsil ediyordu. "Şeylülislam Abid Efendi, sizden de bu casusların idamı için fetva isterim." "Emredersiniz." Sözleri ardından divan odasından hareme geçti tekrar padişah. Paşalar gelene kadar orada olacaktı. Anka Köşkü'nde ise sıkıntılı haller vardı, Şirin'den değil de Efruz'dan sebepti. "İlk geceden gebe kalabilseydin şimdiye bizim de bir evladımız olmuştu." Sert bir sözle başlamıştı cümlesine lakin o ne söylerse söylesin Şirin onu umursamıyordu. "Rabbim bildi de nasip etmedi işte, eğer bir evlat istiyorsan başka bir hatun al kendine." Efruz bir taht vârisiydi lakin ölüm tehdidi altındaydı, ne zaman ne olacağı belli değildi ve taht için bir vâris de bırakamamıştı. "Yüreğimi hançerlemek hoşuna mı gider?" "Vicdanım olmasa hakikaten şimdiye seni hançerlemiştim." "Her an canıma kıyabilirler lakin ben senin derdine düştüm, ölümüm her manada senin elinden olacak." Bu demek oluyordu ki kalbini öldüren Şirin'di, başkasının onu gerçekten öldürmesi belki daha az yakardı canını. Ama bilmediği şey Şirin'in de canının yandığıydı, kalbinin sadece ve sadece hanzadesine atacak olmasıydı. "Köşkten dışarı çıkmaya çıkmaya iyice aklını yitirdin Asafoğlu, biraz çık da nefes al." Başını iki yana salladı adam. "Üzüleceksin Şirin lakin geç olacak her şey için." Daha fazla sözlerini dinlemeyip hareme geçti genç kadın zira sinirlerini zorlamanın âlemi yoktu. Elinde bir küçük bohça ile Mehpare'nin odasına varması çok kısa sürede olmuştu. Destur isteyip içeri girdi. Beklediği gibi içeride Mehpare haricinde Zarife ve Mehveş hatunlar vardı. "Mehpare Sultan." deyip kucakladı yengesini. Mavi gözleri ışıklar saçıyordu. "Ağabeyim altın saçtırmış lakin ben dayanamayıp bir daha saçtım, üç tahta vâris gelirmiş öyle mesud oldum ki..." Mehpare önce Şirin'in oturması için buyur etti sonra da gülümseyerek yanına oturdu. "Bereketiyle gelsin evladım, sağ olasın." Elini karnına götürürken yüzündeki mutluluk aşikardı. Bohçayı kucağına koyup düğümleri çözdü ve ardından ilmek ilmek işlediği tılsımlı gömleği avuçlarının arasına aldı. Aynısını Ceylan'ın bebeği için de işlemişti, şimdi Mehpare'nin bebeğine de yapmıştı. Üzerinde dualar işliydi ve bunu giydiği zaman nazar, hastalık ve kötülüklerden korunabildiğine inanılıyordu. Bu sebeple hanedan üyelerine bebeklere, sefere çıkan padişaha hep tılsımlı gömlekler giydirilirdi. Mehpare ona uzatılan tılsımlı gömleği avuçlarının arasına aldı ve sarmaladı, doğmamış çocuğuna sarıldığını hissetti. Heyecanlıydı ve bunu zinhar gizleyemiyordu. "Valide sultanımız da hediyeler yolladı, bu kadar sevineceğimizi düşünmemiştim ben. İki bebek müjdesine karşı sarayda sanki adı konulmamış bir şenlik mevcut." Bayezid'in ailesi mutluydu, doğacak her çocuk hanedan ve devleti güçlendirirdi lakin bunu istemeyen kişi daha çoktu, onlar gizli saklıydı. "Bu bebek cinsiyeti ne olursa olsun bizi refaha ulaştıracak, her halükarda üç tahtın kanını taşıyacak." Sözleri dinleyen Zarife hasret çekiyordu ve sessizdi, Mehveş ise gülümseyerek güzel sohbeti dinliyordu. Şirin gülümseyerek onlara baktı. "Darısı başınıza hatunlar." dedi kendini hiç dile getirmeden, herkes biliyordu Efruz'a olan nefretini bundan sebep çıkıp da kimse senin de bir evladın olsun demiyordu. "Hayırlısı." deyip gülümsemeye çalışan Zarife'nin ardından Mehveş de birkaç kelam etti. "İnşallah sultanım lakin yakın vakitlerde evleneceğimi sanmam." Bu topraklarda o iş hiç de öyle olmuyordu, hele ki prenses yahut bey kızıysan pek mümkün değildi istenildiği gibi yapabilmek. Onlara ne emredilirse onu yapmak mecburiyetindeydiler. "Babanız yahut hünkarımız birini buyurursa yakın vakit olmayan dahi şimdi olabilir. Hiç büyük konuşmayın derim." Hakkıydı ama Mehveş pek alakadar olmamıştı esasen, kalbinin kapılarını açan olmamıştı henüz. "Hakkınız var." diyebildi sadece, daha da uzatmak istememişti. "Kız olursa üç damgalı kaftan, erkek olursa üç damgalı kılıç yaptıracağım ona." deyip kendi karnını okşadı Mehpare. Annelik ona epey yakışacaktı ve kendisi yakışanından daha da iyisini yapacaktı. "Ya kız olursa nasıl giyinecek?" "Eğer kızım okursa üç tahtın da kızı gibi gözüksün isterim, ona has elbiseleri olur." dedi ve hayal etti. Kızıl kahve saçlı, babasından aldığı simsiyah gözlere sahip küçük bir kızın bacakları arasında koşturduğunu, babası tarafından en küçük evladı diye pek sevildiğini hayal etti. Bir de oğlan hayal etti, daha üç yaşlarında lakin elinden tahta kılıcı düşürmeyen bir cengaver düşledi. O da tamamen babasına benziyordu lakin iki evladının da huyu anasına çekmişti. İnatçı, atılgan ve güçlülerdi. Öyle hayal etmişti evlatlarını. "Bir doğsun da evladım hayırlısıyla gerisi teferruat." diyerek karnını okşadı. Hareme paşaların geldiği haberi verilmişti, sorgulansalar da bir şey dememişlerdi ardından konakları arandı lakin pek işe yarayacak deliller bulunamadı. Ağızlarından itiraf daha evvel çıkmıştı, her halükarda idam edileceklerdi lakin bir ipucu ellerinde olsa diğer casusları yakalamak için de kullanılabilirdi. Bayezid yorgun olsa da ümitliydi, geleceğe sağlam bir devlet bırakacaktı. "Konuşmayacak mısınız?" dedi has bahçede kurulan mecliste padişah. Hainler dizleri üzerine çökmüş, yerde yan yana dizilmişlerdi. Sesleri çıkmıyordu yine. Düşmanın dilinden en iyi bir düşman anlardı, Bayezid de Efruz'u çağırtmış ondan yardım istemişti. "Hünkârım, paşaların adamları da yakalandı mı?" Bayezid başıyla onu tasdik etti, ve bir baş işaretiyle onları da getirtip yere dizdirdi. "Müsaade ederseniz size kanıtı gösterebilirim." "Müsaade senin." Kemerine sıkıştırdığı usturayı usulca çıkardı ve adamlardan birinin yanına gitti. Kimse ne yapacağını bilmiyordu lakin yapacağının onlara faydası olacağını iyi biliyorlardı zira Efruz ülkesi tarafından öldürülmek isteniyordu, o da ölmek istemediğinden Mirzaoğullarına yardım ediyordu. Başında dikildiği adam gözlerini sıkıca yumdu, yapacağını anlamıştı muhtemelen. Her şey meydana çıkacaktı. Usturayla adamın saçını kazımaya başladığında her şey aşikar olmaya başladı. Başına işlenmiş yazılar vardı, bu da ihanetin kanıtıydı. Asafoğulları ile aradaki muhabereyi bu şekilde sağlıyorlardı ve bunu yalnızca onlar gibi olanlar anlayabilirlerdi. Efruz hemen meseleyi çözmüş kanıtları aşikar etmişti. "İhanetin kanıtıdır." Bu söz üzerine diğer saçlar da kazındı, kanıt meydana çıktı. "Sadrazam paşa, gerekeni yapın." diyerek ölüm fermanını tekrarladı Bayezid. Çok geçmeden gelen cellatlar idam baltalarını bileyip enselerine çökmüştü hainlerin. Daha fazla itiraf gelmeyecekti, ölüm onların hak ettiği cezasıydı. Keskin baltalarla kesilen kelleler ardı ardınca yere düşmüş, kırmızının ağır kokusu da etrafı sarmaya başlamıştı. "İyi bak hanzadem, bu koku zaferin ağır kokusudur." dedi yanına dönerek padişah. Bu da demek oluyordu ki daha çok kan akacaktı ve bunlar da devleti zafere ulaştıracaktı. Ölü bedenleri toparlanırken kelleler de şehrin dört bir yanında teşhir edildi ki böylece ibreti alem olabilirdi. Bu defa zafer Bayezid'indi. Dahası da gelecekti. °•°•° Nefes almada güçlük çektiğinden dolayı hekim tavsiyesiyle Mehpare av köşküne gitmiş, istirahate çekilmişti. Orman havasının kendisine iyi geleceğinden emindi, öyle de olmuştu. Bu köşke Gülizar, Mehveş, Zarife, hekim kadın ve kendi hizmetlileriyle gelmişti. Köşkteki her şey de evvelden saray kalfaları tarafından ayarlanmıştı. Sıkı bir güvenlik önlemi alınmıştı, dışarıdan herhangi biri içeriye giremezdi. Mehpare'yi odasına kadar bile girip koruyabilecek biri vazifelendirilmişti, Karaca süt kardeşi olduğundan onu rahatlıkla koruyabilirdi. "Bakın, buranın havası pek güzeldir babamla beraber burada kalmışlığımız vardır. Doya doya tadını çıkartın, sarayın gürültüsü, derdi, tasası yoktur burada." "Madem o kadar sevmezsiniz, sarayda ne diye kalırsınız Mehveş Hatun?" Her zamanki ciddi ifadesiyle sormuştu bunu, sesinden soğukluk akıyordu. "Nedime olduğum için kalırım ve gidip gelirim, siz iyi bilirsiniz Karaca Bey." "Doğru." dedi sadece adam. Mehveş Hatun her zamanki gibi bu soğukluktan hoşnutsuz olmuştu. Mehpare biraz daha adım atmak istedi lakin yapamadı, iyice yorulmuştu. "Daha da ileri gidemem gebeyim ben yoruldum." dedi gülerek sonra da ekledi. "Bir adım dahi atamam lakin acıktım her şeyi yiyebilirim." İştahı her vakit açıktı ve kapanması için bir sebebi yoktu. Acıktıkça, sevindikçe, üzüldükçe her vakit yemek yiyebiliyordu. Güzel meziyetti bu. "Getir getir." dedi ve Melek Hatun'un hazırladığı yemekleri hızlıca ağzına tıkıştırdı. "Yavaş mı yeseniz, boğulacaksınız." "Ben yemiyorum ki evladım yiyor Zarife'm." dedi gülerek, bu defa da öksürmeye başladı. "Mehpare Sultan, içeri girin geç oldu üşüteceksiniz. Sabah erkenden çıkar gezersiniz. Ha gayret." diyerek kaldırdı oturduğu yerden kadını ve kolundan yavaşça çekiştirerek köşke doğru gitmesini sağladı, hatunlar içeri girdikten sonra Karaca ve askerler dışarıda nöbet beklemeye koyuldular. Efruz'un kanıtları ortaya çıkarmasının üzerinden tam bir hafta geçmişti, Şirin bu harekete sevinse de tavrından zinhar ödün vermemişti hatta geçen gece vakti uyandığında hançerini eline alıp üzerine doğru uzatmıştı lakin vicdanı buna müsaade etmemiş hançeri tekrar yerine bıraktırmıştı. Sonunda ağlayarak uyumak durumunda kalmıştı. Bu olanları Efruz fark edince o da ağlamıştı içine içine. Zor günlerdi onlar için, zaten hiçbir günü kolay olmamıştı. Üzerinden pek vakit geçmemişti olanların, Şirin mesafesini korusa dahi Efruz vazgeçememişti hiç. Sonuna kadar da vazgeçmeyecekti. Anka Köşkü bugün soğuk duvarlara sahipti, içinde de derin bir sessizlik hakimdi. Şirin akşam vakti köşke dönüş yapmıştı, yerde uzanan şahzadeyi görünce ona acıyarak baktı. "Sen de mi meye düştün? Sızıp kalmışsın Asafoğlu." dedi yüzünü ekşiterek. Zira yer sofrasında bir testi duruyordu, içinde de mey olduğu her halükarda belliydi. Sesini işitmedi adam, Şirin de her şeye rağmen vicdan yapıp başına gitti. Ayılmasa dahi yerde yatmasına müsaade etmeyecekti, geceleri saray soğuk oluyordu çünkü. "Kalk hadi." diyerek ayağıyla dürtükledi adamı. Loş ışık pek aydınlatmadığından gidip birkaç mum daha yakıp etrafı aydınlattı. Bu defa adamın yanına eğildi. "Seninle mi uğraşacağım kal madem burada." diyerek elini itekledi. Bu defa bir soğukluk ve tuhaflık hissetti. "Üşümüşsün." dedi ve adama daha da yaklaştı. "Uyansana Asafoğlu." deyip yüzüne koydu elini, teninin daha sıcak olması gerekmez miydi? "Asafoğlu." diyerek sarstı adamı, böylece boynundaki ip izini fark edebildi. Gözleri doldu lakin gözyaşını düşürmedi, başını iki yana salladı. Böyle olmamalıydı, ölümü böyle olamazdı. Başını kalbine koysa da bir ses işitemedi, elini burnuna götürdü lakin nefesini hissedemedi. Titreye titreye doğruldu ve cansız bedene bakakaldı. "Asafo... Efruz." İlk defa onun yanında ona adını söylemişti lakin o bunu işitememişti. "Kim yaptı bunu? Nasıl yaparlar? Nasıl oldu?" Kendi kendine sayıklarken bir gözyaşını serbest bıraktı gözlerinden. Sevmese dahi birinin ölmesini, öldürülmesini zinhar istemezdi. Çok gençti bu adam ve bir tahtın kurbanı olmuştu aynı ağabeyi gibi, onun da cansız bedenini gören ilk kişi Şirin olmuştu. Adamın yüzünü iki eliyle avuçladı. "Keşke seni sevecek birine sevdalanıp sarayından hiç ayrılmasaydın. O vakit hem mutlu olurdun hem de şimdi yaşamış olurdun." dedi boğazındaki yumru ve ardınca damlayan gözyaşları ona rahat vermiyordu. Efruz'un alnına bir buse bıraktı ve yüzünü bir kere daha okşadı. Ona demişti, kalbime hançer saplayan sensin, ölümüm her manada senin elinden olacak demişti. Üzüleceksin Şirin lakin geç olacak her şey için demişti, Şirin çok üzülmüştü ve her şey için artık çok geçti. Adamın boynuna asılı çift kılıçlı arslan damgasını çıkardı ve avuçları arasına aldı ve etrafa baktı, sadece ona baktığından ileride kendi canına kıymış serbazı fark edememişti bile. Kendi kalbine hançer saplayıp işlediği suçun cezasını da kendine vermişti casus. Şahzadenin biraz daha yüzüne bakmasının ardından dışarıya attı kendini. Köşkün önü bomboştu, ne bir serbaz ne de bir kalfa vardı, Asafoğulları casusları birlik edip Efruz'un canına kıymışlardı. İleriden Söğütlü Köşke yürüyen hanzadeyi gördü ve ardından seslendi. "H... Hanzadem." Gözü yaşlı sultanını görür görmez yanına koştu Salih Giray. "Neyiniz var sultanım?" Elindeki damgayı kaldırıp ona gösterdi. "Öldü, öldürmüşler." Salih Giray başını iki yana salladı ve "Şşş. Sakin ol." diyebildi onu teselli edebilmek için ve uzun vakit sonra kollarını ona doladı. Bu ölüm onun bile hoşuna gitmemişti, her şeye rağmen böyle bir ölümü hak etmiyordu. Bu ölüm paşaların ölümüne cevaptı ve siz ne yaparsanız yapın biz hep buradayız demek oluyordu bu. Salih Giray ağalara haber verdi ve içerisini tetkik etmek için bu işin ehli olan kişileri çağırdı, kim yapmıştı bunu belliydi, ölü bedeni oradaydı lakin bunu emreden kimdi o bulunmalıydı. Aynı vakitlerde av köşkünde de derin bir uyku hakimdi, sarayda tütsüsüne ilaç katılıp nefesi zorlandırılan Mehpare buraya gelince de bir tütsü ile uyutulmuştu. Hatta köşkün etrafında nöbet tutan askerler dahi yanlarındaki ateşe konulan ilaç etkisiyle uyuyakalmışlardı, yani köşk her türlü tehlikeye açıktı, içeriye her tehlike girebilirdi. Gözünü ilk aralayan Mehpare oldu. Karnındaki acı sebebiyle uyanması daha kolay olmuştu. Zar zor doğruldu yerinden ve bulanık gözlerini ovuşturdu ardından karnını tuttu. Yatağı kana bulanmıştı ve Mehpare bunun manasını çok iyi biliyordu. "Hayır, hayır." diyerek başını iki yana salladı. Bebeği düşürtülmüş olamazdı, başını başka yana çevirdiğinde yere kan ile Asafoğlu damgasının resmedildiğini gördü. Bunu da yapmışlardı, Asafoğulları üç tahtın vârisini haber alır almaz haftası dolunca canına kıymışlardı. Hanedanlarına mensup iki canı aynı vakitlerde almışlardı. "Buradasın evladım, yok bir şey, yok." deyip elini karnına sardı, fiziki acı ruhsal bir acıya bırakmıştı yerini. İnanmak istememişti, inanması çok zordu. "Kimse yok mu?" diye acıyla seslendi, göz pınarlarından yaşlar akmaya başlamıştı lakin durdurulamazdı. Bir ananın feryadıydı o yaşlar, zinhar duramazdı. Sesi işitip uyanan ilk kişi Karaca olmuştu, içeriye girerken koyun koyuna baygın yatan Gülizar, Mehveş ve Zarife'yi ardında bıraktı ve içeriye girdi. Gözüne ilk çarpan kanlar içinde ağlayan kardeşiydi, hızlıca yanına vardı ve elini omzuna yerleştirdi. "Ne oldu?" Mehpare bebeğim diye sayıklamaya başlayınca hemen hekim kadını bulmaya koyuldu, zaten herkes ayılmaya başladığından o da ayılmış kendine gelmeye çalışıyordu. Hekim kadın odaya girerken peşinden Zarife, Gülizar ve Mehveş de girdiler. Şaşkınlıkları yüzlerinden belliydi, düşüktü bu ve bilerek yaptırılmış bir düşüktü. "Müsaade edin." dedi kadın kapıya dizilenlere bakarak, muayene edecek ve annede bir sorun var mı onu tetkik edecekti. Odada yalnızken gereken tahkikatı yaparken saraya çoktan haber gitmişti, mesafe çok fazla yoktu, kısa vakitte Bayezid burada olabilirdi. Ki öyle de oldu, tahkikat bitmeden Bayezid köşke varmıştı ve haber beklemeye koyulmuştu. Endişe içindeydi zira az evvel bir ölüm haberi almış ve o meseleye bakamadan buraya gelmek durumunda kalmıştı, evladından imtihan ediliyordu yine lakin ona düşük haberi verilmemişti. Daha fazla dayanamayıp bir başına içeriye daldı ve kapıyı üzerine kapadı. Hekim kadın son tahkikatı da yaptıktan sonra gözü yaşlı anneye baktı ve başını iki yana salladı güçlükle. Bayezid kanlar içinde yatan hatununu görünce çok endişe etti ve bunun manasını anladı, evladını yitirmişti bir defa daha. Gözlerindeki yaşı tuttu ve hatununu kollarının arasına aldı. "Andım olsun bunu size yapanı bulacağım. Andım olsun kellesini saray kapısına astıracağım." dedi acıyla. Bedenlerini ayırdıktan sonra gözlerindeki yaşı sildi ve konuşmayı bekleyen hekime döndü çünkü hekim boğazını temizleyerek bir şey demek istediğini belirtmişti. "Bu kadar kanın sebebi sadece düşük değildir hünkârım, sultanımızı bir daha gebe kalamaz hâle getirmişler." Bu yaşananlar Mirzaoğulları'na bir ihtardı. Biz hâlâ buradayız, elimiz kolumuz da her yere yeter demekti bu. Alınan iki can vardı ve biri daha hiç doğmamıştı. ♟️ Şu an kalbim üzgün ballı lokumum renkli kıyafetlim Efruz'um öldü yetmezmiş gibi aynı vakitte bebeğimiz de öldü ve bir daha asla doğmamak üzere. Asafoğulları sizi tek tek asacağım Asafoğulları! ÇOK FAZLA ŞEY YAZMAK İSTEMİYORUM ÇÜNKÜ KIRGIN, ÜZGÜN HİSSETTİM BÖLÜM SONUNDA (SANKİ BEN YAZMIYORMUŞUM GİBİ) Mehpare'nin annelik heyecanı ve acı kaybı hakkında düşünceleriniz neler? Şirin'in son sahnesi için neler hissettiniz, il defa adını söyleyişi ve sonsuz ayrılışı... Casuslar ve yakalanmaları hakkında düşünceleriniz? Bir sonraki bölüme kadar hoşça kalın, çok üzülmeyin olur mu? |
0% |