Yeni Üyelik
27.
Bölüm

27. "Koynumdaki Yılan"

@rubamsalepe

Kara örtülere sarılmış şehzade tabutu saray önüne geldiği vakit isyancı ahali mecburen dağılmıştı zira artık tahta çıkaracakları bir Orhan yoktu. Serbazlar da derhal tespit edilip derdest edilmişlerdi, ordudaki casuslar da böylece tükenmişti. Geriye sadece haremi kalmıştı.

Gözlerinden akması gereken yaşı yüreğine akıttı adam, gülemiyordu birini daha yitirmek zorunda kalmıştı. Lakin sürekli vakit geçmekteydi ve deliller üzerini örtüyordu. Evlatlarının katilini de bulması gerekiyordu. Canı acısa da sesini çıkartamadı, sustu. Kardeşi de ondan farksızdı, her şeye rağmen o da ağabeyini kaybettiğinden dolayı üzgündü. Mutlu değildi, olamazdı. Zaten Efruz da haksız yere öldürülmüştü, içi sıkılıyordu.

Az evvel ettiği duasını bitirip bahçedeki çimlere oturdu. "Ah ağabey, yaktın geçtin hepimizi. Her şey bambaşka olabilirdi." deyip Anka Köşkü'ne döndü, o karanlık günü hatırına getirdi. Yay kirişinin izi geldi aklına, ince ve kıpkırmızı bir izdi. Öldürücüydü. Derin bir iç çekti, keşke böyle olmasaydı dedi içinden. Ona üzüleceğini zinhar düşünmemişti, tekrar önüne döndü. Yanındakini o vakte kadar fark edememişti.

"İyi misin Şirin?" dedi, her zamankinin aksine 'Sultanım' dememişti. "Fark edememişim seni, ne vakit geldin?" sorusunu cevapsız bırakmıştı. "İmdi geldim, iyi misin?" Şirin başını iki yana salladı. "Köşke baktıkça hatırıma ölüsü geliyor, başımı öbür yana çevirsem de ağabeylerimi görüyorum. Bana kötülük eden iki adamın ölümüne bu kadar üzülebileceğimi hiç düşünmezdim."

Salih Giray onu anlıyordu, Efruz'u sevmediğini bilse de üzülecek kadar yüce gönüllüydü Şirin. Hele Orhan, Kasım'ı alıp Bayezid'i de ölüme yollamıştı hatta onu sevmediği birine nikahlamıştı. Buna rağmen ağabeyiydi, küçükken oynadığı, kanatlarının altında korunduğu ağabeyiydi. Üzgündü lakin ağlayacak derman bulamıyordu kendinde.

Ellerini tuttu ve sıcak bir gülümsemeyle gözlerinin içine baktı. "Her şey güzel olacak inan bana, vuslatımız da huzurlu günler de pek yakındır." Şirin başını sallayıp başını omzuna yerleştirdi, kim görmüş ne demiş umurunda değildi. İddeti dolduğu anda zaten nikahlanacaktı, evvelki vakitler gibi yaptı başını omzuna koymuştu bunu bilerek, artık bir başkasına ait değildi. "Özlemişim sultanım."

"Özlemişim hanzadem, çok özlemişim."

Tek teselli veren Salih Giray değildi, biri daha vardı her şeyi işitip hissediyordu lakin bir şey göremiyordu. Cihangir'in gözlerinde yaş olduğunu görmese de hissetmişti, her zaman oturduğu yere gitti İsmihan. Tahmin ettiği gibi Cihangir oradaydı, hemen önüne oturdu ve elleriyle yüzünü yokladı. Cihangir, ağladığını anlamasını istemediğinden kendini çekebildiği kadar geri çekti lakin İsmihan onu buldu. Yüzüne elini yerleştirdiğinde ılık bir ıslaklıkla temas etti, gözyaşı parmaklarının ucundaydı. Sessizce içten içten ağlıyordu Cihangir.

Parmak uçlarıyla gözyaşını sildi zevcinin. "Görmem lakin hissederim, heba ettin kendini şehzadem. Amcam ardından böyle ağladığını görmek istemezdi." Orhan her vakit güçlü evlat istemişti yanında, her vakit Osman'ı yanında da bundan sebep tutmuştu. "Hakkın vardır lakin..."

"Acımız hafifletecek, gün gelecek geçecek. Unutulmayacak lakin geçecek. Ben yanındayım ve bu daima böyle olacak sevdiğim."

Görmeyen gözlerini yumup alnını onun alnına yasladı. "Sen olmasan ne ederim ki zaten? Tek dayanağımsın, ne kardeşten ne babadan yüzüm güldü, sen olmasan dayanamazdım." Gülümsedi içten bir şekilde. Tebessümü gören Cihangir de tebessüm etmeye çalıştı, başaramadı. Biraz geri çekilip başını dizinin üzerine koydu, ıslak gözlerini yumup acılarını unutmaya çalıştı.

Unutmuyordu ki hiçbiri, nasıl unutabilirlerdi? Hiçbir şey yolunda gitmemişti, hep acı yaşanmıştı bu saray içinde, durmuyordu acı da keder de. Kalp acıdan isyan etse de dil sükût etmek mecburiyetindeydi, aksi olamazdı, güçlü olmak isteyen dik durmak zorundaydı.

Bayezid de dimdik durmaya çalışıyordu lakin has odadan dışarı çıkamamıştı, gerçeklerle yüzleşmek onun için pek zordu. Hakikat ölüm olmuştu kendisi için, ailesi için. Her şeyi yoluna koyduğu vakit tahtı devretmeyi geçirdi aklından yine. Bir gün hiçbir dert kalmazsa yapacaktı bunu lakin Savcı'ya dertsiz tasasız bir taht bırakması lazımdı.

Gülizar Kalfa şerbet getirmek için has odaya girdi, masaya bırakıp gidecekken hüzünle oturan padişaha döndü. "Zatıâliniz iyi midir hünkârım?" Bayezid başını iki yana salladı. "O kadar belli eder miyim?" Gülizar onu tasdik etti ve bir bardak şerbet koyup ona uzattı. "Edersiniz, gözleriniz kızarmış lakin teniniz soluk gözükür. Pek yorgun gibisiniz." Bayezid şerbeti alıp bir dikişte bitirdi. "Onca senedir iyi tanımışsın beni, aynen öyleyim, yorgunum, üzgünüm."

"Bu günleriniz geride kalacak, yine huzura ereceksiniz Saruhan'daki gibi olacak her şey, endişe buyurmayın."

"Nasıl olacak o kalfa, onca ölünün üzerine nasıl toprak atarım?" Gülizar Kalfa sesini çıkaramadı, cevabı yoktu. O da biliyordu ha deyince geçmeyecekti hiçbir şey. "Madem cevap veremezsin teselli de etme." diyerek ayağı fırladı adam, duyguları karışıktı. Başka vakitlerde zinhar bunu yapmazdı lakin şimdi öyle olmamıştı. "Affınıza sığınırım, bağışlayın." deyip başını öne eğdi ve yutkundu. "Kaldır başını." dese de kadın ürkekliğinden yapamadı bunu daha da tedirgin oldu, adamın sesi oldukça sertti çünkü. "Başını kaldır dedim." diyerek aralarındaki mesafeyi kapayıp çenesini kaldırdı, gözlerini buluşturdu. "Bağışlayın."

Bayezid sertçe bakış attıktan sonra gözlerini dudaklarına indirdi, tekrar gözlerine baktı. Bakışlarını biraz daha yumuşatıp dudaklarına doğru eğildi ve kısa bir öpücük bıraktı. Gülizar ne olduğunu anlayamadı, şaşkın gözlerini ona dikmekten başka bir şey yapamadı. Yıllardır hizmetindeydi ve ilk defa ona dokunmuştu, şaşkındı.

Elini kaftanının bağlarına götürüp hızlıca çözerken diğer eli de belini kavradı, boynunun biraz aşağısına küçük bir öpücük bıraktı. Ardından omuzlarından tutup yatağına oturttu, kendi de yanına oturdu. Evvelkine nazaran biraz daha uzun bir öpücüğü dudaklarına bırakıp kaftanı üzerinden sıyırdı, sadece beyaz iç elbisesi vardı üzerinde. Yakası oldukça açıktı ve beyaz teni çok dikkat çekiyordu. Kalfanın başlığını da kenara atıp boynuna götürdü başını, kısa kısa öpücükler bırakırken Gülizar'ın nefesi çoktan kesilmişti. Kendini geri çekince Bayezid daha rahat hareketlendi ve hatunu yatağa yatırdı.

Kendi kaftanını da kenara attığı vakit altındaki pantolonuyla kaldı, tekrar dudaklarına eğildi lakin öpmedi. "Teselli edeceksen böyle et." dedi ve ikisinin de soluğu kesilecek kadar uzun bir öpücük bıraktı. Gülizar utangaç bir şekilde gülümserken bacağına dokunan eli hissedince irkilip doğruldu, bu defa üste kendisi çıktı. Elbisesinin eteklerini dizlerine kadar sıyırıp üzerine doğru eğildi. Dudaklarını dudaklarına götüreceği vakit Bayezid de elbiseyi tamamen yok etmek için hamle yaptı lakin bir anda burnunun dibine kadar sokulan hançeri avuçlamak durumunda kaldı.

"Biliyordum." dedi ve gülümsedi, sımsıkı tuttuğu bileklerin sahibi üzerinde şaşkınca ona bakıyordu. Bir hamle ile hatunun sırtını yatağa vurdu ve üste kendisi çıktı. "Yakaladım seni casus." Her şeyi tertip etmişti, iki hatunun odasına rahatlıkla girebilen ve dikkat çekmeyecek kişi Gülizar Kalfa'ydı, Bayezid'in bunu düşünmesi pek de zor olmadı lakin kanıtı yoktu, olmayabilirdi de. Bundan sebep odasına girdiğinde denemek istedi. Eğer casus ise zaten kendisine dokunulmasını istemezdi ve bu kadar yakınken onu ortadan kaldırmak isterdi, Nihal Hatun'un uyanması tertiplerini bozmuştu ve aceleyle kendini aşikar etmişti Gülizar.

"Ben..." devamını getiremedi, izahatı yoktu bunun. "Asafoğlu casusun, koynumda beslediğim yılanmışsın meğer, yanı başımdaymışsın." Gülizar kolunu kıpırdatıp hançerle hamle etmeye kalksa da başaramadı, gücü yetmemişti. "Ben müsaade etmeden hiçbir şey edemezsin." deyip başını iki yana salladı. Avuçlarının arasında sıkıca tuttuğu hançeri alıp yere fırlattı ve kollarını sıkıca tuttu.

"Evlatlarıma kıyan sen miydin söyle?" Sesi çok sertti, bakışları da farksızdı. Gülizar gülümsedi acınacak durumdaydı lakin umursamamıştı vaziyeti. "Neden tuttun ki beni ölecektin işte, o Nihal neden uyandı asıl onu öldürmeliydim." diyerek kaşlarını çattı. Sahiden o yapmıştı. Hatta birçok şeyin arkasında o vardı. Asafoğulları'nın eski bir tertibiydi, her şehzadeye bir casus yollar vaziyeti kolaçan ederdi. Eğer ki şehzade tahta çıkarsa o kişi de güvenilir olarak mevkiisi yükselir padişah yakını olurdu. Bayezid'e yaptıkları da bu olmuştu, taht namzetinin yanına casus diye Gülizar yollanmıştı.

Gülizar sessizdi her vakit ta ki Mehpare gelene kadar. O geldiği vakit üç tahta vâris doğurma ihtimali bile Asafoğulları için bir tehdit olmuştu. Buna mâni olunmalıydı ilk tertip Şayeste Sultan ile gerginlik yaşadığından onlar üzerinden bir işe girişmekti. Bayezid'i de güçsüzleştirmenin yolu Nihal Hatun'dan geçiyordu. Gülizar Kalfa evvela hafif bir zehirle Şayeste'yi, güçlü zehirle de Nihal'i zehirledi. Bir taht vârisinden daha kurtuldu ve Bayezid'i yaraladı. Zarife Mehpare'nin odasını terk ettiği anda tütsüye dökülen zehri Mehpare'nin odasına kanıt olarak koydu. Mehpare'nin kendisini aklayabilme ihtimali vardı bundan sebep bir suçlu daha lazımdı, o da Şayeste olmuştu. Kıskançlığı biliniyordu ve Mehpare değilse bu tertibi az zehirle zehirlenen Şayeste yapmış olabilirdi. Ölen kalfa da buna delildi, suçsuz kalfanın tek yaptığı nakşetmek için lal mürekkebini istemekti, bu açık kapıyı görünce Gülizar da her şeyi kılıfına uydurdu. O tertip sonunda Şayeste'nin kalfasına kalmıştı.

Tütsü ile zehirleme işini Mehpare'ye de yapmıştı, gebeliği Asafoğulları için bir tehditti, aldığı emirle de bir tertip kurdu. Evvela saraydan uzaklaşması lazımdı, tütsüsüne gebelere nefes darlığı verecek bir ilaç koyduğu vakit av köşküne gitmesi emredildi. Bu da yetmezmiş gibi orada da tütsülere ilaçlar koyup herkesi uyuttu, uyumayan daha evvel tedbir alan Gülizar'dı. Kızgın demirle bebeği düşürttü, ardından da Mehpare'nin gebeliğine tamamen mâni oldu.

Aynı vakitlerde yine tütsü yöntemiyle uyutulup boğulan bir Efruz vardı. Onu boğan ağa emri Gülizar'dan almıştı. Daha sonra da kendi canına kıymıştı, öyle bağlıydı Asafoğulları'na. Prenses Sofia Sladjana Petroviç'i de o zehirlemişti, böylece devletler arası nifak çıkacaktı, çıkmıştı da. Bunda da başarılı olmuştu.

Ve şimdi, o kadar yakın olunca öldürmek için en güzel fırsat olurdu bu lakin Bayezid her şeyi tertip etmişti, işlerini bozmuştu. Bekliyordu bunu ve gelen hamleyi derhal bertaraf etti.

Sorgusunda bunları kısaca anlattıktan sonra boğazına yapıştı. "Ben ölü doğan evladımı gömdüm kendi ellerimle, diğerinin varlığına şükredip ardından ağıt yakmam bir oldu. Sen benim canlarımı aldın ya, sen bunları ettin ya seni ne sağ korum ne de ölüne rahat veririm."

Çok geçmeden geri çekildi, Gülizar nefes nefese kalmıştı, elini boğazına götürdü. "Ağalar." diyerek dışarıya seslendi. "Götürün şu kadını derhal yargılansın, biter bitmez bana haber edin." Yatağında yatan, elbisesi dizlerinden yukarı çıkmış yakası da omzuna kadar açılmış nefes almaya çalışan kadına baktı. "Şunun kıyafetlerini de alın çarşafı da değişin. Has odamda onun değdiği hiçbir şeyi istemem." deyip içeriyi işaret etti.

Yerdeki kaftanını üzerine geçirip odasından dışarıya çıktı, divan odasına geçti. İçeriye girmeden gökyüzüne baktı, saray duvarlarının gölgesi üzerine düşüyordu lakin güneş tüm parlaklığıyla gökyüzündeydi, hava açık ve güzeldi aynı sarayın ulaşacağı berraklık gibiydi.

Şimdiden sonra sadece Osman işini halletmek kalmıştı, her casus keşfedilmiş olduğundan devletin tek derdi Osman olacaktı. Nastia civarında ordu topladığı haberi gelmişti, Nastia da son olanlardan sebep Osman'ı destekleyecekti muhtemelen. Desteklememesi için elden ne gelirse o yapılacaktı.

Divan odasındaki yerini alan Bayezid paşalarına baktı. "Paşalarım, ordumdaki casusları bertaraf ettik. Bugün de haremimdeki casusu buldum. Artık tüm gücümüzle Osman için tertip yapmamız gerekir." İhaneti sindirmeye dahi vakti olmamıştı, devlet meselesi beklemezdi. Evladının ve ağabeyinin ölümünün acısını nasıl tuttuysa bu ihaneti de öyle tutacaktı içinde. Kolay değildi, yıllarca yanı başında olan, hizmetinde olup haznedarlığını yapan o kalfanın hain çıkması hiç kolay değildi.

"Derhal elçi yollamamız gerekir zira Nastia ile Şehzade Osman güçlerini birleştirirse mesele daha da kanlı biter. Bu bizim iç meselemiz deyip Osman'ı talep edelim." dedi Sadrazam Beşiri Yusuf Paşa. Dediğinde haklı olsa da bir zehir hadisesi yaşayıp bu saraydan küskün ayrılan Nastia bunu kabul eder miydi ki?

"Hakkınız var paşam da Zehir hadisesi de malumunuz, bizden büyük bir ödün isteyeceklerdir bunun için." Dilaver Paşa haklıydı lakin ne isteyeceklerini bilmelerinin mümkünatı yoktu.

Bayezid başını sallayıp hacegâna döndü. "Siz ne düşünürsünüz Lala Mustafa Efendi?"

"Gecikmeden elçileri yollamalıyız, çıkarlarımıza zarar vermediği müddetçe de isteklerini kabul etmeliyiz."

Bayezid diğer paşa ve beylere döndü. "Başka diyecek sözü olan var mıdır?" Yoktur sesleri yükseldikten sonra kararını açıkladı. "İrademdir, Beylerbeyi Fazıl Paşa Nastia diyarına elçi gitsin. Devlet toprağı, haraç yahut insan istemediği müddetçe ve devletin birliğine zarar vermediği sürece istekleri kabul edile. Vaktimiz dardır Paşa'm, size itimadım tamdır. Tez vakitte yola revan olun, Miloş'un keskin zekası vardır bilhassa oyunlarına dikkat edin." Fazıl Paşa ona uzanan yazılı iradeyi de alıp hızlıca saraydan ayrıldı, divan da çok geçmeden dağıldı.

Yargılama sürüyordu ve sonlarına yaklaşılmıştı. Kadı efendinin huzuruna bilerek çıkmamıştı Bayezid, sinirlerine ve kendi yapacaklarına hakim olmak istemişti, bundan sebep arz odasında bekliyordu kendisi. Silahtarı Sansar da yanı başındaydı, bilediği kılıcını o kalleş boyunda kullanmak için can atıyordu.

Mehpare bu yargı haberini alır almaz ata yadigarı kılıcını kapıp kendini yargılamanın sürdüğü Birun tarafına doğru attı, öyle hızlı gitmişti ki Zarife ve Mehveş onu durduramamış ve peşlerinden koşmuşlardı. Neyse ki sarayda onları böyle gören olmamıştı, delirmiş bir sultan görmek berbat bir şeydi, talih odur ki bu defa görenleri yoktu. Son anda Mehpare'nin ardından önüne geçip set kurmayı başardılar.

"Durun sultanım, bu hiç doğru değil siz de bilirsiniz." Mehpare öfkeyle başını iki yana salladı. "Çekil Zarife Hatun." Bu defa da Mehveş önüne geçti, kollarını iki yana açtı. "Eğer ki geçerseniz beni çiğnemeniz gerekir, cezasını çekerken zaten görürsünüz sizin cezayı kendiniz vermeniz hak mı sanırsınız?"

Mehveş'i de dinlemeyip itekledi lakin kadın tekrar önüne dikildi. "Zarife Hatun hünkârımıza haber edesin, madem biz baş edemeyiz o etsin." Zarife hareketlenince Mehpare fırsattan istifade yanlarından sıyrıldı, tekrar peşlerinden gidecekleri vakit Mehpare'yi durduran Karaca oldu. Bu öfkeli hâli görünce anladı ki tehlike büyüktü, hızlıca kardeşini süzdü ve elinde sıkıca tuttuğu baba yadigârı kılıcını gördü. Eğer elini ona attıysa vaziyet pek ciddiydi, Afşin Kale savaşı dışında hiçbir vakit elinde görmemişti onu, şimdi ise savaştan beter bir şey vardı.

"Hayrola sultanım, nereye baba yadigârıyla?" Mehpare önce eline sonra Karaca'ya baktı. "Her şeyin ardında o Gülizar varmış, cezasını vermeye giderim." Karaca başını sakince iki yana salladı. "Sizce yargılanmadan öldürmek size yaraşır mı? İki tahtın vârisisiniz, bir han bir bey kadar bilginiz vardır. Yaptığınız doğru mudur?"

Mehpare onu dinlemeyip ilerlemeye çalışsa da kolundan tutup mâni oldu Karaca. Mehveş ve Zarife'nin duymayacağı şekilde onu kenara çekti. "Mehpare, Hazreti Ali'yi hatırla. Savaşta onun yüzüne tükürdüğü için öldürmemiş eğer yaparsam nefsim için yapmış olurdum demişti. Nefsin için o haini öldürecek misin? Bırak yargılansın ölümünü de ölüsünün ne hâle geldiğini de izle."

Mehpare az evvelkine rağmen daha sakindi, başıyla onu tasdik etti. Karaca da elini kolundan kılıca doğru indirip ata yadigarı kılıcı aldı. "Hadi dairene git bekle. Bu zor gelirse de bir meşgale bul kendine, hatta bak has bahçeye çık ok talimi yap sana iyi gelir." Karaca rahatlatmıştı onu, bir kez daha başıyla tasdik etti sonra da ardına dönüp ilerlemeye başladı; Zarife hemen yanına gitti, Mehveş ise olduğu yerden kıpırdamadı.

"Siz de gelmeseydiniz baş edemezdik Karaca Bey. İyi ettiniz, tam vaktinde yettiniz." diyerek kılıca baktı. Eğer ki gelmeseydi anca kapıdaki nöbetçiler tutabilirdi onu, o da hadsizler deyip hepsini def edip içeriye dalardı, biliyordu. Onu güçle değil sözle durdurmak lazımdı, Karaca da bunu başarmıştı.

"Onu iyi bilirim, ondan dinledi beni yoksa önünde kim olsa durmazdı dert etmeyin." Sözü bittiği vakit ardını dönecekken diyeceği şeyi hatırladı. "Muhtemelen haberiniz yok söylemeye vakti yoktu çünkü, ben diyeyim babanız Fazıl Paşa'ya vazife verildi, bir süre burada olmaz merak etmeyin."

"Hayrola tehlikeli değil ya?" Karaca başını iki yana salladı. "Telaş edilecek bir mesele yok, validenize havadisi iletin merakta kalmasın." Mehveş onu onaylayıp eliyle dur işareti yaptı. "Hareme haber edip geleyim, derhal eve gidelim."

"Beraber mi?" Mehveş yine mi aynı mevzu diyerek ona baktı dik dik. "Ne zor adamsınız ya, işiniz yoksa eşlik edin işte. Tek mi gideyim? O halde elinizdeki kılıç ile canınız alınabilir bir nedimeyi başıboş bıraktınız diye."

Karaca küçük bir tebessüm etse de abartmadı ve ciddiyetinden ödün vermedi. "Bekliyorum burada, kılıcı da teslim edin." diyerek ona uzattı.

Birkaç saat sonra yargılamaya idam hükmü verilmiş sarayın bahçesine idam kütüğü konmuş ve bu ana şahitlik etmek isteyenler yerini almıştı. Mehpare de harem ahalisiyle orada perde çekilmiş bölümde duruyordu. İçi birazdan rahata erebilirdi.

Kaidelere göre en başta Esma Valide Sultan, Şirin Sultan, Afife Sultan, Mehpare Sultan, Nihal ve Ceylan Hatunlar vardı. İsmihan görmekten yoksun olduğundan gelmemişti. İşin garibi bebeğini kaybetmiş iki ana birbirinin koluna girmiş destek olmaya çalışıyorlardı, dik durmaya çalışıyorlardı. O haini mutlu etmemek için güçlü gibi yapıyorlardı.

"Suçlarını kabul ettin, daha da diyeceğin bir şeyin var mıdır?" Gülizar başını iki yana salladı. Hiçbir pişmanlığı yoktu, sadece tertibi bu kadar erken ortaya çıktığı için mutsuzdu. Belki de Bayezid'i öldürme gafletine düşmek yerine devam etmesine izin vermesi onun için daha iyi olurdu. Gebe kalsaydı belki ölmek zorunda kalmazdı lakin geçti bunlar için. Birkaç yanlışı yüzünden geriye dönüp ah vah çekecek de değildi. "Son bir isteğin var mıdır?" diye soruldu, gülümsedi bu defa. "Devletin darmaduman olmasını dilerim, tez vakitte bitin."

"Senin devlet dediğin benim, dimdik ayaktayım. Ben var oldukça da devletimin de hanedanımın dağılmasına müsaade etmem." Diyerek eliyle cellata işaret etti. Cellat kılıcını ileri geri salladı, sonra da tüm gücünü kullanıp kılıcı boynuna vurdu. Derin bir oh çekti canı acıyanlar lakin içlerindeki kor kolay kolay soğumayacaktı. Bayezid haremdekilerin yanına geçti ve Mehpare ile Nihal'in tam önünde durdu. "Acımız geçmez lakin içiniz soğusun, evlatlarımın kanı yerde kalmadı. Leş parçalarını şehrin dört bir yanına astıracağım." Ardından kardeşinin yanına geçti. "Senin de için rahat etsin, şehzadenin de kanı yerde kalmadı." Kan yerde kalmamış gönüller de rahatlamıştı her ne kadar rahatlayabildiyse tabii ki.

°•°•°
3 Hafta Sonra

Nastia ile görüşmeyi sağ salim bitiren Fazıl Paşa saraya geri dönmüştü. Nastia'yı Osman'ın sınıra gitmesini engellemesi için ikna etmişti. Yakalanıp teslim edilmesini çok isterdi lakin Nastia çıkarları gereği bunu yapmaz, isteklerinin yerine getirilmesi için rehin tutardı. İlmi siyaset böyle bir şeydi işte, bir şekilde kaçan bir şehzade koskoca devleti başka bir devletten destek alarak tehdit edebiliyordu. Tek tehdit o olsa yenebilirlerdi lakin hızla silahlanan ve ordusunu büyütmeye çalışan, siyasi sorunlarını çözen Firmen, casusları öldürülen Asafoğulları ve zehir meselesiyle küstürülen sınır komşusu Nastia... Hepsi birden harekete geçerse işte o vakit ülke vahim bir vaziyete gelirdi, yetişemezdi.

Arz odasına girer girmez selam verdi paşa, diğer paşalar da yerini almıştı sadece Kaptanıderya saraydan ayrılmış ve donanmanın başına geçmişti, denizlerde de pek çok mesele oluyordu ve donanmanın güçlenmesi lazımdı. Paşa da onun peşine gitmiş haklı olarak donanmayı ve leventlerini güçlendirmek istemişti.

"Hoş geldiniz paşam, inşallah hayırlı haberlerle gelmişsinizdir zira bizim hâlimiz pek iyice değildir. Firmenler hanedan içi taht kavgasını bitirip tahta bir prens geçirmeyi başarmışlar. Bu da demek oluyor ki savaş pek yakındır, peki ya Nastia ile Osman ne vaziyettedir?"

Fazıl Paşa "Emrinize uyup yola revan olup oraya vardığımdan beri havadis topladım da geldim Hünkâr'ım. Havadisim şudur ki Şehzade Osman birçok yerden asker toplamış ve iyice güçlendirmiş kendini. Nastia yanında olursa tahtınız için tehdit oluşturur bunun için anlaşmaya çabaladım tabii ki de ellerindeki bu kıymetli hamleyi bize vermek istemediler, bir yanlışımızda kullanacaklardır lakin durdurmayı ve önlerine set çekmeyi de kabul ettiler." dedi. Etraftan şükür sesleri yükseldi, erkanı devlet rahatlamış vaziyetteydi, uzun vakittir bu dertle meşgullerdi çünkü.

"Çok şükür, bu da bir şeydir, hiç yoktan iyidir. Peki ya ne istediler karşılığında?" Sorusu karşısında Fazıl Paşa'nın yüzü düştü, biraz çekindi. Padişahın vereceği sert bir cevaptan çekinmişti. "Paşam hayırdır? Öyle bir gerildiniz ki beni de gerdiniz. Kötü bir şey mi? Yoksa devletimin çıkarlarına ters bir şey mi?"

Fazıl Paşa başını hızla iki yana salladı ve tekrar söze girdi. "Esasen çekinirim bunu demeye lakin bu şart kabulü olmadığı vakit orduları ile şehzade Osman'ı destekleyeceklerini defaatle söylediler. Devletimizin çıkarlarına ters düştüğünü sanmam lakin sizin için pek de iyi değildir." Yine cümlesini tamamlayamadı, açıklayamadı hiçbir şeyi, sustu ve ikinci bir ikaz yediğinden sebep tekrar konuşmak durumunda kaldı. Derin bir soluk çekip açtı derdini.

"Prenses ile evlenmeniz karşılığında bu desteği vereceklerini açıkladılar ve asla pazarlık ettirmediler, beni bilirsiniz pazarlıkta iyiyimdir lakin benim bile ilmim yetmedi buna."

Bayezid kırk yıl düşünse bunu diyecekleri aklının ucundan dahi geçmezdi. Haftalar evvel misafir ettiği kendi kızı ile yaşıt o genç kızı, hatta kendi koynundaki casus sebebiyle zehirlenip belalar okuyarak giden o prensesi nikahına almayı zinhar düşünmemişti. Nasıl olur, sebebi nedir ki diyerek düşündü. Esasen Mehpare'den farksızdı, iki taht olmasa da tek tahtın vârisiydi. İkisinden doğabilecek bir erkek bebek iki ülkeyi de bir edebilirdi, bu da Nastia işgali demekti. Daha evvel aynını komşu ülkeleri için de yapmışlardı, artık o komşu ülke de Nastia toprakları içindeydi. Bayezid buna izin veremezdi.

Hele nikah? Mehpare canına okurdu onun zira nikahlanacağı başka biri olmayacağını sanıyordu, bu da siyasiydi lakin doğma ihtimali olan bir bebek devletin sonunu getirebilirdi. Ya Afife, canı yeniden yanacaktı lakin içine atacaktı her şeyi.

Bu sarayda hatta bu hanedanda evlilikler hep aniden oluyordu, birden bire Mehpare belirmiş nikah kıyılmıştı. Şirin'in nikah kararı daha da ani olmuştu, o tanımadığı adamın saraya geldiği ilk gün onunla evlenmek mecburiyetinde kalmıştı hatta vekaleti ağabeyinde olduğundan nikahından haberi dahi yoktu, sonra kabul etmek mecburiyetinde kalmıştı. Cihangir ile İsmihan birbirlerini sevseler dahi nikahları yine hızlı olmuştu, devlet meselesi için acilen nikahlanmaları gerekmişti öyle de olmuştu. Son nikahın yine kendi nikahı olabileceğini düşünmemişti. İstemiyordu da. O kıza da kendine de yazıktı, devleti için zarardı lakin hiçbir açık kapı yoktu.

"Nerede?" diyebildi sadece. Kapının önündeki arabada olduğu haberini alınca yanına gitti prensesin. Arabanın kapısını tıkladığında açılan kapıdan içeriye baktı. Gergin prensesi fark etmesi çok da uzun sürmedi, Sladjana Hatun pek gergindi kızıyla yaşıt olduğu bir adamla nikahlanacağını düşünmemişti hiç. Hiç olmazsa o kişi onun zehirlenmesine sebep olan kişi değildi.

"Hoş geldiniz Sladjana Hatun." deyip inmesi için eliyle işarette bulundu. Bu ona Mehpare'nin ilk geldiği vakti anımsattı, bir arabadan inmişti ve Bayezid elini tutup onu aşağıya indirmişti. Şimdiyse elini uzatmamış yere doğru elini buyurun manasında uzatmıştı. Prenses sesini çıkartmadan aşağıya indi. Anlamsızca karşısındaki adama baktı, be yapacağını bilmiyordu esasen. Sustu sadece. Arz odası boşalır boşalmaz onu içeriye davet etti, yalnızlardı ve Sladjana acımayı düşünmüyordu kimseye.

"Babanızın böyle bir teklifle geleceğini düşünmemiştim. Daha evvel buraya zinhar gelmeyeceğinizi söyleyip küskün ayrılmıştınız. Kader odur ki hayat sizi yine buraya getirdi lakin başka bir nedenle bu defa."

Prensesin bakışları keskindi, yaşının da verdiği bir cesaret vardı. "Mecbur olmasaydım zinhar gelmezdim, talihin beni size mahkum edeceğini düşünmemiştim."

Bayezid gülümsedi, Mehpare de böyle konuşmuştu, Bayezid de ona o istemeden dokunmayacağını söylemişti lakin her şey başka ilerlemiş ve şimdiye kadar uzanmıştı ilişkileri. Başını iki yana sallayıp gözlerine odaklandı.

"İlk nikahım da ikincisi de mecburiyetimden olacak demek ki. Sladjana Hatun bilin ki sizi nikahıma alsam da elimi zinhar sürmem, kızımla bir yaştasınız olmaz. Aramızdaki nikah akdi sadece Prens Miloş Petroviç'in beni mecbur bıraktırmasıdır, aksi mevcut olmayacak zinhar endişeniz olmasın." Bu beklentin de olmasın demekti. Mehpare ile vaziyetinden başkaydı bu. İkisinden doğacak çocuk ülkenin işgali demekti bunu yapmayacaktı. Kızı gibiydi, çok gençti. Mehpare'den de gençti ve ona dokunmak istememişti. En başta da Mehpare kendini yeni yeni toparlarken üzülsün istemiyordu, o da bilecekti asla elini sürmeyeceğini. Bu sadece kendi isteği değil devlet çıkarı içindi de.

"İsabet olur." masmavi gözlerini ondan çevirip kapıya doğru döndü. "Müsaadenizle."

"Ağalar size yol gösterir."

Arz odasında bir müddet daha bekledikten sonra hareme gitmeye karar verdi, evvela Afife'ye diyecekti sonra da Mehpare'ye. Afife zaten bir şey demeyecekti de asıl çekincesi Mehpare'ydi.

"Murat'ım, evladım." deyip kapının önünde duran oğlunu kucakladı ve Afife'nin dairesine girdi. "Arslanım benim, iyi misin?" Başını gülümseyerek salladı Murat, babasını sımsıkı sardıktan sonra yere indi, tahta kılıcını gösterdi. "Bilirim seni pek ihmal ettim, sözüm olsun bir vakit gelip talim edeceğim seninle lakin şimdi validenle konuşmam icap eder, sen içeriye geç." Sözlerini ikiletmeden içeriye kaçtı çocuk, Bayezid de Afife ile yalnız kaldı.

"Hünkârım, sefa getirdiniz." deyip kollarını sardı adama. Bayezid de alnına bir buse kondurup "Hoş gördüm Afife'm." dedi tebessüm ederek. Ellerinden tutup sekiye oturttu onu. "Hayrola sizde bir hal var, bir mesele mi vuku buldu?" Yine o demeden hatunu anlamıştı, onu kendinden bile iyi tanıyordu.

"Yine ben demeden anladın, bir mesele vardır." Afife ses çıkarmadan onu dinledi dikkatlice. "Osman için Nastia'ya elçi yollamıştım bilirsin, her şartının kabul edilmesini emrettim. O da..." Kendi ellerine bakıp parmaklarını birbirine kilitledi. "O da Sladjana Hatun'u yollamış, nikahlamam için." Afife duyduklarına şaşırıp omuzlarını dikleştirdi ve karşısında konuşan adama merakla baktı, ne cevap verdiğini merak etmişti. Reddetmiş miydi acaba? İsmihan ile yaşıttı bu hatun, Bayezid yapamazdı biliyordu lakin onun ağzından duymak istemişti.

"Bakma bana öyle nikaha mecburum lakin ona da dedim elimi sürmeyeceğim diye, doğacak bir bebek hanedanımın da devletimin de felaketi olur. Zinhar elimi süremem, için rahat olsun diye gelip söyledim." Yine de içerlemişti lakin her vakit olduğu gibi sesini çıkaramadı çünkü o bir köleydi ne Mehpare için ne de Sofia Sladjana için bir şey demeye hakkı yoktu. O ikisi de prensesti, hürlerdi. Afife'nin hürriyeti ancak Bayezid ölürse sağlanabilirdi yahut azat edilirse. Bayezid de bunu düşünmemişti, Afife'ye nikah kıyma gereği de duymamıştı, zaten neredeyse kendini bildi bileli yanında olmuştu hep.

"Eğer ki zorunda olmasaydınız kabul etmezdiniz lakin..."

"Lakin?"

"Lakin Mehpare Sultan da böyle gelmişti, herkese döneceğini derdi. Şimdi Sofia Sladjana Hatun da öyle olursa..." Herkes onun kıskanmadığını düşünse de aslında sevdiği adamı her vakit kıskanmıştı lakin onun hakkı yoktu, olmaz diyemezdi. Köleydi, karakteri de duygularını bastırmaya itiyordu. "Ben bilirim senin içini hatunum, Allah şahidimdir ben ona dokunmam için rahat olsun." Afife buruk bir şekilde oturmaya devam etti ve Bayezid'in gidişini seyretti lakin yine de bir nebze içi rahatlamıştı.

Şimdi sıra en mühim yerdeydi, Afife anlardı da Mehpare anlamazdı. Odasına girip açıklamaya kalktığı an bacağına gizlenmiş hançeri boynunda buldu. "Senin canını alırım acımam Bayezid, kimseyi nikahına alamazsın." Bayezid şaşırmadı, kıpırdamadı da. Haksız yere kimseye kıymayacağını iyi biliyordu. Her kadın kıskançtı da işte bazıları böyle belli ediyordu. "Osman üzerimize gelirse tek gelmez, mecburuz. Ve ben prensese söyledim Allah şahidim olsun ona elimi dahi sürmeyeceğim, kızım yaşındadır. Nasita ile Mirzaoğlu kanından bir oğul gelirse devletim yıkılır buna izin vermem ben."

Onca şey içinden Mehpare'nin kulaklarında çınlanan tek şey prenses kelimesi olmuştu. "Prenses mi? Bir kez dahi prenses demedin bana. Ben de prensesim, hatta iki tane prensesim ben. Anam begümdü benim, babam beydi bey. Erim padişah. En prenses de en sultan da benim burada."

Bayezid hareketlenmeye kalksa da boynuna yaslanmış hançerden dolayı kıpırdayamadı. "Sultanım, prensesim... Allah'ın adını verdim hanın söz vermiş inanmaz mısın?" Padişah verdiği sözü tutardı, Allah'ı şahit tutup söz verdiyse kesinlikle tutardı. İnanmıştı ona lakin erkekti, hatun isterse aklını da çelerse... İçinde bir his vardı bu kız başa bela açacaktı, işte ilk adım gelmişti, yine aynını hissetti daha beteri olacaktı.

Padişah bir anda hançerli elini tutup kenara çekti ve bir hamleyle üzerine doğru uzandı. "Söz verim, etmem." Mehpare elindeki hançeri bırakıp adamı kendinden yavaşça uzaklaştırdı çünkü kıskançlığına karşı bakışı farklılaşmıştı, ile gidebilirdi. "Daha iyileşemedim, yaralarım..." deyip başını öne eğdi. "Her şey geçecek, bitecek inan bana."

"İnanırım, her konuda inanırım." diyerek nikah meselesinde de ona güvendiğini ima etti. Vaktiyle güvenini hiç boşa çıkarmamıştı, yanlış yaptığı şeyler olduysa da sözlerinin daima arkasındaydı. O da zevcine güvenmek istemişti lakin bu da kıskanmayacağı anlamına gelmiyordu. Eğer ki aksi olursa o prensesin de Bayezid'in de çekeceği vardı.

Fazla durmadı yanında evvela validesine haber etmesi lazımdı, gidip haber etti sonra derhal Şeyhülislam çağrıldı, uzatılmadan nikah kıyıldı. Acı vermişti bu kenarda duran iki hatuna da lakin güvenmek zorunda kalmışlardı. Biraz dahi gülmedi adam, akşam olduğu vakit emrine verdiği kalfaları onu hazırlayıp has odaya yollamamaları için ikaz etti. Böylece yanlış da anlaşılmayacaktı, herkes için en iyisi buydu. Lakin bu vaziyet Nastia'nın pek de hoşuna gitmeyecekti, Sladjana her ne kadar Bayezid'i istemese de devleti için çok mühim bir vazifesi olduğunu biliyordu. Vazifesini yerine getirmesi gerekiyordu, o bebeği doğurması gerekiyordu.

♟️

Evet canlarım, neler oldu yine neler? Bu yazar ne yapıyor böyle dediğinizi duyar gibiyim başından beri planlarım tıkır tıkır işliyor.

Salih Giray ve Şirin, İsmihan ve Cihangir nasıllardı, çok seviyorum çokk.

Casusu herkes Afife beklerken casus Gülizar Kalfa çıktı hepinizi böyle bir karış ağzı açık bırakırım💃🏻 Afife hep anlatılan gibiydi ne bir eksik ne bir fazla. Bizim hikayemizin yılanı ta en başından beri Gülizar'dı, ilk bölümlerdeki aktifliğini biraz düşünürseniz her yerde olduğunu gördüğünüzde daha mantıklı gelecek bu size. Öldürdük de şükür.

Peki ya Gülizar'dan intikam almak için kılıç kuşanan Mehpare, onu tutan Karaca🔥

Prenses de çıktı pat diye nikahladık hepimize kapak oldu resmen. Bayezid'in herkese kendini anlatmaya çalışması...

Mehpare'nin kızıp hançer dayaması🔥 Tam bir kraliçe tammm

Yorum ve beğeniyi unutmayalım, bir sonraki bölüme kadar hoşça kalın.❤️

Loading...
0%