Yeni Üyelik
26.
Bölüm

26. "Tütsü"

@rubamsalepe

Ülkemizi sarsan ve hepimizi kedere boğan Kahramanmaraş depreminde ölenlere Allah'tan rahmet, yaralılara da şifalar diliyorum. Unutmayalım ki deprem değil bina ve ihmal öldürür. Söyleyecek çok sözüm olsa da kelimelerimin yetersiz kalacağı için öyle acıları bir daha yaşamamak dileğiyle diyorum. Başımız sağ olsun. Hep beraber güzel ve güçlü günlere...

°•°•°

Kâbus gecenin üzerinden bir hafta geçmişti sadece. Alınan soluk ciğerlere gitmiyordu öyle acı veriyordu hayat. Evlat acısı... Bir daha evladının olamayacağını bilmek... Bir hafta doğru düzgün kimseyle konuşmamıştı Mehpare, yıkılmıştı. Öyle bir yıkılmıştı ki daha önce ne anasını ne de babasını kaybettiğinde böyle olmuştu. Her vakit ayağa kalkmayı bilmişti lakin şimdi kolunu kaldırmaya dahi derman bulamıyordu. Bayezid geldikçe ona sarılıyor, ağlayıp susuyordu. Kendine gelememişti daha, ayağa kalkması gerektiğini de idrak edememişti.

"Sultanım bir şeyler yiyin." sözünü dahi işitmemişti. Mehveş daha arkadaşça yaklaşıyordu, Zarife denese de başaramamıştı şimdi de Mehveş denemişti. "Sultanım." diyerek koluna dokundu bu defa. Mehpare can havliyle ona döndü sanki başka bir şey olmuş gibiydi. Korkmuştu birden bire. Kolay değildi hiçbir şey, rüyasında bile kaybettiği ve hiç doğmamış evladını görüyordu ve aklına durmaksızın gelen hakikatler vardı. Kana bulanmış bir yatak ve kulakta çınlayan sözler vardı. Zinhar anne olamayacaktı ve evladı öldürülmüştü, koruyamamıştı onu.

Kan çanağına dönmüş gözlerinden tekrar gözyaşları akmaya başladı. Ne sorduğunu anlamak için başıyla küçük bir hamle yaptı. "Hünkarımız eğer yemeğinizi yemezseniz devlet işlerini bırakıp sizinle bizzat alakadar olacağını söyledi." diyerek cariyenin elindeki siniyi gösterdi. Gözyaşlarını elinin tersiyle silip getirin işareti yaptı ve mısır ekmeğinden bir parça koparıp ağzına attı. Ne tuhaftı, Saruhan Sarayı'na ilk geldiğinde de yemişti mısır ekmeğini pek lezzetli gelmişti lakin şimdi yediği ekmeğin hiç tadı tuzu yoktu.

Açlığını giderecek kadar ekmek yedi lakin hiçbir yemeğe dokunmadı. Üzerine de su içip oturduğu yerden dışarıya, gökyüzüne bakmaya devam etti. Gözlerinde hâlâ yaş vardı.

"Çıkın hatunlar, Zarife Hatun sen de müsaade edesin." dedi Mehveş. Yalnız kaldıkları vakit gözünü kararttı ve Mehpare'ye tekrar döndü. "Sultanım ne zamana kadar böyle devam edeceksiniz? Bilirim çok zor şeyler yaşadınız lakin toparlanmak zorunda olduğunuzu bilmez misiniz?"

Bu bir haftada herkes etrafında pervane olmuştu lakin o kendini iyice köşeye çekmişti, susmuştu. Etrafında insanlar olsa dahi yalnızlaştırmıştı kendisini. Valide Sultan gelmişti bir defasında. Evladını kaybetmiş bir anaydı o da, Mehpare'yi en iyi o anlardı. 'Doğurduğum evladım öldükten hemen sonra dimdik durup doğurmadığım oğlumu tahta çıkardım ben, hiç yıkıldığımı gördün mü kızım? Hiç kimseye göstermedim sadece geceleri bir başımayken yüzleştim hakikatlerle.' Ama Mehpare o kadar güçlü olamamıştı, hiç beklemediği anda beklemediği bir darbe yemişti ve darmaduman olmuştu.

Mehveş'e döndü lakin sesini çıkarmadı. Boş ve kıpkırmızı gözlerle ona baktı. "Kendinize gelin artık!" dedi mevkiisini bir kenara bıraktı. Yaptığı esasen yanlıştı ancak ceza dahi alsa karar verdi bugün kendine gelecekti bu kadın. Mehpare kıpırdamadı yeniden, manasız bakıyordu.

"Evladınızın intikamını almayacak mısınız? İşler tazeyken neden tahkikata dahil olmazsınız? İşittim ben, Saruhan'da kendinizi nasıl akladığınızı, nasıl iz sürdüğünüzü işittim. Evladınızın peşine düşmeyecek misiniz? Sizi tütsülerle hasta edip av köşküne yolladılar bu daireye girenleri bizzat sorguya çekmeyecek misiniz?" dedi. Mehpare yine ifadesizdi ve kan ağlayan gözlerle ona bakıyordu. Bakıyordu lakin gördüğü yoktu.

"Sultanım?" diyerek sarstı kadını lakin yine bir netice alamayınca sert bir kötek indirdi yanağına. Yaptığı şeyin cezası ölümdü belki lakin bunu yapmasaydı bu kadın kederden ölecekti, kendine gelmek zorundaydı. Düşmanlarının yapmak istediği zaten buydu, dik durup hesap sormak zorundaydı.

Bu sert kötek Mehpare'yi biraz kendine getirdi, manasızca bakmıyordu artık. Zihnini kullanabilecek hâle gelmişti. Kanlı gözleri nedimesinin gözüne dikti. "Koruyamadım." dedi, uzun vakittir ilk defa ağzından akla yatan sözler çıkmıştı. "Ben evladımı koruyamadım, aldılar onu benden." diye ekledi ve elini karnına götürdü. "Şşş." Kollarına sardı acılı kadını, bağrına bastı. Bir tokat onu kendine getirmişti dilini çözmüştü, bir sarılma da ona bir nebze olsun iyi hissettirecekti.

"Bayezid'in yüzüne nasıl bakarım, ona bir evlat dahi veremeyeceksem bana neden sultan derler?" Sözlerinde acıdan başka bir şey yoktu. Mehveş Hatun geri çekilip yanına oturdu ve ellerini avuçladı. "Siz çok güçlüsünüz, unvanınız da soyunuzdan gelir. Bir Erguvan Prensesi bir Asafoğlu Begümüsünüz, bizde buna Sultan denir. İlle de evlat doğurmanıza lüzum yoktur. Ve dediğim gibi siz çok güçlüsünüz bir tahta geçmeyi akla koyacak kadar güçlü, imdi de hünkarınızın tahtını koruyacaksınız. Evladınızın intikamını alıp dimdik duracaksınız ki düşman yenilsin. Sizin gözünüzden akan her gözyaşı onların işine gelir."

Mehpare gözyaşlarını sildi ve işaret parmağını yüreğine götürdü. "Öyle acır ki, eminim ölsem bu kadar canım yanmazdı. Bundan sebep bana değil ona kıydılar, bir evladın doğma ihtimaline dahi mâni oldular." Bayezid buna nasıl dayanmıştı? Bir değil ikinciye kaybetmişti doğmamış evladını. O acı geçmiyordu lakin insan alışıyordu acılarına. Gün içinde unutuyordu insan lakin başını yastığa koyduğu an acılar kendini hatırlatıyordu. Aynı Esma Valide Sultan gibi yapmıştı Bayezid de, susmak zorunda olduğu için susmuş ve güçlü kalmıştı lakin Mehpare dayanamamış yıkılmıştı.

"Ben onun küçük ayaklarına çorap dahi örmüştüm." dedi ve kemerine sıkıştırdığı çorapları eline aldı. "Ona bunları giydirirken o mis ayaklarını öpecektim. O da gülecekti bana, belki de bana çeker gıdıklanırdı." Burukça gülümsedi ve asla alamayacağı kokuyu almaya çalıştı o patiklerden. "Asafoğulları canımı aldı benim, onları bozguna uğratmadan durmayacağım." dedi ve kaşlarını çattı.

Patikleri kemerine sıkıştırıp tekrar gözlerini sildi. "Bilmem gereken bir şey oldu mu?" İlk defa yapması gerekeni yapıp ayağı kalkmaya yeltenmişti, Mehveş başarmış, onu kendine getirmişti. "Sizinle aynı vakitlerde Şahzade Efruz'un canına da kıymışlar. Yapan ağa da kendi canına kıymış daha ileriye gidilemedi, mesele kapandı."

Kendi acısının üzerine bir de Efruz'a üzüldü. Onu sevmemişti, Şirin'in en büyük derdiydi o ama böyle ölmeyi hak etmemişti. Hükümdar evlatları savaşlarda ölmek isterlerdi lakin herkese bu nasip olmazdı. Şahzade korkarak can vermişti sarayın bir köşesinde ve ardında ağlayan kimseyi bırakmamıştı bir tek Şirin de böyle olmasını istemeyip üzülmüştü. "Hak etmedi." dedi ve ardından başını iki yana salladı. "Hak etmedik."

Mehveş, Mehpare'nin giyinip kendine çeki düzen vermesine yardım etti. Yüzü hâlâ bitik dursa da ölümü ifade eden kırmızı kaftan giymesi onu güçlü göstermişti. Herkese meydan okumaktı bu, bu saraya ölüm gelecek demekti. Ölümü size ben vereceğim demekti.

Çok geçmeden içeriye Zarife girdi ve şaşkınlığını gizleyemedi. "Sultanım, siz..." Mehpare ona cevap manasında gözlerini kırpıştırdı. Zarife, vaziyeti hakkında bir şey diyemedi lakin diyeceği bir şey vardı.

"Cariyelere emrettiğiniz bir husus vardı, kendinizde değildiniz lakin yine de size demek istedim. Madem şimdi kendinize geldiniz o halde söyleyebilirim." diyerek yanına yanaştı kadının. Dayanamayıp sarıldı. "İyi olmasam dahi kendimdeyim. Söyle Zarife." dedi kollarından ayrılıp. "Rabbimin hikmeti işte, Nihal Hatun uyanmış. Evvela size haber ettik kimse duymadan."

Bu çok büyük bir adımdı, kendi evladının derdindeyken belki de onun evladının katilini bulabilirdi. Bir kanıt varsa onaydı. Eğer ki tahmini gibi Şayeste Sultan değilse zehir meselesindeki kişi bir başkasıydı, o başkası da Mehpare'yi evladından koparanlarla bağlantılıydı. Hanedanın iki evladının da katilinin bulunması Nihal Hatun'un iki dudağının arasından çıkacaklarla mümkün olacaktı.

Hızlı adımlarla dairesinden çıkıp Nihal Hatun'un bulunduğu küçük odaya gitti. Giderken ona rastlayan herkes tedirgin olmuştu zira gözleri kan çanağı gibi olan bu kadının bir haftadır ölü olduğunu, şimdi de dirilip ölümü temsil eden kırmızı kaftanla aceleyle yürüdüğünü görmüşlerdi. İntikam alınacağı haberini hiç konuşmadan herkese vermiş oldu sadece yürüyerek.

Kapıyı aralayıp içeri girdi. Aylar önce bebeğini kaybetmiş kadını gördü, karnına kollarını sarmış ağlıyordu. Sırtı yastıklara yaslıydı. Çok iyi vaziyette değildi, uyanmıştı lakin kollarını oynatabilmiş ve sadece sırtını yaslayabilmişti yardımlarla. Daha açılacaktı, yürüyebilmesi vakit alacaktı lakin uyanmıştı artık.

Kapıdaki Mehpare'yi görünce boynuyla selam verdi ve başını bir daha kaldırmadı, ağlamaya devam etti. Bu defa da Mehpare ağlamaya başladı. Nereden bilebilirdi ki daha evvel başına gelip sözler verdiği bu kadınla aynı kaderi paylaşacağını? "Tekmelerini hissediyordum, döndüğünü... Aldılar onu benden." Bu sözleri az evvel kendi de söylemişti. Döşeğinin yanındaki boşluğa çöktü çaresizce, gözlerini sıkıca yumdu. İkisinin de fiziki yaraları iyileşmekteydi lakin yürek yaraları geçmeyecekti.

"Ben hiç hissedemeden aldılar onu benden. Seni benden iyi kimse anlayamaz." Nihal Hatun başını ona çevirdi ve gözleri şişmiş, kan çanağı gibi olan bitik kadına, dik durmaya çabalayan bu bitik kadına baktı. "Bir hafta evvel oyun kurup düşürdüler, gebe kalma ihtimalim dahi yoktur artık." deyip başını iki yana salladı. "Desenize ikimizin de cihanını yıktılar." Kızaran gözlerle sardılar birbirlerini. Ne ikisi ne de doğmayan evlatları bunu hak etmişti. "Nefes alamam ben, keşke hiç uyanmasaydım. Onsuz bir hayata gözümü keşke açamasaydım."

Mehpare de ondan farksızdı o karın ağrısı ile uyandığı gece keşke hiç uyanamasaydı, öyle olmasını dilerdi. "O gün..." diyerek zehirlendiği güne döndü. "O gün seni zehirleyeni gördün mü?" Kaşlarını çattı Nihal Hatun, hatırlamaya çalıştı ve başını iki yana salladı. "Şayeste Sultan'ın kalfası mıydı?" diye sordu bu defa da. Az evvel görmediğini söylese de belki bildiği bir şey olabilirdi. "O olması mümkün değildir zira aramızda pek özel bir bağ vardır, kan kardeşimdir. Her zor vakitte yanımdaydı, beraber büyüdük." Öldüğünü söylemedi, daha Bayezid'in padişahlığından dahi habersizdi muhtemelen. Her şeyi birden bilmesi zor gelebilirdi ona, zaten çok kötü haldeydi.

Neden onu suçladınız diye sormak da aklına gelmedi, aklı yerinde değildi pek. Mahpare de berbattı lakin düşünebiliyordu artık, sorgulayabiliyordu. "Aklına takılan hiç bir şey oldu mu? Görüp umursamadığın bir şey..."

Hafızasını yokladı genç kadın biraz zorladı kendini ve gün içinde neler yaşadığını, o gün diğer günlerden farklı bir şey olup olmadığını hatırlamaya çalıştı. "Tütsü." deyiverdi. Mehpare'yi hasta eden de tütsüydü. "Her zamankinden başka tütsü yanıyordu sonra ağırlık çöktü üzerime. Sonrası yok." İki meselede de tütsü vardı, demek ki Nihal Hatun ve Şayeste Sultan'ı zehirleyenler ne Şayeste'ydi ne de kalfasıydı.

Hem Mehpare'ye iftira atmak hem de bir taht vârisinden kurtulmak istemişlerdi, eğer ki Mehpare kendini aklarsa bu defa zehir dozu az olup ölüm tehlikesi olmayan Şayeste'ye suç kalabilecek böylece yine casus kendini gizleyecekti. Gizlemişti de, hatta Mehpare kendini akladığı vakit Şayeste'nin kalfasını öldürüp tüm suçu ona bırakmıştı. Nihal Hatun da uyanmadığından bir daha o meselelerle uğraşmamıştı lakin işte şimdi uyanmış ve ikisinin de bebeklerinin katilinin aynı olduğunu kanıtlamıştı.

"Tütsü ile hasta edilip av köşküne yollandım ve tütsü ile uyutulup bu hâle geldim. Evlatlarımızın katili aynı kişidir ve elini kolunu sallaya sallaya içimizde, haremde bir yerlerde dolaşır." dedi yüzünü buruşturarak. "Uyanacağını hesaba katmadı. Hem evlatlarımızın kanına girdi hem de muhtemelen aynı kişiden alınan emirle şahzadenin canına kıyıldı."

"Şahzade?" dedi en takılmaması gereken yere takılarak. "Sen uykuya dalalı aylar oldu ve çok şey değişti." Şehzade Orhan tahta geçti sonra Kâsım Han'ı boğdurdu, Şirin Sultan'ı zorla Asafoğlu Şahzadesi Efruz ile nikahladı sonra Bayezid tahta geçti, Şehzade Savcı Saruhan sancağına gitti. Şehzade Osman kayıp, Şehzade Cihangir ile İsmihan Sultan nikahlandı. Şehzade Murat konuşamaz oldu, Ceylan Hatun da gebedir. Diyemedi tabii ki bunları, hepsini birden öğrenmek ona iyi gelmeyebilirdi.

"Öğrenirsin acele etme, şimdi bilmen gereken tek mühim şey Şehzade Bayezid'in tahta çıktığıdır." Nihal Hatun şaşkınca baktı, mutlu olmaya dahi hâli yoktu lakin yine de sevinmişti, tabii bu halde ne kadar sevinebilecekse.

Nihal Hatun hiçbir şey diyemedi. Yorgun hissediyordu iki hatun da, kalpleri yaralı bedenleri yorgundu. Baktı olacak gibi değil biraz dinlenmeleri için yanından ayrılmaya karar verdi.

Mehveş Hatun da aynı vakitlerde Arz odasının önünde dolanıyordu. Divanlara Sadrazam vekillik ediyordu bir vakittir. Böylelikle Bayezid sadece casus meselesiyle alakadar oluyordu, lüzumlu gördüğünde yakın adamlarını ve paşalarını arz odasına çağırıyordu. Yine öyle bir gündü ve Mehveş Hatun havadisleri bizzat iletmek istemişti padişahına.

Kapıya iyice yanaşınca serbazlar tarafından uyarıldı, her ne kadar denese de başaramadı. "Haber de mi etmeyeceksin serbaz? Babamın kim olduğunu bilir misin? Beylerbeyi Fazıl Paşa'dır!"

"Kendisi içeride değildir daha fazla ısrar etmeyin." dedi pos bıyıklı serbaz, öyle iri ve uzundu ki Mehveş konuşurken başını yukarı kaldırmak zorunda kalıyordu. "Tamam hünkârımıza haber verin."

"Münasip değildir, dengin midir ki ayağına çağıracaksın koskoca cihan padişahını? Bittiği vakit görürsün bekleyedur." Mehveş iyice sinirlendi lakin kendini tuttu, devlet erkanının içeride olduğu bir yer önünde rezil olmak istemezdi. Babasını küçük düşürmek hiç istemezdi.

"Tamam o halde dengim birine haber edin. Ben bir bey kızıyım bir bey çağırmak dengimdir diye düşünürüm. Karaca Bey'e haber edin bari." Serbaz iyice bunalmış olacak ki çatık kaşlarla yanındaki serbaz ile içeriye haber yolladı. Çok geçmeden Karaca kapı önünde belirdi, serbazlardan uzak bir yerde bekleyen Mehveş'in yanına gitti.

Esasen onu görmeyi beklemiyordu, ne olabilirdi ki bu kadar acil onu arz odasından çıkarabilecek kadar? İçeride önemli bir mesele istişare ediliyordu, Şehzade Osman'ın Nastia'ya sığındığı haberi gelmişti. Orada büyük ihtimalle Mirzaoğulları'na karşı silahlanacak ve adam toplayacaktı. Bu kadar mühim bir meselenin ortasında dışarıya çağrılmıştı.

"Hayrola neden çağrıldım?" deyip arz odasına doğru baktı, aklı orada kalmıştı. "İnsan evvela hal hatır sorar, hakikaten ruhsuzsunuz." dedi ve kollarını göğsünde birleştirdi. "Zatıâliniz iyi midir? Hayrolsun teşrif etmenizin sebebi nedir?" Sanki sözleri çok değişmişti. Ruhsuz adama doğru baktı, zihni gerçekten farklıydı, bunu idrak etmişti.

"Padişahımıza acil bir haber getirdim lakin ona söylememe müsaade etmediler, aracı olmanızı isterim." Tabii ki olur manasında başını salladı Karaca. "Mehpare Sultan kendine geldi, artık düşünüyor ve konuşuyor. Hatta manalı konuşuyor." dedi burukça gülümseyerek. Karşısındaki adam bahsettiği kadının süt kardeşiydi lakin öz kardeşi gibiydi aralarındaki bağ. Gülümsedi bu defa ruhsuz denilen adam. Onunki de buruktu. "Çok şükür." dedi ve gülümsedi. "Çok şükür. Ben hemen haber edeyim." deyip kadını orada bırakarak birkaç adım attı ardından yüzünü ona dönüp aralarındaki mesafeyi biraz kısalttı. "Nasıl oldu bu iş?"

Mehveş Hatun dudaklarını içeri doğru büzüp bir suçlu gibi ona baktı istemsizce. Karaca başıyla 'Ne oldu?' diyerek yineledi sorusunu. "Benim sayemde sayılır." Karaca daha da meraklanıp iki kaşını havaya kaldırdı ve elini kemerine götürdü, üzerine hakimiyet kurup onu konuşturmaya çalışıyordu. "Nasıl yaptınız?"

"Kellem gider diyemem."

"Kelle korkusu yaşayacak kadar ne ettiniz acep?"

Mehveş başını iki yana salladı, Karaca biraz daha üzerine gitti. "Söylemezseniz niyetinizi bilemem, belki de Mehpare Sultan'ı öldürmek isteyen bir casussunuz."

Mehveş kaşlarını çatıp karşısındaki adama baktı. "Bir tokat atıp kendine getirdim diye casus mu oldum? Casus olaydım canını almaz mıydım imdiye kadar?"

Karaca küçük bir tebessüm etti, hemen ardından ciddiyetine geri döndü. Sinirlenip söylesin diye yapmıştı, başarmıştı da. "Neticeye bakınca iyi etmişsiniz Mehveş Hatun, Allah razı olsun." deyip küçük bir baş selamıyla padişaha habere gitti.

Bayezid istişareye ara verip hemen hatunun yanına vardı. Kırmızı kaftanıyla oturan hatununu kollarına sardı hemen. Gözleri de kıyafetleri gibiydi, kıpkırmızıydı, düzelmesi vakit alacaktı lakin iyi olacaktı, olacaklardı. "İyi misin?" dedi, değildi ikisi de olamazlardı. "Değilim ve bilirim bu acı dinmeyecek lakin alışacağım." Gözleri yine dolu olsa da bu sefer dökmedi incilerini. Bayezid hatununun alnına bir buse kondurdu ve ellerini kavradı.

Mehpare daha fazla devam etmeyecekti böyle, savaşacaktı ve savaşmak için ne lazımsa onu yapacaktı. "Nihal Hatun uyandı Bayezid, konuştuk, ağlaştık. Tahkikatım neticesinde vardığım şu ki yüksek ihtimalle Şayeste Sultan'ın canına kıyan kalfası suçsuzdur. Casuslar üzerine kalmasın diye suçu ona yıktılar sonra da canını aldılar."

Ayrıntı vermediğinden biraz karmaşık gelmişti mesele Bayezid'e. "Bugün ikinci müjdem. Buruk bir mutluluk..." deyip burukça gülümsedi, hep vicdan azabı duyardı o hatunu ve evladını koruyamadığı için. Hiç olmazsa hatun kurtulmuştu. İlk müjdesi de Mehpare'ydi. "Kanıtın nedir peki?"

"Nihal Hatun odasında her zamankinden başka bir tütsü yandığını sonra da halsizleşip günümüze kadar süren o derin uykuya yattığını söyledi. Benim hem hastalanmam hem uyumam için tütsü kullanıldı. Zinhar tesadüf olamaz, ikisini aynı kişi etti ve o vakitler suçu evvela bana sonra kalfaya attı. Vaktiyle suç attığına aynını yaptı o Bayezid. Tütsü Anka Köşkü'nde de vardı, muhtemelen hanzadeye kıyan da oydu."

Bayezid de hak vermişti, dedikleri çok akla yatıyordu. İki evladının da katili aynı kişiydi, yetmezmiş gibi hanzade meselesinde de olma ihtimali vardı. Casus tehlikeliydi ve çok da zekiydi. Eğer ki Nihal Hatun uyanmasaydı tertibi kendini açık etmeyecek kadar iyi işleyecekti lakin şimdi bir ipucu geçmişti ellerine. Onun peşinde gideceklerdi. "Eğer ki iki meselede de aynı kişi fail ise bu kişi yakınınızda olmalı. Odanıza girip çıkabilmeli. İkinize de hizmet etmiş kişileri tetkik ettirip bu meselenin icabına bakacağım. Nihal Hatun'un ayıldığını görünce rehavete kapılıp hata yapabilir." Hanzade için de tütsü kullanılmıştı lakin boğma işini yerde canına kıymış ağa yapmıştı. Ağanın ise emri o casustan aldığını düşünmüşlerdi.

Bahezid'in sözlerine dayanamayıp tuttuğu yaşlardan bir damlasını akıtıverdi lakin yine tuttu kendini, öyle bir tuttu ki çenesi titremeye başladı. "Şşş, müsterih olasın. Andım olsun evlatlarıma kıyanın vücudunu parçalara ayırıp şehrin kapılarına astıracağım. Koruyamadım lakin intikamlarını alacağım."

Mehpare dediğini yapıp gözyaşlarını sildi ve Nihal'i görmesi gerektiğini söyledi. Bayezid çok geçmeden oraya da vardı, kapıyı yavaşça açtı ve uyuyup uyumadığına baktı. Hatun yan yatmış ve yastığı kollarının arasına almıştı, kapı sesini duyunca oraya baktı. "Şehzadem." dediyse de başındaki kavuk ve kaftanına bakınca tahta geçtiğini hatırlayıp "Hünkârım." diyerek düzeltti. Kendisi kalkamıyordu çabalasa da başaramadı. Bayezid anlayıp doğrulmasına yardım etti.

"Nihal Hatun, iyi misin?" hatun başını iki yana salladı ve elini karnına götürdü. "Hissediyordum onu, şimdi yok. Keşke onun yerine ben gitseydim." dedi gözyaşlarını tutmayıp.

"Koruyamadım onu, asıl evlatlarım yerine ben gitmeliydim." Belki ölseydi her şey daha güzel olurdu herkes için, ardından bir iki ağlarlar sonra hayatlarına devam ederlerdi. Taht sonunda Savcı'ya kalır o da kendi yoluna bakardı lakin öyle olmamıştı, taht ona kalmış ve o taht yükü ondan iki evlat almıştı.

"Siz lazımsınız, öyle söylemeyin. Bile isteye vermezdiniz evlatlarınızı." deyip ekledi. Sesi titredi ve yaşlı gözlerle bir umut ona baktı. "Gördünüz mü onu?" Cevabı nasıl duyacak olursa olsun ağlayacaktı, bu değişmeyecekti. Bayezid kadının ellerini avuçladı ve gözlerine bakamadı, yere baktı. Bir anaya evladını anlatacaktı, ölü evladını.

"Gördüm, kendim gömdüm oğlumu."

"Oğlan mıydı?" dudaklarını büzdü ve acıyla yüzünü buruşturdu. "Nasıldı, güzel miydi?" Bayezid de birkaç damla yaş akıttı gözlerinden, bu haftası hep ağlayarak geçmişti. Diğer evladı için nasıl ağladıysa şimdi de bu evladı için ağlıyordu. Birkaç damlayı aşmadı, tuttu kendini. Başını bir başına yastığa koyana kadar güçlü davranmak zorundaydı, anası gibi etmeliydi.

"Sana benzer bembeyaz bir bebekti, saçları vardı biraz. Küçük elleri vardı, yumruk haline getirmişti ellerini. Zayıf da çok tombul da değildi. Pek güzeldi Nihal Hatun." buruk bir gülümsemeyle ona baktı. Hatun daha çok ağladı, ellerini ondan ayırıp tekrar karnına götürdü. Bu defa da Bayezid onu omzuna yasladı.

"Ben yaşayamam artık böyle, sizden tek istirhamım beni bu saraydan azat etmenizdir." İstemiyordu, evladının canını alan sarayları, hanedanı istemiyordu. O giderse Bayezid bir şey kaybetmeyecekti lakin hatun belki huzur bulabilirdi. Nefret etmiyordu ondan lakin korkusu ona hizmet etmeye devam ederse yine aynısı olabilirdi. İstemedi.

Bayezid geri çekilip hatuna baktı. "Olur mu öyle şey hiç, senin yerin burasıdır." Saray kaideleri böyleydi lakin Bayezid isterse gerçekten onu azat edebilirdi hatta biriyle nikahlayabilirdi. Şimdiyse bir kez koruyamadığından bir kez daha aynısı olur da zarar görür diye korkuyordu adam. Başını iki yana salladı.

Sözlerine devam edecekken kapı çalındı ve içeriye Gülizar Kalfa girdi. "Hünkârım acil bir mesele vardır, paşalar acilen divanda görüşmek isterler ağalar ile haber yolladılar."

"Hemen gelirim." deyip Nihal Hatun'a döndü ve şakaklarına küçük bir buse bıraktı. "Gelirim yine daha sonra etraflıca konuşuruz."

Divan odasında tüm paşalar toplanmış, meselenin ehemmiyeti açısından Şehzade Cihangir, Sansar, Karaca ve Salih Giray da divanda yer almıştı. Bayezid de çok geçmeden geldi.

Divan çoktan başlamış, paşalara mesele açılmıştı. Şimdi de padişaha açılacaktı. "Anlatın sadrazam paşam." Sadrazam Beşiri Yusuf Paşa başıyla selam verip bir adım öne çıktı. "Şehzade Osman meselesini konuşurduk, bunca olayın üstüne durmaz yumruk indirmek isteyebilir demiştik. Osman emriyle mi casuslar emriyle mi bilmem lakin bu yumruğu indirmek isteyip ayaklanan ahali ve serbazlar vardır, birkaç orta birlik olup ahali arasında saraya yürümektedir. Ortaların bir kısmı garp sınırımızda çıkan isyanlara doğru yola çıkmıştı şimdi burada kalan ortaların bazıları da saraya karşı ayaklanmış vaziyette. Serbazbaşı Ağası isyanları bastırmak için Hüseyin Paşa ile gitmişti, ahali zarar görmesin diye diğer serbazlar da müdahale edememekte. Müdahale ederlerse ahali zarar görebilir, niyetleri sizi tahtınızdan etmek hünkârım."

Daha kötüsü olamaz herhalde dedikçe daha bedbaht vaziyete düşüyorlardı, casuslar, ölümler derken şimdi de isyancılar çıkmıştı ve bu isyancıları Osman kışkırttıysa bile onlara destek olmak isteyen Asafoğlu casusları da aralarına girmişti. Eğer bu isyancılar yok edilirse askerler içinde casus kalmayacaktı. Bu ya büyük bir mağlubiyet ya da zafer getirecekti.

"Tahminen üzerimize yürüyen kaç kişi vardır Kemankeş Dilaver Paşa?"

"Üç bin kadar hünkârım. İsyancılar içindeki serbazlar diğerlerine fark ettirmeyip yola çıkmışlar saraya yüz arşın mesafedeler, gelmeleri çok sürmez. Haberi alan serbazlar isyancıların peşine gelene kadar onlar saraya varmış olurlar."

Bayezid tez karar vermeliydi lakin doğru da olmalıydı bu karar. Eğer ki yanılırsa herkesin canı yanardı. Saraydaki bostancıları sarayın önüne dizip bir kalkan oluşturacaktı, nöbetçiler de iç kısmı korur en son halka olan haremi ağalar korurdu lakin saray dışı bir muharebe ahaliye, saray içindeki de tüm devlete zarar verirdi. Serbazlar isyancılara saldıramazdı, ahali de ölürdü.

"Haberci yolladınız mı, ne dediler?"

"İsyancılar tahttan çekilmenizi isterler." Beylerbeyi Fazıl Paşa bunu söylerken çekinmişti, çaresiz kalmışlardı, tehlike gerçekten de kapıya dayanmıştı.

"Bostancıbaşına haber edin sarayı koruma altına alsın, Sansar derhal ilet." Sansar hemen vazifesini yerine getirip geri döndü, hareme giremezdi lakin harem dışı da padişah emri olmadan yanından ayrılamazdı. Silahtarıydı, kılıcını taşıyan oydu.

Elini belindeki hançere götürdü ve sıkıca kavradı. Kaşları çatık ve düşünceliydi. Başını Cihangir'e çevirdi, göz göze gelmişlerdi. Cihangir artık damat olduğundan öne sürülmezdi, Osman da burada olmadığına göre tahta Orhan çıkarılacaktı.

"Hünkârım kapıya dayandılar, kendi isteğinizle inmenizi aksi takdirde sarayı başınıza yıkacaklarını söylediler. Sizden ikindiye kadar haber bekleyeceklermiş, bu da çok az vaktimiz var demektir. Müsaade edin hepsini saray surlarından ok ve tüfenkler ile imha edelim, etrafını da serbazlar sarar kıstırmış oluruz." Kaptanıderya her zamanki gibi güçle çözmek istiyordu meseleyi ama pek mümkün değildi bu zira güç karşı tarafın yarısı kadardı.

"Olmaz paşam, ahali zarar görürse ne ederiz? Kışkırtıldılar diye serbazları çıkınca kalan o binlerce kişinin kanına mı bulayayım elimi?"

Bayezid bu defa hacegâna döndü. "Lala Mustafa Efendi siz ne düşünürsünüz?" Esasen Bayezid bir çözüm bulmuştu lakin evvela hızlıca akıl almak istemişti, belki daha iyi bir fikir gelebilirdi. Mustafa Efendi Cihangir'e kısa bir bakış attıktan sonra Bayezid'e döndü. "Şehzade Orhan var olduğu sürece isyanlar devamlı vuku bulacaktır, bence Şeyhülislam efendiden fetva alma vaktiniz gelmiştir."

Bayezid'in de aklından geçen buydu lakin gönlünden geçen ve duymak istediği bu değildi. Salih Giray ve Karaca'ya döndü ve başıyla konuşmaları için işaret etti. "Eğer hanlığım için tehdit olsaydım benim de canım alınırdı, binlerce kişi ölmesin diye bir kişinin canına kıymayı münasip görürüm." Salih Giray'ı Karaca da tasdikledi ve bir ekleme yapmadı.

Sıra en zor isme gelmişti, yeğenine döndü ve hüzünle baktı ona. "Devlet var olduğu sürece anadan da babadan da yardan da geçilir hünkârım, esas olan..." dedi ve yutkundu. "Esas olan devlettir, biz değil." Hüzünle başını öne eğdi ve bir daha amcasına bakamadı.

"Şeyhülislam Efendi, meseleyi göz önünde bulundurursak ağabeyimi katletmek caiz midir?" Başka çare yoktu, herkesin yaşaması için onun ölmesi gerekiyordu. Ne kadar düşündülerse de başka çözüm bulamadılar ve Şeyhülislam fetvasını vermek durumunda kaldı. "Caizdir." diye hükmü verdi ve kâğıt kaleme döktü hızlıca, fetvayı yazılı hâle getirdi.

Bayezid ailesini bir bir kaybediyordu, birinin canına da kendisi kıymak zorundaydı. Canı acımıştı yine, canından can gidecekti. Bayezid için ölüm emri verse dahi yine de kardeşiydi, üzülmüştü. Hırslı bir çocuktu Orhan yıllar evvel. Dövüşte tüm kardeşlerini geçerdi, aklı da keskindi. Hırslıydı ve bazen de düşüncesizdi. Bunlara rağmen ağabeyiydi ve sevgi besliyordu Bayezid, kızsa da suç işlese de.

Herkes divan odasında Bayezid ile Cihangir'i yalnız bıraktı, Bayezid de ayağı kalkıp yeğeninin yanına kadar gitti. "Oğlum." dedi, hem yeğeniydi hem damadı ama onu damat gibi değil de oğul gibi görüyordu. "Eğer ki yapmak zorunda olmayaydım bu acıyı ikimize de yaşatmazdım, hele bu vakitte hiç yapmazdım lakin..."

"Hünkar baba." dedi ilk defa, amca hitabından öteye gitmemişti hiç, bu bir ilkti. "Benim de canım yanar lakin devlet sizden dahi önce gelir. Size kırgınlığım ve kızgınlığım yoktur, vedalaşıp helallik almış idim. Bir kez daha görürsem bu defa dayanamam, ben görmeye kalkmadan saray da başımıza yıkılmadan bitirin." dedi başını öne eğerek. Bayezid başını aşağı yukarı yavaşça sallayıp omuzuna iki kere vurdu ve yanından ayrıldı.

Hapsedildiği yerin önündeydi, örülen duvar yıkılmış kapı açılmıştı. İçeriye onca vakit sonra bu kadar çok ışık ve hava girmişti. Orhan derin bir soluk çekip gökyüzüne baktı, maviydi bugün bulutsuz bir maviydi. "Kardeşim." dedi merakla. "Ne danışacaksın yine?" Bayezid derin bir nefes alıp yanına gitti ve oturdu.

"Hiç sevdin mi beni ağabey?" Yüzü ciddileşti adamın. "Sevmem mi?" dedi. Sevmişti lakin hırsları her şeyin önünde geliyordu. "Peki ya neden Afşin Kale'de canıma kıymak istedin?"

"Tahtım için engeldin ölmen yaşamandan daha faydalıydı." dedi, sesi soğuk lakin sözleri kendince samimiydi. Sevgi anlayışı böyleydi. "O halde aynı şey benim için geçerli olsa bana bir şey deme hakkın olmaz değil mi?"

Orhan olan biteni çoktan idrak etmişti lakin Bayezid'in söylemesini istedi. "Olmaz lakin bunu duyduktan sonra sana zarar verme ihtimalimi düşünmez misin de dibimde oturursun?" dedi yanına dönerek. Aralarında iki karış ya var ya yoktu, dip dibelerdi.

"Kanın dökülsün istemezsin, bana saldırırsam şu ağalar ânında hançeri yollarlar." Orhan gülümseyip başını salladı sonra yüzünü düşürdü. "Bu savaş bitmeyecek Bayezid, ben olmazsam o taht oğlum Osman'a yar olacak göreceksin. Taht benim kanıma kalacak." deyip ayaklandı. "Ağabey!"

Sesini yükseltti Orhan, üzerine doğru yürümeye başladı Bayezid de ayaktaydı. "Hakkım sana helal olsun." dedi Bayezid. "Benimki de helal olsun ama oğlum tahtından edecek seni, buluşacağız kardeşim." diyerek sesini yükseltti. Hem hakkını helal edip hem de tahta kendi oğlunun geçeceğini Bayezid'in kaybedeceğini söylüyordu, bu dört duvar arasında sıkışıp kala kala aklını yitirmişti iyice. "Ağabey!"

"Göreceksin, hatırına getir bugünü. Bak gözüme." dediği sırada cellatlar içeriye daldı. Orhan'ın kollarından tutup boynuna ince yay kirişi geçirildi. Bayezid arkasını döndü ve kapıya kadar ilerledi, bakamadı. Gözlerindeki yaşı her bir boğuk söz için bıraktı. "Göreceksin, hanedan soyumdan yürüyecek. Ka... za... naa... cağ..." Ses birden kesildi, Bayezid yanından geçip giden cellatları gördü lakin ardına dönemedi.

"Ağabey, keşke böyle olmayaydı. Şu tahtın yükü her bir kardeşe ağır geldi." dedi gözyaşını elinin tersiyle silerek. Alemşah taht yoluna engel diye öldürülmüş, Kasım tahttan indirilip öldürülmüş, Orhan da tahta geçme ihtimali yüzünüzden öldürülmüştü, Şirin zorla biriyle evlendirilmişti. Kardeşler arasında sadece Fahriye Sultan zorluk çekmemişti, tek meselesi hasret çekmesiydi.

Ne zor bir gündü, gözyaşı eksik olmamıştı gözünden. Her güne ölüm sığmıştı, peki bu yürek göğse sığabilecek miydi kederden? Başını yavaşça ardına çevirdi ve dayanamayıp yere yığılan ağabeyinin başucuna çömdü. Alnını alnına dayadı ve ağlamaya başladı. "Affet Allah'ım, yüreğimdeki acıyı da sök al zira ben artık dayanamam."
Ellerinin arasına aldı elini, öpüp alnına götürdü. "Huzur bul gittiğin yerde, bana huzur haram oldu bari sen huzur bul."

♟️

Acıklı bir bölümün daha sonuna geldik, ben bu bölümü yazarken çok hissettim gözyaşı da döktüm umarım sizlere geçmiştir.

Tütsü sayesinde iki mesele birden çözülecek gibi, sizce haremdeki casusu bulabilecekler mi?

Mehpare'nin acıdan yıkılması beni çok yıktı... Peki ya Mehveş'in onu tokatlayıp ayıltması?😄 Karaca'ya anlattığı sahnede güldüm bari orada gülelim dedim bu bölüm.

Nihal Hatun uyudu uyudu tam vaktinde uyandı, aferin kız zekiymişsin de bir ipucu verebildin ama hatuna da yazık yıllarca komada yatan Kenan Işık gibi birdenbire şok olacak ülkede neler olup bittiğini duyunca. Garibim gitmek istiyor o da.

Peki Orhan'ın ölümü... Cihangir'in olgun davranıp dik durmaya çalışması, Bayezid'in dayanamayıp yıkılışı...

Şu ayrıntıyı da vermek isterim. Kasım- Orhan- Bayezid üçlüsü aslında tarihten ilham alınarak yazıldı. Kasım 3. Selim gibi nahifti, sonra onu 4. Mustafa tahttan indirdi o da Orhan gibiydi. Mustafa Selim'i bir odaya hapsetti daha sonra onu öldürttü. Cellatları o sırada 2. Mahmut'a da yolladı ama Mahmut sarayın çatısına çıkıp kaçmıştı. Bu da Şehzade Murat'ın çatı olayına uyarlandı. Sonra 2. Mahmut tahta çıkıp Mustafa'yı Selim'i hapsettiği odaya hapsetti, bir isyan çıkınca da öldürdü. 2. Mahmut da burada Bayezid'di. Bu olayları kitabıma uyarlamak beni mutlu etti siz de bilin istedim, içimde ya da aklımda kalmasın sadece.

Bu arada zehir mevzusu nasıldı diyenlere hatırlatmak için 5. Bölümde başlıyor çözülmesi 6 ve 7'de. Kamu hizmetidir dkdkf

Bu bölümler biraz kasvetli malum hikayede yasımız var ancak fark ettiyseniz olaylar bir yere bağlanıyor ve sonuçlanıyor. Yavaş yavaş sonlara geliyoruz umarım böyle hızlı yazıp çabuk paylaşabilirim. Yorum ve oylarınızı bekliyorum.
Hoşça kalın🥰❤️

Loading...
0%