Yeni Üyelik
28.
Bölüm

28. "Veda Vakti"

@rubamsalepe

Tam dört ay, dört ayda sarayda çok şey değişmişti. Evvela casusların hepsi temizlenmişti, ne orduda ne de haremde casus kalmıştı. Malum olaylardan dolayı casuslar kendileri kaçmışlardı, yakalanmaları an meselesiydi çünkü. Saray rahatlamışken siyasi sıkıntılarla meşgul olmaya başlamıştı, gizli saklı yoktu bu defa ama daha tehlikeli günler yaklaşıyor gibiydi.

Onca vakit sonra iddeti dolan Şirin ile Salih Giray da sonunda nikahlanmışlardı, üzülmek yoktu artık onlar için vuslat vardı. Hep dökülen gözyaşları olmuştu, bir tebessüm çok gelmişti yüzlerine. Bu saray onlara yaramamıştı hiç, kapıya dayanan savaş işi çözülünce de bu sarayın dışında yaşamaya karar vermişlerdi. Hatta daha önceki hanım sultanlara tahsis edilen küçük saraylardan biri kendisi için tadilat ediliyordu.

Yüzükoyun yatan kadın dirsekleri üzerinde doğrulup yanında yatan adama baktı, çok olmuştu ama sonunda olmuştu. Ona kavuşmak için çok acı çektiyse de değmişti buna, gözyaşlarının tümü onun uğruna feda olsundu. Sabah çoktan olmuştu, esasen uyanmak istemiyordu o varken, yanındayken.

Yüzüne baktı dikkatlice, hafif çekik gözleri kapalıyken bile belli ediyordu kendini. Bembeyaz bir teni vardı, yukarı Karadenizli olduğu her hâlinden belliydi. Şirin dayanamayıp gülümsedi, sevdiği adamın yüzünü okşadı. Biraz daha baktı, o da kendisi gibi soyluydu, birbirlerine münasiplerdi. Bir kez daha durduramayıp kendini, dudağına küçük bir öpücük bıraktı, bu defa zevcinin gözlerini aralamasına sebep oldu.

Gülümseyerek uyanmıştı yine, onunla geçirdiği her an gülümsemesine sebep oluyordu. Dirsekleri üzerinde kendine bakan kadını göğsüne çekip gözlerini yumdu tekrardan lakin Şirin uyumak değil onu seyretmek istiyordu. Biraz durup tekrar doğruldu, ona bakmaya devam etti. "Gözlerimi yummuş olsam dahi baktığını hissederim Şirin'im."

Şirin buna sesli bir şekilde güldü, onun hakkında zinhar yanılmıyordu. "O vakit uyan da benimle alakadar ol hanzadem." Gözlerini açmadan cevap verdi. "Uykum var olmaz."

"Uykum var ne demek? Olmaz, kalkman kazım hem ağabeyim de bekler ondan evvel ben beklerim." deyip üzerine doğru çıktı, kollarını göğsüne yerleştirip ona baktı. Bir çocuk gibi başını iki yana sallayıp naz yaptı adam, bu kadarını hak ediyordu. "Gece de uyutmadın sabah da uyutmazsın." diyerek bıyık altından gülümsedi. Gözleri hâlâ kapalıydı. "Ağırsın bir de."

Son sözünden sonra omzuna bir yumruk yedi, lafını geri alması çok da zor olmadı bundan sebep. Adam gözlerini yavaşça aralayıp göğsüne kollarını dayayıp üzerinde gözlerine bakan kadına çevirdi. "Lakin ben seni bir ömür böyle göğsümde taşıyabilirim." deyip dudağına bir buse bıraktı. "Ve senin için hiçbir gece uyumayabilirim." Bir buse daha bıraktı. "Ve..." diyerek doğruldu, kadını dizlerinin üzerine oturttu. Göğsünde atan şey sanki yerinden fırlayacak gibiydi. "Ve?"
"Neyse." diyerek geçiştirdi. "Söylesene be adam, merak ederim görmez misin?"

"Denize âşık rüzgar gibi, bahara âşık çiçek gibi sevdalıyım sana. O derya deniz gözlerin tam şuramdan vurmuştu ya beni, o yara hiç geçmedi. Zaten böyle güzel yaranın da dermanı olmasın, sen ol yeter..."

Fetih sadece toprak ile olmuyordu, kimileri de güzel sözleriyle fethediyordu kalpleri. Hele ki bu fetih sevda fethiyse işte o vakit her şey bambaşka oluyordu.

"Salih Giray..." gözleri dolduysa da tuttu kendini. Dudaklarına biraz uzunca kapandı. Kendini nefes nefese geri çekerken mavi gözlerini saklayan uzun kirpiklerini hızla kırptı. "Nefesimi kesiyorsun." dedi, solukları hâlâ düzensizdi. Gözlerini gözlerine sabitledi. "Zaten nefesim kesilecekse yay kirişi yerine senin kesmeni tercih ederim." diyerek aralarındaki ateşin üzerine biraz su dökmüş oldu. "Sahiden bunu mu dedin? İşitmez olaydım, ağabeyine diyeceğim seni de boğdursun böyle latifeler edeceksen..."

"Eğer biraz daha kalkmaz isen o yay kirişi benim değil ama senin boynuna dolanacak." deyip boynuna bir buse kondurdu. "Hadi bir şeyler yiyelim, sonra da vazife başına."

"Benim en büyük vazifem sensin, devlet sen değil misin?" Şirin başını iki yana salladı ve ayağa kalkıp adamı da peşinden çekiştirdi.

Üzerlerini giyindikten sonra onlar için hazırlanmış sofrada bir güzel kahvaltı yaptılar lakin son lokmasını yutmasına mâni olan bir mektup ellerine ulaştı.

Bayezid de sabah kahvaltısını Ceylan Hatun ile yapıyordu, bal ve reçel olmayan bir sofraydı bu daha sağlıklı ve şekersiz şeylerle doluydu. Ekmeği ağzına atan adam başını yanı başındaki kadına çevirdi, sonra da yavaşça karnına indirdi bakışlarını. "Ne çabuk büyüdü, doğsa da alsam kollarıma." dedi şefkatle. Ceylan ellerini kaftanının arasındaki şişkin karnına götürdü. İstese de kemer kullanamıyordu artık, bebek buna müsaade etmiyordu.

"Öyle heyecanlıyım ki, sağlıklı olacak mı, güzel bir bebek olacak mı, kız mı erkek mi olacak? Yerimde duramam Hünkâr'ım." Bayezid gülümseyip elini elinin üzerine koydu, bir kısmını da karnına temas ettirdi. "Allah'ın izniyle sağlıklı olacak ve an az senin kadar güzel olacak. Kız yahut erkek mühim değil sıhhatle gelsin inşallah."

"İnşallah." dedi gülümseyerek, içi içine sığmıyordu ama daha vakti vardı sabretmek zorundaydı. "Hatırlar mısın, ben saraya gelmeden Murat'ımı bulup korumuştun, evladım canından olabilirdi lakin hayatta kaldı. Onun yüzü suyu hürmetine evladımız sağ salim gelecek inan bana. O iyiliğinin mükafatıdır." dedi gülümseyerek.

"Şehzademizi o halde bırakamazdı ki kimse, çok şükür talihliydi." deyip biraz sessiz kaldı ardından birazcık ona yaklaşıp aralarındaki mesafeyi azalttı. "Peki ya evladımızın adı ne olacak?" Sorarken şirin gözükmüştü, başını yana yatırıp merakla sırıtmıştı. "Kız olursa sen ne istersen o olsun lakin müsaade edersen oğlum olursa ağabeyim Kâsım Han'ın adını yaşatmak isterim."

Kâsım onun için baba gibiydi, Alemşah tam ağabeydi lakin Kâsım... Babasından çok alakadar olmuştu onunla, o yüzden hakkı çoktu. Kaybettiği doğmamış iki evladından sonra doğacak evladının ağabeyine benzemesini istemişti, erkek olursa. Nihal Hatun'dan olan oğlu eğer yaşasaydı adı Alemşah olacaktı, o ad ona hastı diğerlerine vermek istemedi. Kız olursa yine çok sevinecekti, İsmihan tek kızıydı lakin büyümüştü. Şimdi sevebileceği minik bir kızı olması hoşuna giderdi. Nasipti işte, bir oğlan yahut kız, doğsun yeterdi.

"Rahmetli hanımızın adını taşırsa şeref duyarım. Kız olursa... Dilruba olsun müsaadeniz olursa."

"Dilruba." deyip gülümsedi, karnını okşayıp küçük bir buse kondurdu. "Lakin içime doğar kız olacak gibi hissederim, analara malum olur derler." Bunu bebek doğmadan zinhar öğrenemeyeceklerdi, beklemek mecburiyetindeydiler. "Kız olursa pek daha el üstünde tutarım bilirsin. Savcı da Murat da İsmihan'ı kıskanıp dururlardı. Kız evlat başka güzel olur."

Kadın gülümseyip bir lokma daha attı ağzına, sonra da durup elini ağzını temizledi. Yeterince doymuştu. Ayağa kalkmaya çalışsa da başaramadı, gebeliğin zorluklarıydı bu işte. Bayezid ellerinden tutarak ayağı kaldırdı ve sekiye oturmasına yardım etti.

Kapının çalınmasıyla içeriye bir kalfa girdi, Salih Giray'ın arz etmesi gereken bir mesele olduğunu, ivedilikle arz odasına gelmesi gerektiğini belirten haberi aldı.

"Hayrola inşallah, bu kadar erken haber yolladığına göre mühim bir mesele vardır. Yine gelirim ben Ceylan Hatun, kendine de evladımıza da dikkat edesin." deyip başına bir buse kondurdu.

Arz odasına herkesten evvel varmış olan kişi Salih Giray'dı. Elindeki mektup ile bir sağa bir sola gidiyordu ki destur sesini bile işitmemişti. Bayezid omzuna dokunduğu vakit irkildi ve özür dileyip yerine geçti.

"Hayrola hanzadem? Bu kadar ivedi mesele nedir?" Elindeki mektubu ona arz etti. "Manasız şeyler yazar burada nedir bu?"

Salih Giray derin bir nefes aldı zira anlatacakları uzundu. "Ağabeyimle aramızda bir şifre vardı, küçüklüğümüzde oyun yapardık daha sonralarda mühim vakitlerde kullandık, sonra da buraya geldim. Bana şifreli mektubu o yollamış, bu şifreyi başkasının bilmesinin mümkünatı yok, resmi bir mektup yollamamasının sebebi de zor vaziyette olmasıdır. Mektup eğer ki tahtından edilirse yahut canına zeval gelirse diye yazılmış. Ağabeyim tahtından edilmiş Hünkâr'ım, Han'ım haber etti yardımımı ister."

Bayezid şaşkınca onu dinliyordu, Alkan güçlüydü, nasıl indirilmişti ki? "Firmen tehdidinden bahsediyor burada, Firmenler gelip onu esir etmişler en iyi ihtimalle. Canından da endişe etmekteyim lakin esir olduğunu kabul etmek daha iyi geldi bana. Kendisi o vaziyetteyken yeğenim de esirdir, Resul Giray Han'ım benden tahta geçip dağılan ordumuzu tekrar toparlamamı emreder. Siz de müsaade buyurur emrinizi verirseniz hanedanıma karşı olan vazifemi yerine getiririm."

Bu çok can sıkıcıydı, Alkanlar kale gibiydi, orası yıkıldığı vakit Firmenler ile Nastia'nın birlik olma yolu açılırdı bundan sebep hiç olmazsa orası başsız kalmamalıydı, askerleri savaş için yetersiz olsa dahi faydası olurdu Mirzaoğulları için. "Bu vaziyet hiç hoşuma gitmedi zira seni kardeşim gibi gördüm ayrı düşecek olmak iyi olmadı lakin devlet meselesi senden de benden de büyüktür kardeşim." diyerek yanına gidip onu kucakladı. "Evvela Topçu Paşa'dan istihbarat isteyeceğim ona göre yolumuzu belirleriz. Haber gelir gelmez derhal yanına iki orta verip gemilerle yola çıkmanı sağlayacağım, Şirin'imi de götüreceksin o da var. Ayrılık zor gelecek."

"Kardeş oldunuz bana, kendi ülkem gibi hissettim hep burayı imdi de vazifem doğduğum topraklara ve hanedanımadır. Hakkınızı helal edin."

"Helal olsun." cevabı bu kadar acı gelmemeliydi insana, üzmüştü her iki tarafı da. Derhal istihbarat alınacak ve yol güzergahı ile direniş yerleri belirlenecek hatta hayatta iseler Resul Giray ve hanzadesi kurtarılacaktı lakin bilmedikleri şey ikisinin de çoktan katledildikleriydi, bundan kimsenin haberi olmamıştı, sadece esir edilmiş gibi biliniyordu.

Topçu paşadan haber gelene kadar yapılacak bir şey yoktu, biraz kitap okumak için has odaya geçti lakin içeride davetsiz bir misafir karşısındaydı, davetsizliğinden de garip olan kıyafetlerini çıkarmış çırılçıplak onu bekliyor olmasıydı. Bayezid bakmadı bile, başını çevirdi. Yatağının ucuna kadar gitti ve kendisine sadece selam veren Sladjana Hatun'a sesini çıkarmadı. Prenses de konuşmamış adamın harekete geçmesini beklemişti hevesle. İçeriye girebilmek için kapıdakilere rüşvet vermeyi de ihmal etmemişti.

Bayezid yatağının ucundaki battaniyeyi hatunun üzerine sarıp uzuvlarının görünmemesini sağladı. Kırmak istemiyordu kalbini lakin yaptığı doğru değildi. Babası Nastia prensi annesi de Firmen prensesi olan bu genç kızın doğurabileceği bir bebek devletin işgaline sebep olabilirdi. Kabul etmeyecekti, onu etkilemesine müsaadesi yoktu.

Karşısındaki hatunu giyinik varsaydı. "Hayrola Sladjana Hatun, bir mesele mi vardır?" Prenses, karşısındaki adamın böyle konuşacağını tahmin etmişti esasen, şaşırmadı. "Size hizmet etmeye geldim." deyiverdi, babasından gebe kalması hususunda kesin emir almıştı. "Lüzum yok, dairenize dönün." Sözleri çok resmiydi, sanki nikahlı hatunu değil de bir başkasıyla konuşuyor gibiydi. "Lakin isterim." deyip üzerindekini atmaya çalışınca Bayezid müdahale edip soyunmasına mâni oldu.

"Biz bunları siz buraya geldiğiniz vakit konuşmuştuk, ben size elimi sürmeyeceğim." Gururuna dokunmuştu genç kızın, o da ölüp bitmiyordu ona ama devleti öyle emretmişti. "Beğenmediniz mi beni?" diye sordu. Sorusu çok yersizdi, yeryüzünde onu beğenmeyecek erkek yoktu lakin mesele başkaydı ayrıca çok güzel olsa dahi onu güzel bulsa dahi fazlasını da hissetmemişti. "Kızımla yaşıtsınız." diye bir bahane sürdü sanki daha evvel kızıyla yaşıt cariyeleri olmamış gibi konuşuyordu. "Lakin kızınız evli, ben de evliyim." deyip aralarındaki mesafeyi kapadı. Parmağını göğsüne doğrultup "Sizinle." dedi.

Bayezid sesini çıkaramadı, haklıydı zira. Sladjana dudaklarını adama yaklaştırdığı vakit Bayezid iki adım geriye gitti ve giyinip odadan çıkması gerektiğini, bunun da bir daha tekrarlanmasını istemediğini söyledi. Sladjana da dediğini yapıp odadan ayrıldı, Bayezid o giyinirken göz ucuyla dahi bakmamıştı ona, başını çevirmişti.

Kitap okuyamayacağını anlayıp biraz talim yapmaya karar verdi. Kılıcını ve ok takımının bahçeye çıkarılmasını emretti. Beyaz atı da oradaydı.

Karşısına tahtadan bir hedef konmuştu lakin hedef onun isteği üzerine oldukça küçüktü ve birkaç taneydi. Birbirlerinden uzakta duran bu hedefleri herhangi birinin vurması mümkün değildi, bir kemankeş gibi yay ehli olması lazımdı. Ata yadigârı anka kuşlu yayı parmaklarının arasına geçirdi, diğer parmaklarının arasına aldığı oku da kirişe geçirip gezledi. Kirişi parmaklarının arasına sabitleyip sertçe çekti. "Ya Hak!" Hedef epey uzak ve küçüktü. Kirişi bıraktığı an ok hedefiyle buluştu. Eline iki ok daha aldı ve birini gezlerken ötekini de hızlı olabilmek için diğer atışa sakladı, boşluktaki iki parmağı arasına geçirdi. "Ya Hak!" Kirişi sertçe çekip diğer hedefe doğru bıraktı. Yine vurmuştu. Hiç ara vermeden parmakları arasındaki oku alıp aynı şekilde gezleyip bıraktı, daha ilerideki hedefi de vurdu.

Bu yöntem esasen hız içindi, bir Türk'ün en büyük özelliği çok hızlı ok atıp bunu hareket eden atın üzerinde bile yapabilmesiydi. Attığını vururdu Türk, kısa boylu okları garp devletlerininkinin aksine daha uzun menzilli ve daha kullanışlıydı. Uzun yay at üzerinde kullanılamazdı, kısa yaylar at üzeri için kullanışlıydı. Türkler onların aksine oklarını sağ taraftan gezlerlerdi, bundan sebep onlar hareket etse dahi ok sabit kalırdı.

Sürekli sadaktan ok alıp vakit kaybedilmezdi, onun yerine birkaç ok boştaki parmaklara yerleştirilir atış aralığı kısaltılırdı. Böylece düşmanın en büyük korkusu olan Türk okçuları onları alt eder ve okçuluğuyla üstünlük sağlardı. At üzerindeyken geriye dönüp atış yapabilen bu milleti durdurmak zordu, savaşın kapıda olduğunu hisseden Bayezid bunları çok iyi bilse de talim yapmaktan geri durmuyordu. Körelemezdi, padişah dahi olsa gerektiğinde savaşacaktı.

Getirilen atına bindi bu defa. Bembeyaz atı üzerinde heybetli gözüküyordu. Zaten kuşandığı silahlar da gösterişliydi. Anka kuşlu yayının kirişini kavrayıp oku gezledi yeniden. Atı koşturmaya başladı, hedefi geçtiği vakit arkasına dönüp kirişi bıraktı. Hedefi vurmuştu, savaşçı bir Türk ve bir padişah için en kolay işti bu. Atı biraz daha hızlandırıp aynı hedefe doğru tekrar geriye döndü, hedefi yeniden vurdu. Hiç ara vermeden bir tane daha atış yapıp hemen önüne döndü ve önündeki hedefe yolladı oku. Yine isabet etti, o kadar hıza ve geriye dönüp öne dönmeye rağmen başarmıştı.

Sadağından aldığı ıslıklı oku da havaya fırlattıktan sonra atından inip kılıcına doğru yürüdü lakin talim edebileceği kimseyi görmedi. Mehpare olsaydı onunla talim ederdi lakin o hazırlanana kadar vakit geçerdi. Zaten harem bahçesinde de değildi, bulunduğu yere erkekler girip çıkabiliyordu. Karaca ile daha evvel talim etmemişti, onu çağırttı pek beklemeden adam hemen yanında belirdi. Karaca Türk değildi bir Erguvanlıydı, bir Kafkas ırkındandı ama o da bir bey olduğundan Türkçe konuşmayı öğrenmişti.

Bambaşka milletten biriyle dövüşmek onu da geliştirir daha farklı tecrübeler ettirebilirdi. Mesela hiç tanımadığı bir düşman nasıl saldırabilirdi, her milletin değişik yöntemleri olabilirdi. Nasıl garbın büyük yaylarına karşı Türkler kısa yay kullanıyor ise milletler bambaşka savaşıyor olabilirlerdi.

Karaca geldiğini belli etmeden arkasından saldırıya geçti lakin Bayezid her ne kadar sessiz gelse de onu hissetmişti, kılıcıyla hamlesini karşıladı. "Hissettim Karaca Bey, düşmanım ardımdan sinsice saldırırsa diye daha evvelden de talimler ederdim." Karaca gülümseyip kılıcını geri çekip selamını verdi. "Hissetmeyeceğinizi düşünmem benim kabahatimdi, af buyurun." Bayezid eliyle önemli değil işareti yaptıktan sonra kılıç hamlesi yapabilmek için geriye doğru çekildi ve kılıcını savurdu.

Karaca hamleyi karşıladıktan sonra kılıcını aşağıdan indirip vurdu lakin Bayezid bunu da karşıladı. Ardından kılıçlar havada birkaç kez daha buluştuktan sonra küçük itiş kakışlarla eski hâline döndü. Belli ki böyle sürecek bir talimdi bu, Bayezid farklı şeyler istiyordu. Yandaki nöbetçilerin kılıçlarını alıp çift kılıçla talim yapmayı teklif etti. Bu Karaca için de güzel bir teklifti. Muhafızın kılıcını alıp Bayezid'e saldırdı.

Çift kılıcı kullanmak o kadar da kolay değildi biriyle saldırırken diğeriyle savunmaya geçmek daha makuldü zira ikisiyle de aynı anda adam kesilirse savunma ihmal edilecekti bu da büyük bir zafiyet olurdu. "Ya Allah!" diyerek hamlesini yaptı. Ya Hak ve ya Allah diyerek sürekli zikretmek yapılan işi de meşru kılıyordu ve ondan güç alınıyordu. Rabbin adıyla her işe kalkışılırdı ki bu savaş bile olsa ihmal edilmezdi. Talimlerde de savaştan farklı pek bir şey yoktu, sadece ölüm ve ordu yoktu. Hamleler birbirinin aynısıydı.

Bayezid'in hamlesini bir elindeki kılıcıyla karşılarken diğer kılıçla da aşağıdan saldırmaya çalıştı ve karşılık aldı. Bu işte zor meziyetti, her yeri aynı anda gözlemek ve hamle etmek hiç kolay değildi.

Bayezid'i itip kılıçların ikisini de yukarıdan sürdü Karaca, Bayezid bir kılıçla onu tutarken diğer kılıçla da aşağıdan hamle yaptı, Karaca ayağı ile kılıç hamlesini def etti. Birkaç çarpışmadan sonra iki kılıç birbirine kenetlendi tam ortada ve birbirinden ayrılmadı. "Böyle olmayacak zannımca." dedi Karaca. Kendilerini daha da zorlamak istemişlerdi. Bayezid başını sallayıp kılıçları yere vurdu, muhafızlarınkini de geri verdi.

"Serbazlar kılıç ile üzerimize saldırın." diyerek iri yarı altı serbazı seçti. Emre uyup etraflarını sardı serbazlar lakin altı az bile gelmişti Bayezid'in gözlerine. Düşmanın kahpelikle kendisini vurabileceğine inanıyordu aksini düşünmüyordu.

Serbazlar işlerinde en iyileriydi, talimli kişilerdi ve garba sadece biri dahi taş çıkarırdı öyle iyi yetişmişlerdi. Bayezid ve Karaca üzerlerine gelen kılıç hamlelerini bir bir def ederken bazen de karşı tarafın kılıçlarını diğerine karşı kullanıyorlardı. Birkaç kılıç bir süre sonra devre dışı kalınca iş yumruklara kaldı. Bayezid yakınından geçen yumrukları bertaraf ederken bacağına bir tekme yedi sendelediği sırada toparlandı ve karşılık verdi. Tekme ve yumrukların acımasız olmasını kendisi istemişti, talimde acıma olmazdı.

En son birkaçı yere serilince karşılarında tek bir rakip kalmıştı. Karaca adamın ayağını kaydırıp sırtını yere çaldı aynı sırada da Bayezid adamın dibine doğru girip hançeri boynuna dayadı. "Düşmanın merti zor bulunur, kılıçlar düştüğü vakit ansızın gizlenen başka silahlar çıkabilir, tedbirli olun." dedi nefes nefese, sesi gayet merhametli ve öğretici çıkıyordu. "Bugünlük gidin iyice dinlenin." diyerek geri çekti kendini. Karaca ya ayağı kalkıp tekrar padişahın yanına geçti. Bayezid başıyla ileride duran minderleri işaret etti. Beraber gidip oturdular.

Talim onları acıktırmıştı, esasen sabah ve akşam hariç arada yemek yemek kaidelerde yoktu lakin böyle talim dönemlerinde az da olsa yemek yerdi Bayezid.

Sofraya sevdiği yemeklerden konmuştu, çok değildi sadece açlığını bastıracaktı. "Eee Karaca Bey, uzun vakittir bileği güçlü bir yiğitle talim etmemiştim. Sırtını yere çalamadım helal olsun." diyerek ağzına bir lokma attı.

"Estağfurullah." Bir lokma da kendisi yedi. "Ben sadece emrettiğiniz gibi tüm gücümü vermek sizi zorlamak istedim daha iyi olun kendinizi tetkik edin diye."

Bayezid gülümsedi ve sırtına yavaşça iki kez vurdu. "Etrafımda iyi adamlara ihtiyacım var, seninle de yolumuz bir oldu çok şükür. Zaten şu saatten sonra gideyim desen dahi yollamam seni."

Erguvan'ı kastetmişti, Karaca oralıydı lakin Sefer Bey'den sürgün cezası yemişti. Biraz da kendinden taviz vermemesinden kaynaklanmıştı bu. "Endişe etmeyin maalesef vatanım beni sürgünlere koyar bundan sebep vatan müdafaası gerekmedikçe dönebileceğim yuvam yoktur." dedi ve derin bir iç çekti. Özlemişti ülkesini lakin yasaktı, uzaktan sevmeler düşmüştü ona.

"O vakit burası yuvan olsun hem bir de hatun alırsın hepten buralı olursun." Karaca evlenmeyi düşünmemişti daha evvel, öncelik vazifeydi ve bu topraklara geldiğinden beri casus meselesini kendine vazife edinmişti. Şimdi geriye tek mesele Osman kalmıştı aklı oradaydı, vazife bekliyordu. "Hayırlısı neyse o olsun." dedi hayır ben evlenmem diyemezdi, karşısında padişah vardı.

"Var mıdır bir sevdiğin?" diye sordu, nihayet aklındakini dile dökebilmişti. Sürekli saray dışına çıkıyordu, tesadüf ettiği bir hatun pek tabii olabilirdi lakin Karaca bir bey olduğundan kendisine denk bir hatun daha münasip olurdu. "Yoktur." dedi, cevabı çok açıktı. Bayezid istediğini alamayınca ağzına birkaç lokma daha tıkıştırdı ardından bardağındaki şerbeti bitirdi.

Sonra aklına o hainin ellerinden içtiği şerbetler gelince yüzünü buruşturdu. Şerbete küsecek hâle getirmişti onu lakin hiçbir hain onu yıldıramazdı yani inadına şerbet içecekti.

Karaca konusunda haremden biri düşünülebilirdi lakin ona en münasip biri bey kızı olabilirdi. Dile getirmedi Bayezid lakin aklına da düşürmek istedi. "O vakit sev zira bugün varız yarın yokuz. Gönlüne iyi geleni, yaralarını saracak hatunu bul. Biraz düşün bunları." Kastettiği Mehveş'ti lakin Karaca bunu idrak edebilmiş miydi yahut buzlarını kırıp adım atmak isteyecek miydi bilmiyordu. Sadece hünkarı olarak üzerine vazife gördü, iyi birini iyi biriyle nikahlamak devlet için en iyisiydi. Kalem tutan ve ilim bilen bir hatun ve erkek evlendiği vakit onların evlatları da onlar gibi olurdu. Bu da devlet için gereken ilim ehli insanlar demekti. "Siz nasıl münasip görürseniz..." diyerek boyun eğdi.

Aradan sadece üç gün geçmişti istihbarat çok hızlı ulaşmıştı saraya, Resul Giray'ın tahtından edildiği ve öldürüldüğü, Alkan ordusunun başsız kalınca dağıldığı ve Firmenlerin Nastia yönüne gittikleri istihbaratı geldi. Nastia da Osman'ı sınıra sürmüş kendi ordusunu da hazırda bekletmeye başlamıştı bu da demek oluyordu ki Firmenler Nastia ve Osman bir olup Mirzaoğullarına saldıracaktı. Tutulmamış sözler, unutulmayan intikamlar bunun sebebiydi.

Sladjana'nın odadan kovuluşu gururunu incitmişti ve babasına mektupla münasip bir dille izah etmişti vaziyeti. Bu bir savaş sebebi için yeterli olmasa da Nastia başından beri sınırda daha evvelden kaptırdığı toprakları istiyordu, Firmenler de destek çıkacağını söylediklerinde çıkarlarına bu münasip olmuştu.

Osman'ın varlığı da büyük bir güçtü zira herkes öldürülürse kendi iti olacak birinin tahta çıkması iyi olurdu. Ordusu çok büyük olmasa da bir ölüm biata yeterdi bile.

Firmenlerin savaş için yeterince sebebi vardı, iki prensini Mehpare'ye kurban etmişlerdi ve intikam için tahta çıkacak kişinin belirlenmesi beklenmişti. Bir kere Asafoğulları üzerinden tertip yapıp yenilgi aldıklarından bu defa Nastia üzerinden savaşmayı seçmişlerdi, bunun için de çiğnemeleri gereken bir Alkan vardı, orduları dağıtılmış ve başsız bırakılmıştı. Birkaç coğrafi sebepten dolayı duraklamak durumunda kalmışlardı lakin Bayezid oraya varana kadar işleri halledebilirlerdi.

Bayezid Salih Giray'a iki orta verip gidip tahta çıkmasını, ülkesini korumasını emretti. Sürekli irtibatta kalacaklardı zira ordu toparlandığı vakit oradan Firmenlere müdahale olabilirdi.

Kapının önüne dizilmişti ayrılık habercisiydi sanki bu diziliş. Veda etmek için herkes oradaydı. Sırada olmayan kişi Bayezid ortada duruyordu biraz ilerisinde de sırasıyla Esma Valide Sultan, Afife Sultan, Mehpare Sultan, İsmihan Sultan, Şehzade Cihangir, Şehzade Murat, Sladjana Hatun ve Ceylan Hatun vardı.

Evvela Salih Giray padişahın elini öptü ardından doğrulup kendisine sarılan adama karşılık verdi. "Dediklerimi zinhar hatırınızdan çıkartmayın Salih Giray Han. Taht da sizindir ordu da, evvela devletinizi sonra devletimi koruyun. Ve iki gözümün biri Şirin'ime ve orada kalan diğer gözüm Fahriye'mle yeğenlerime iyi bakın." Resmi konuşmuştu ve ona han demişti, bu da tahta çıkmış olmasa dahi han seçildiğini gösteriyordu. "Emanetlerinize sahip çıkacağımdan kuşkunuz olmasın." diyerek gülümsedi burukça. İkisinin de ağabeyi öldürülmüştü ve ikisi de tahta çıkıp acılarını yüreklerine gömmek zorunda kalmışlardı.

Salih Giray Valide Sultan'ın da elini öptükten sonra yanına gelen şehzadelerle kucaklaştı. Cihangir'le sarıldıktan sonra Murat'ın yanına çöktü. "Sizle nice günler geçirdik şehzadem, kendinize çok iyi bakın ve tüm bedbaht günleri hatırınızdan çıkarın." Kendisinin zehirlenip ölümden döndüğü, Murat'ın dilinin de lal olduğu geceden bahsediyordu lakin unutması imkansızdı. Murat her gece o günü hatırlıyordu.

Murat gülümseyip kollarını adama sardı sıkıca, eniştesiydi ve onu gerçekten seviyordu, ona kalsa gitmemeliydi ama devlet emredince bir sebebi vardı ki gitmek zorunda kalmıştı.

Şirin geldi bu defa, ağabeyinin elini öpüp sımsıkı sarıldı. Bayezid alnına bir buse kondurduktan sonra gözlerini onunkilere dikti. "Fahriye'm yetmezmiş gibi seni de gönderirim uzaklara içim acır lakin devlet meselesi bu bilirsin. Kendine ve ona çok dikkat et. Ayağınıza taş değmesin, hayırlısıyla gidin." Şirin ağlamadı lakin pek duygulandı. "Aklın kalmasın ağabey, o cehennemi cennete çevireceğiz el ele." diyerek Salih Giray'a baktı, gülümsedi.

Validesinin elini öpüp sıkıca sardıktan sonra üvey olmasına rağmen öz anadan farksız anasının gözyaşlarını sildi. "Bir kızımı daha uzaklara yollarım." Şirin başını iki yana salladı. "Han hatunuyum ben validem, vazife bekler uzak yahut yakın." Esma Sultan başını sallayıp gözyaşlarını sildi ve boynundaki gerdanlığı çıkarıp kızının boynuna taktı. Bir benzerini de Fahriye giderken vermişti, şimdi diğer kızını da eksik bırakmadı. Çok pahalı ve değerli bir kolyeydi, her iki kolyeyi de kendi parasıyla yaptırmıştı. Bir taşı bile senelerce karın doyurmaya yetebilirdi. Savaşın ortasındalardı ve her an ne olabileceği belirsizdi, bu kolye kızına güvence olabilirdi.

"Bu gerdanlık senindir, ananın ak sütü gibi de hakkındır evladım. Sütümü veremedim sana ama bunu verebilirim. Allah yardımcınız olsun, dara düştüğün vakit mektup yolla." Şirin başıyla onu tasdik edip yana geçti, Afife ile de sarıldıktan sonra Mehpare ile buluştu. "Bu günleri de görecekmişiz sultanım. Allah hakkınızda hayırlısını eyleyip ikinize de güç kudret versin."

Gülümsedi Şirin, en zor vakitlerinde yanında dağ gibi durmuştu bu kadın. Söylediği her şeyde samimiydi, Salih Giray meselesini bile ilk ona açmıştı, sırdaşı ve kardeşiydi. "Amin Mehpare, hakkını helal et, benden yana helal olsun." Mehpare de hakkını helal ettikten sonra herkesle sırasıyla görüştü lakin Murat'ı sona bıraktı.

"Murat'ım." diyerek geçirdikleri acı vakitleri hatırına getirdi. Ellerini kesmişti cellatlar onun da canına kıymasın diye, değerdi. Kolunu da bacağını da keserdi bir canı kurtarmak için zira bir can kurtarmış olsa da iki canın katline mâni olamamıştı, ağabeyi gözlerinin önünde öldürülmüş, Efruz'un ölüsü de gözlerinin önüne bırakılmıştı. Hatırlamak istemiyordu kötüyü, atmaya çalıştı zihninden.

Murat, halasına sımsıkı sarıldıktan sonra has bahçeden kopardığı çiçeği ona uzattı. Şirin de mutlulukla eline alıp başlığının kenarına yerleştirdi. "Teşekkür ederim çiçek için, benim de sana bir hediyem var." diyerek yanda bekleyen hizmetçiye baş işareti yaptı. Çok geçmeden ince uzun bir kutuyu kendisine teslim etti. Kutunun ağzını Murat'a doğru çevirip kapağını açtı. Murat çok şaşırdı sonra da çok sevindi, gözleriyle bu benim mi diye işaret ediyordu merakla.

"İlk gerçek kılıcın bizden hediye olsun istedim. Sen de bilirsin tahta kılıç ile pek muvaffak olamayız, en kötü vakitlerinde kullan büyüdüğünde yeterince talim edeceksin zaten." Murat eline aldı kılıcı ve gülümsedi, zaten ilim ehli olmak istiyordu kılıcı lüzum etmedikçe kullanmayacaktı lakin elini sürmeyecek de değildi. Kılıcı koluna doğru koyup ileriye doğru uzattı, gerçekten çok iyi dövülmüştü ve ona hastı, süslemesi ve üzerine adının işlenmesi onu daha da özel kılıyordu. Kutuya koyup halasına sarıldı sımsıkı, bu teşekkür demekti. "Allah'a emanet ol." dedi ve göz kırptı.

Ayağa kalkıp biraz geriye çekildi hepsine derin derin bakıp başını evine çevirdi, saray... Doğup büyüdüğü bu saray ona cenneti de cehennemi se yaşatmıştı, en çok da ağlatmıştı lakin güzel günleri de olmuştu. Babasını hatırladı, yiğit babasını. Ağabeylerini düşündü, ablasıyla beraber şımartıldığı günleri hatırladı, dört ağabeyi vardı ve hepsinden çok şey öğrenmişti. Tüm ağabeyleri de birbirlerine kıymıştı, bir de bu gerçek vardı lakin hatırından çıkardı o bedbaht anıları. Anka Köşkü'ne bakınca yüreği biraz daha cız etti, yaşadığı müddetçe hiçbir vakit sevmemişti onu lakin çok üzülüyordu ona, mutlu olamadığı gibi onu da mutlu etmemişti. Acı hatıraları da burada bırakıp ardına döndü ve Salih Giray ile yürümeye başladı, ileride duran arabaya binip kıyıya kadar sürecek kısa yolculuklarına başladılar.

"Ağlamadın giderken."

"İmdiye dek çok ağladım artık ağlamak istemem." diyerek ellerini sımsıkı tuttu kocasının. Gözlerine baktı ve "Sen benim yaralarımı nasıl sardıysan ben de senin yaralarını saracağım, hanlığını..." Son kelimesini düzeltti. "Hanlığımızı beraber kurtaracağız hanım." Başını göğsüne yasladı, zor olacaktı ama olacaktı. Salih Giray şimdiye kadar Mirzaoğulları için savaşmıştı şimdi de Şirin Alkanlar için savaşacaktı. Belki elinde kılıcı yoktu ama bu savaşta o da vardı, zaten savaş sadece kılıçla yapılmazdı ki. "Kurtaracağız hatunum, el ele nasıl göğüs gerdiysek tüm zorluklara yine gereceğiz." Şirin acılarını unutmamıştı alışmıştı, Salih Giray da alışacaktı, ölüler yakalarını bırakmasa da onlar bir ölüye dönmeyecek ve savaşacaklardı, el ele.

♟️

Bu veda beni bir tık üzdü... Hanzadem hatta hanım kardeşi gibiydi Bayezid'in, bu ayrılık en çok o ikisini yaraladı. Şirin'im yaa çok güzelsiniz canım çiftim hanlığınız kutlu olsun, savaşınızda da galip olursunuz umarım. Elveda...😔😭

Sladjana'nın soyunmasına ne diyorsunuz arsız kadın ya, bir de yediremeyip savaş çıkarttı ne manyak kadın be.

Peki ya Karaca ile Bayezid sahnesi nasıldı? Sizce Karaca bu gönül meselelerinde bir iş edecek mi? O değil de nasıl dövüştüler ya, önce ok sonra kılıç talimi yazarken yaşadım ben adamsınız adammm. 🔥

Peki ya doğacak bebişimiz Dilruba mı olacak acaba? Yoksa göremeyecek miyiz? Ne diyor bu yazar yine?

Bu bölüm Mehpare'yi göremedik ama defterlerimizin kapanması lazımdı, hesabımda yanılmıyorsam son iki bölüm ve Mehpare'yi bol bol göreceğiz.

Şimdilik hoşça kalın, vote ve yorumu unutmayalım.🥰❤️

Loading...
0%