Yeni Üyelik
29.
Bölüm

29. "Hasret"

@rubamsalepe

İstihbaratlar geldikçe kapıya dayanan savaşının tertibine de başlanmıştı. Bayezid Erguvan'a bir mektup yollayıp Sefer Bey'den sınır hattını korumasını ve olası bir Asafoğlu hamlesinde tüm sorumluluğu ilk elden almasını istemişti. Hoş, şu vakitten sonra Asafoğulları'nın harekete geçmemesi daha makuldü zira Osman'ın kurduğu ordu için bir sürü paralı askeri gizlice deniz yoluyla aktarmışlardı, gece karanlığında da şimdiye dek anlaşılmamıştı. En sonunda fark edilen bu hadise saray erkanının iyice canını sıkmıştı.

Divan odasında toplanılmıştı, Mehpare de kafesli pencereden divanı dinlemeye koyulmuştu, yine gidecekti ve erini yalnız bırakmayacaktı.

"Ne haber aldıysanız her şeyi söyleyin paşalarım, beylerim. Reisülküttap efendinin kayıtlarına da iyice geçsin ki vakti gelende konuştuklarımızı unutmayalım. Beşiri Yusuf Paşa başlayın."

Sadrazam bir adım öne çıkıp yerde serilmiş haritaya elindeki sopayla işaret ederek anlatmaya başladı. "Firmenler Dombay Dağı'nı aşmaya çalışırlarmış lakin aşmaları için de uzun bir ırmaktan geçmeleri gerekir, bu ırmağın yanlarından yürümesi zordur lakin dağa tırmanmak daha zor olduğundan burayı seçmişler. Geçmeleri uzun vakit alacak ordumuz dağların bittiği noktada dağ eteklerine gizlenip ok yağmuru ile orduya büyük darbe vurabilir." Padişah başıyla onu tasdik etti, dedikleri gayet makuldü lakin iki ayrı yerde bekleyen tehlike de vardı, Nastia ve Osman.

Hüseyin Paşa müsaade isteyip haritaya doğru eğildi, tam sınır bölgesine ve daha şarkına iki adet çubuk koydu. Aralarında uzun mesafe olan bu iki yerde iki ayrı ordu bekliyordu. Osman garptaki denize yakın olarak sınırdaydı, Nastia ordusu ise daha içte ve şark yönündeydi. "Tek ordu üç ayrı düşman..." diyerek özetledi uzatmadan. Söylenecek sözler çok söylenmişti aslında bu divan tertip divanıydı, kim nerede ne yapıyor zaten öğrenilmişti.

"Hacegân, ne etmemiz münasip olur?" diyerek ağabeyinin lalasına döndü. Düşünecek pek bir şey yoktu, ordu bölünmek zorundaydı yoksa hepsi bir olduğunda yenmesi zor olurdu.

"Orduyu bölüp saldırmak daha münasip olacaktır." dedi ve ayrıntıya girdi. "Ordumuzdan 100 bin civarı asker götürmek yeterli olacaktır zira fazlasını alırsak Asaofoğulları'na karşı korumasız bir devlet ardımızda bırakmış oluruz."

Vaktiyle beylerbeyi olduğundan taşradaki tımar sisteminden çok iyi anlardı, tımarlı sipahiler aynı serbazlar gibi ordunun bel kemiğiydi. Ordunun bir kısmını da onlar oluşturmalıydı. "Tımarlı sipahilerin çoğu Firmenler üzerine yollanmalı, ağır zırhlı birlikler ok yağmurundan elbette ki bir vakit sonra kurtulacaktır lakin tımarlı sipahilerden kurtulması zordur. Serbazlar kadar talimli olmasalar da ağır zırhlıları yenecek kadar güçlü ve bilgilidirler." Haklıydı da, Nastia ve Osman'ın ordularının karşısına daha talimli ordu çıkmalıydı yenilgi almamak için lakin Firmen orduları üzerine yollamam sipahiler de onların hakkından gelecekti.

Bayezid'in içine bölmek sinmiyordu lakin başka çaresi de yoktu, Nastia ve Osman üzerine, daha evvel döktürülmüş yeni toplar ile saldırılacaktı. Onların da meydana ulaşması vakit alacaktı, savaş yolları her vakit uzundu lakin atlı ve yüksüz birlik her vakit önden varırdı, tımarlı sipahiler ondan sebep şansılardı.

"Orduyu bölsek dahi destek gelmeden zafer elde etmek pek zor, bu hususta fikri olan var mıdır?"

Serbazbaşı Ferhat Ağa öne çıkıp müsaade istedi. Orduya en hakim oydu, ordunun başıydı ve ondan iyi kimse tertip bilemezdi. "Hünkârım evvela Firmenler ile savaşılır sonra askerlerimiz arkadan geleceği için arada sıkışırlar ve imha edilirler." Bu da makuldü her şey yolunda giderse olabilecek bir şeydi.

Topçu Musa Paşa "Firmenlerin yenilmesi için daha çok destek gerekir bunu da Alkan yapar lakin ordu dağılmış vaziyette olduğundan bu zordur. Alkan kıyılarına donanmamızın bir kısmı ile gidip göz dağı vermeyi öneririm zira leventlerimin bu savaş için yapabileceği tek şey budur, deniz değil kara savaşıdır bu malum."

Son olarak Kemankeş Dilaver Paşa öne çıkıp söz aldı. "Peki ya orduyu nasıl böleceğiz? Tam tertibat aklınızda oluştu mu?" Bayezid'e yöneltmişti sorusunu, Bayezid tekrar ayağa kalkıp ellerini kemerine götürdü, düşünceliydi bu da kaşlarının çatıklığından aşikar oluyordu. Başını yanında dikilen şehzadelerine çevirdi. Hem damadı hem de iki oğlu yanı başındaydı, savaş yakınlaştığından Saruhan'dan çağrılmıştı Savcı ve ordusuyla beraber Dersaadet'e gelmişti. Kaidelere göre şehzadeler padişah ile savaşa giderlerdi ki böylece onun yokluğunda bir oyun etmeyecek, tahta çıkmaya çalışmaları engellenecekti.

Bayezid de kaidelere uymuştu lakin onun amacı tahtını sağlama almak değil savaş meydanında onlardan güç bulmaktı. "Şehzadeler ordularımın başında olacak." diyerek harita başına geldi. Harita üzerine konulan üç çubuk düşmanların yerini gösteriyordu Bayezid de farklı renk çubukları alıp karşılarına koydu. Daha küçük çubuklarla da gidiş yönünü belirledi. Küçük ahşap topları da dizip savaş tertibini oluşturdu.

"Şehzade Cihangir Firmenler üzerine gidecek tımarlı sipahiler ile. Şehzade Savcı ise Osman'ın üzerine yürüyecek." diyerek şeyhülislama döndü. "Nizamı alem için Şehzade Osman'ın katli münasip midir Abid Efendi, fetva isterim."

"Münasiptir." sözüyle yandaki kâtibe döndü, kâtip hızlı bir fetva yazdı, Şeyhülislam da cevabını verdi. Böylece Osman için ölüm izni olan fetva çıkmıştı şimdi de ölümüne ferman verilecekti. "Şehzade Savcı, Osman'ı boğmak yahut boğdurmak senin vazifendir. Canlı istemem onu cansız bedenini getirmen münasiptir." Cihangir'e çevirmedi bile yüzünü, bir kez daha sorarsa sanki acısı çoğalacak gibiydi. Kendisine boyun eğeceğini çok iyi biliyordu lakin bu defa sormaya gönlü elvermedi.

İki şehzade de başıyla emri kabul ettiklerini gösterdikten sonra Bayezid tekrar konuşmaya başladı. "Ana ordunun başında ben olacağım orduyu üçe bölmüş olduğumuzdan benimle kalacak kısım saldırıya geçerse yenik düşebilir bundan sebep şehzadelerimin zafer kazanıp destek için gelmeleri gerekir. Onlar gelmeden saldırmayacağım lakin Nastia durur mu bilemem, top namlularını onlara çevirsek dahi onların da topları bize çevrili olacaktır."

Çok tehlikeliydi bu, ihtimal bile savaşı kaybettirebilirdi lakin buna kesin bir tedbir alınamazdı. Sadece ihtimal üzerine alınacak bir tedbir vardı, esasen elinde bir rehin vardı adamın. "Sladjana Sofia Hatun'u da yanınızda götürün, Nastia kendi prensesinin olduğu orduya saldıramayacaktır ve saldırmamızı bekleyecektir." Fazıl Paşa'nın bu tavsiyesi destek aldı ve karar verildi.

Ordu üçe bölünüp yola öyle çıkacaktı, Cihangir ve tımarlı sipahiler şarktan yürüyeceklerdi, Savcı ve Bayezid de bir yere kadar beraber yürüyüp sonra ayrılacaklardı. İki şehzade de derhal zafer elde edip Bayezid'e desteğe gelecekti, böylelikle zafer gelecekti. Osman işi Firmen işine göre daha kolaydı lakin Firmenler kalabalıktı zafer elde edilecekse de bu hemen olmazdı, en başta coğrafya buna müsaade etmezdi. Bunun için de Prenses Sladjana Sofia Petroviç rehin alınabilirdi, bu da istenilen vakti kazandırdı Mirzaoğulları'na. Zira vakit çok mühimdi, oraya varmaları elli günü geçecekti ve ordu oraya vardığında düşman çoktan hazırlanmış ve tedbirini almış olacaktı.

"O halde derhal hazırlıkları tamam edin ki çoğu bitti bilirim iki gün içinde yola revan olacağız." diyerek divan odasından ayrıldı. Heyecanlıydı, tahttaki ilk savaşı olacaktı ve bu tüm cihanın konuşacağı büyük bir savaş olacaktı. Nesiller sonrasında dahi konuşulacak bir savaş...

Has odasına varması çok da uzun sürmedi adamın, hızlıca odasına daldı biraz zihnini dinleyip savaş için toparlanacaktı. Odasında zevcesini beklemiyordu tabii ki. "Mehpare?" dedi, şaşırdı zira bu saatlerde gelmezdi pek. "Bayezid." diyerek yanına gitti. Gülümseyerek alnına bir öpücük kondurdu, zihnen yorgundu geceyi bilemedi ama şimdi biraz dinlenmek istemişti.

"Mehpare?" diyerek hiç sormadığı sorusuna cevap bekledi küçük bir gülümsemeyle. Ağzından çıkacak sözleri tahmin etse de sustu, kendi söylemeliydi. "Ben de geleyim." Tahmin ettiği doğru çıkmıştı, savaşa gelmek istiyordu. Afşin Kale'de olduğu gibi sırt sırta dövüşmek ve zafere gitmek istiyordu ve bir de o Sladjana ile kocasını yalnız bırakmak istemiyordu.

Bayezid gülümsedi ve elleriyle oturmasını işaret etti, kendi de yanına oturdu. "Sebebini bilmek isterim." dedi, bu defa itiraz etmemişti. Kabul edecek miydi bilmiyordu Mehpare ama o kararlıydı, gerekirse yağ fıçılarından birine girer yine de savaşa o da giderdi. "Bil, tabii bil." diyerek ekledi. "Afşin Kale Savaşı gibi bu Son Kale Savaşı'nda da yanında olmak isterim. Bir de o hatun ile seni yalnız komak istemem."

Bayezid hafifçe kaşlarını çatıp gözlerine dik dik baktı. "Divânı mı dinledin sen?" Mehpare dudaklarını birbirine bastırıp başını salladı. Kaç askere bedeldi çok iyi biliyordu lakin korkuyordu onu kaybetmekten. Yine de dediğini etmezse gizlice geleceğinden adı kadar emindi. "Bağışla lakin faydam olabilir belki diye düşündüm. Ben de geleyim Allah aşkına." Kılıcını çoktan bilemişti, tek ihtiyacı olan şey müsaadeydi.

"O hatuna elimi sürmedim sürmem de endişe etme. Müsaade ettim ben nerede olursam yanımda olacaksın." diyerek ikiletmedi isteğini. Gülümseyerek kucakladılar birbirlerini sabah yola çıkacak gibi hazırlanmasını söyledi bıçaklarını bilemeli, zırhını ve miğferini hazır etmeliydi. Zaten Mahpare bu savaş haberlerini alır almaz bunu yapıp kendine yemi bir zırh ve miğfer yaptırmıştı. Bayezid'in ona yaptırdığı miğfer Afşin Kale'de telef olmuştu, o miğferden daha güzel bir miğfer yaptırdı kendine, padişaha değil de şehzadelerinkine has güzellikteydi. Zırhı tam bedenine göre yapılmıştı belinde üç hanedanını simgeleyen damgalı bir kemer vardı böylelikle mevkiisinin yüksek olduğu aşikar oluyordu.

Mehpare hazırlık yapmaya gitti, Bayezid de istirahate çekildi. Sarayın bahçesinde ise iki genç karşı karşıya gelmişti, bugün vedalar günüydü. Herkes birbirine veda edecek ve geri dönüş sözleri verecekti lakin bu gidişlerin dönüşleri olmayabilirdi. Esas vedalar bundan sebep oluyordu ya zaten.

Karaca önden yürümekte olan Mehveş Hatun'u durdurup önüne geçti, bir süre düşünmüştü padişahı aklına girmişti zira. Düşünüp bir karara varmıştı. "Hayrola Karaca Bey, ben demeden haneme gitmek için bana eşlik etmeye mi geldiniz?" Karaca başını iki yana salladı. "Bir dahakine sözüm olsun lakin şimdi gelemem, hazırlıklarla alakadar olurum." dedi.

Mehveş yüzünü ekşitti. Babasının da gideceği savaştı bu, oldu olası savaşlardan nefret etmişti. Babası beylerbeyiyken de defalarca seferlere gitmişti, bu ayrılıkları sevmiyordu. "O vakit Allah'a emanet olun." diyerek ardına bakmadan yoluna devam etti, bunu demek için mi yolunu kesmişti? Karaca etrafa baktı, onca hazırlığa rağmen sessiz sakin bir vakte denk gelmişti, hızlı adımlarla hatunun kolundan tutup onu sarayın büyük gövdeli ağacının arkasına çekti. "Ne edersiniz Karaca Bey, ya bir gören olaydı?

"Lakin olmadı." diyerek etrafına baktı, sonra da kolunu bıraktı. Canını acıtmadan çekiştirdiğinden içi pek rahattı. "Ne diyeceksiniz?" Karşısındaki ruhsuz adama baktı ve kollarını göğsünde birleştirdi. "Şey diyecektim."
"Ney?" Böyle olacak gibi değildi. Ne yapacağını da bilemedi. "Mendiliniz var mı?" diye sordu, Mehveş soruya şaşırsa da dediğini yaptı ve mendilini çıkardı. Adam ellerinden aldı ve elini belindeki hançere götürdü bir hamlede saçından bir tutamı kesip mendile bıraktı.

"Sizden bunu istemem münasip olmaz diye düşündüm, ben yapayım dedim. Sizden istediğim bu mendili ve içindekini saklayıp seferden dönene kadar beni beklemenizdir." diyerek başını hafifçe öne eğdi, her zamanki soğukluğunda olsa da ilk defa sözleri sıcaktı, belki de adamın hep duruşu soğuk gelmişti ona. "Tabii siz de beklemek isterseniz Mahveş Hatun." diyerek hançeri beline iliştirdi. Söyledikleri ona kolay gelmiyordu lakin ölüm vardı, ölüm olmasa dahi Mehveş Hatun gönlünü birine kaptırabilirdi. Babası dönmeden kimseyle evlenemezdi lakin birini sevme ihtimali bile bunu yapmasına sebebiyetti.

Mehveş Hatun ciddiyetini bozmadı ve hançerini çekti, yukarıya kadar kaldırdı. Ona saplasa dahi hakkıydı, hislerine cevap vermemiş ve sertçe reddetmiş olurdu. Karaca da bunu yapacağını düşündü lakin beklediği olmadı. Mehveş Hatun örtüsünün yanlarından çıkan kıvırcık saçlarından bir tutamı kesip "Mendiliniz var mıdır Karaca Bey." diyerek adama uzattı. Mahveş ciddiyetini masum bir gülümsemeye bıraktı, Karaca da her zamanki gibi gözüküyordu, ciddiydi lakin bu seferki ciddiyeti şaşkınlıktandı. Ellerine uzatılan saçları belinden çıkardığı mendile sardı ve uzun süre sonra bir gülümsemeyle karşısındaki hatuna baktı.

"Bekleyeceğim, tez gelin ve zinhar yara almayın." dedi ve elindeki saçlara baktı. "Beni bir tutam saça mahkum etmeyin ve sağ salim dönün." Tekrar adama baktı. Karaca'nın durgun yüzünü ilk defa böylesine gülümserken gördü, bundan sonra hep o yanını görmeliyim diye geçirdi zihninden. "Allah'ın izniyle sağ salim döneceğim endişe etmeyin." diyerek biraz daha içten baktı hatuna lakin daha fazla durursa kendini tutamayacağını düşündü. "Ben artık gideyim, malum hazırlıklar."

"Allah'a emanet olun." Sözünü duymasının ardından bir baş selamıyla yanından ayrıldı. Mehveş hâlâ onu görüyorken avucundaki mendile sarılı olan kıvırcık saçları kokladı ve ardına baktı, bir gülümsemeyle veda etti ona lakin bu bir elveda mıydı yoksa veda mı buna savaş karar verecekti.

°•°•°

Geceyi Afife ile geçirmişti Bayezid, uzun süre ayrı kalacaklarından ve hasret gideremeyeceklerinden onunla olduğu vakti boşa harcamamış doyasıya sevmişti onu. Kollarının arasına sarmış ve uykuya öyle dalmıştı. Sabah ezanından sonra kahvaltısını da onunla etmiş, gitmek için hazırlığa başlamıştı.

Has odada askı üzerine konmuş zırhı avuçlarına aldı Afife, boyu yetişmemişti üzerine geçirmeye bundan sebep Bayezid elinden alıp başından aşağıya geçirmişti. Afife de dolu gözlerle zırhını düğümlemeye başladı. "Sesin çıkmaz güzel gözlüm." Sebebini iyi bilse de konuşmasını, içine kapanmamasını istemişti. "Bayezid..." Adını uzun vakit sonra söylemişti, adam buna müsaade etse bile Afife pek tercih etmezdi zira kendisi bir köle olduğundan adını anmaya layık görmüyordu kendini. Lakin bu defa uzun bir ayrılık vardı, bu isim orucunu bozup ona adıyla seslenmişti.

"Adımı senden işitmeyeli uzun vakit olmuş Afife'm, özlemişim." Kol ve dirseklerine kollukları yerleştirip kılıcını da belindeki kemere astı. "Ben bu hasrete nasıl dayanırım?" diyerek gözlerindeki yaşları serbest bıraktı lakin Bayezid silip kollarına sardı kadını. "Şşş ağlamanı istemem aklım burada kalmasın, sana hasrettir de bana değil midir?" Eğer ki savaşın başında durmaz ise zafer bu vaziyette daha zor olurdu, güçlü ve bir olmuş düşmanlara karşı inançlı savaşçılar lazımdı, o savaşçılar da başlarında padişahlarını görürseler daha inançlı saldırırlardı. "Lakin..."

"Lakini yok sultanım, ardımdan bir damla dahi gözyaşı dökmeni istemem. Sen iyi olacaksın ki benim de aklım burada kalmasın. Anlaştık mı?"

"Köleniz hasretinizden yansa dahi gözyaşı akıtmayacak, madem böyle buyurdunuz buyruğunuza boyun eğip dediğinizi edeceğim." Bayezid bu teslimiyete gülümseyip masanın üzerinde duran ciltli kitabı kadına uzattı, kadın içindekini tahmin etse de sessiz kalıp adamın söylemesini bekledi.

"Derunî Divanı, her beyit senin için neşredildi. Sana olan sevdamı neşrettim buraya, bilmediklerin de var içinde. Ne vakit hasret çekersen o vakit açıp okursun lakin acele etme." dedi gülümseyerek. Elleriyle yazmıştı, şairlikte pek mahirdi aynının savaş meydanında da olmasını diledi.

Afife bir söz söyleyemedi evvela kitabı sardı sonra da padişahını, parmak ucuna yükselip duygu dolu bir buse bıraktı adamın dudaklarına. "Bu divan için müteşekkirim, sevincime sözler kifayetsiz kaldı. Hüznümü nasıl da sevinçle değiştirdiniz hayran kaldım. Bu divan sevdamızın kitabıysa bu da sevdamızın mührü olsun o vakit." diyerek az evvelki öpücüğü kastetti. Bayezid de öpücüğe karşılık verip iyice mühürlemiş oldu.

Ağaların seslenmesiyle hazırlıkları hızlandırdı, miğferi de başına geçirdikten sonra gitmeden evvel son defa döndü hatuna. "Bana bir şey olursa..." Sözünü kesti Afife parmaklarını dudaklarına götürdü. "Her sefere çıktığımda söylemem gerekir sen de bilirsin, eğer bana bir şey olur ise taht evvela Savcı'nın hakkı sonra da Cihangir'in hakkıdır, hatırında bulunsun sözlerim." Murat'ı katmamıştı zira dili lal olandan padişah olmazdı bunu herkes bilirdi, katmaması da bundan sebepti. Sustu kadın ve başını salladı öylece.

Saray kapısından çıktığı vakit harem ahalisinin sıraya dizildiğini gördü. Valide Sultan, Afife, İsmihan, Murat ve Ceylan Hatun sıraya dizilmişlerdi. Cihangir, Savcı, Mehpare ve Sladjana da gitmek için ve vedalaşmak için ayrı bir kenarda bekliyorlardı.

Evvela Bayezid gidip validesinin elini öpüp helallik aldı. Bir ana için sadece doğurmak yetmezdi. Hep söylerdi Esma Sultan, ben sizi karnımda değil yüreğimde taşıdım diye. Şimdi de yanında hiçbir evladı kalmayacaktı, Şirin de gitmişti şimdi oğlu da sefere çıkıyordu. Endişeli olsa da belli etmemeye çalıştı zira saraydan kendisi mesuldü, oğlunun gözünün arkada kalmaması lazımdı.

Annesinden sonra Afife'yle de vedalaştı, helallik aldıktan sonra alnından öpüp kızı ve oğluna da sarıldı. Özellikle Murat en küçük evladıydı, dilinin çözülmemesi canını acıtsa da ona belli etmiyordu. "Arslanım halanın sana verdiği kılıç ile koru sarayımızı, bu sarayda kalan tek şehzade sensin ve sana emanet ederim." Murat bunu sevmişti zira sorumluluk alıp babası ve ağabeyinin yokluğunda vazifeye layık görülmüştü. Başını sallayıp kocaman kucakladı babasını.

Ceylan Hatun'a geldiği vakit alnına küçük bir öpücük koyduktan sonra elini iyice büyümüş olan karnına götürdü. "Ben yokken de güvende olacaksınız her türlü tedbiri aldım endişe etme Ceylan Hatun, doğrusunu Rabbim bilir lakin içime doğan Dilruba'mız gelecek gibi. Aman dikkat et ve zinhar ağzına tatlı koma." Ceylan gülümseyip başını iki yana salladı. "Endişe etmeyin Dilruba'mın canı ekşi çeker, ağzıma zinhar tatlı komam ve kendimize dikkat ederim." diyerek selam verdi. Vedaları bitmişti Bayezid'in.

Onun ardından Mehpare ve Savcı da herkesle vedalaşmıştı. Savcı, kardeşleriyle vedalaşırken duygulandı özellikle de Murat'a döndüğü vakit sancağa geçmeden talim ve av sözü verdi. Cihangir'de vedalaştı lakin İsmihan'dan ayrılması zor oldu. Alnından öptü, yetmeyince Bayezid başını başka yöne çevirdiğinde ki bunu çekinmesin yapsın diye çevirdi hatununu sıkı sıkı sardı, sağ salim döneceğine sözler verdi.

İki veda daha vardı lakin bunlar sessiz vedalardı. Birbirinin saçlarını kıyafetlerinde taşıyan bu sessizler gülümsemeden dahi anlaşabilmişler ve vedalaşabilmişlerdi, Savcı da arkada duran Zarife ile vedalaştı, zaten imkansızlarken yine imkansızlıklara gitmeleri ikisinin de canını acıtmıştı.

Bir gün evvelinde yan yana gelip vedalaşmışlar ve birbirlerine kendilerinden bir parça eşya daha vermişlerdi. Zarife'den aldığı kısa örtüyü deri kemerinin içine koyup vücudunu sarmıştı. Kayıp çıkmazdı, düşmezdi de öyle güzel sabitledi, hatuna ait olduğu da anlaşılmıyordu bundan sebep kenarlarından gözüken kısmı sanki kendi kıyafeti gibi duruyordu.

Vedalar zordu lakin savaş daha zordu, ordu yola çıkmış her şeyi tertiplendiği gibi gidiyordu. Zaten toplar dünden yola çıkmış önden savaş meydanına doğru yola ilerliyordu, meydana varmadan toplar ile denk geleceklerdi böylelikle toplar da emniyette olacaktı.

Atlar belli bir hızda gidiyordu, yaya askerler de vardı bundan sebep yol hemen bitmeyecekti işin iyi kısmı Afşin Kale kadar uzak değildi savaş bölgesi, Firmenlerin bulunduğu yer biraz mesafeliydi sadece, ona da atlılar gideceğinden daha rahat olacaktı.

Uçsuz bucaksız ovalar vardı önlerinde, tarlalar ekiliydi. Askerlerin özellikle de atların geçerken ekili yerleri ezmesi durumunda zararı devlet karşılardı. Ordunun ilk zorlu geçişleri Edirne'deki büyük nehir ve onun kollarıydı. Nehirden gemiler bile geçebiliyordu buradan geçecek atlılar ve yayalar için ahşap köprü kurulacaktı, daha evvel yapılmıştı bu sadece söküp takılıyor, yanlarında taşınıyordu. Orduda yollardan sorumlu bölükler vardı, bu vazife onlarındı. Evvelden gidip köprüyü kurmak, yolları belirlemek, bataklıkları geçilecek hâle getirmek gibi şeyler ile vazifeliydiler.
Toplar geçirilirken ise kayıklar kullanılmıştı lakin orduyu hızlıca geçirmek için makul olan köprüydü.

Nehri aştıktan sonra Cihangir ile yolları ayrılacaktı. Bayezid'in bir yanında şehzadeler diğer yanında Mehpare vardı, Silahtar Sansar, Karaca Bey, Kemankeş Dilaver ve Fazıl Paşalar da hemen arkasından geliyordu. Paşaların hepsini getirmemişti zira sarayda onların yönetimine ihtiyaç vardı iki paşa yeterdi, birini Cihangir'le birini de Savcı'yla yollayacaktı, sonuçta ilk seferleriydi ve tedbirli olmaları icap ediyordu. Tecrübeli paşaların onlara yardımı olurdu. Bayezid de tecrübesine güvenip yanına kimseyi almamıştı paşalardan. Ordu onların peşlerinden geliyordu, herkesin içinde heyecan vardı. Ordu için savaş ganimet demekti ve sırf bunun için bile savaşabilirlerdi.

"Cenk Türk'e düğündür sultanım, bizim düğünümüz olmamıştı bizim de düğünümüz bu olsun." dedi yanındaki at üzerinde yolculuk eden zevcesine. Prenses arabada gidiyordu lakin Mehpare yine inatla ata binmişti, prensesti o da ama savaşçı bir prensesti. Firmenlerin soyunu kurutan, Asafoğulları'nın dengesini bozan ve hatun haliyle babasının tahtında hak iddia eden bir prensesti. Bir erkekten çok daha fazlasıydı o, hiç kimse onunla boy ölçüşemezdi. "Asıl düğünü onlar yaşayacak eminim hünkârım." diyerek gülümsedi, kendinden ve yanındakilerden emindi. Belinde ve kuşağında baba yadigarı hançeri vardı. Bıçaklarını da bilemiş, düşmana tam isabet etsin diye kıyafetinin birçok yerine gizlemişti. Başındaki toka bile insana saplanabilecek cinstendi ki daha önce Firmen prensine öyle saplamıştı.

"Siz varken aksi ne mümkün? Bakalım bu defa kimlerin soyunu kurutacaksınız?" Beraber ölümden döndüğü adamın kendine güvenini görüyordu gülünç şekilde söylese de. Halbuki dediklerini birebir düşünüyordu adam, elinden her şey gelirdi. Başaramayacağı şey yoktu, en kötü ânında bile bir çözüm bulurdu.

Nehre varıp üzerinden geçmeleri çok da uzun sürmedi, Bayezid geçer geçmez atından inip Cihangir'i karşısına aldı. Yalnızlardı ve bu konuşma onlar için lüzumluydu. Elini damadının omuzlarına koyup keskin bakışlarla ona baktı, güven vermek istemişti ona çünkü en çok buna ihtiyaç vardı. Savaş anında bir an dahi şüphe edilirse savaş kayba kadar gidebilirdi.

"Cihangir, yeğenim." dedi ve ekledi. "Oğlum." Son kelimesi Şehzade'nin hoşuna gitmiş olacak ki gülümsedi, babasından hiçbir şey görmediğinden şefkate ve sevgiye ihtiyaç duyuyordu, hiç olmazsa merhamete. Bayezid de bunu sonuna kadar veriyordu. "Buyurun baba." dediğinde Bayezid de gülümsedi. Daha evvel konuşmayacağını söylemiş olsa da tutamadı kendini, padişah olarak susması gerekse de amcası ve babası olarak susamadı.

"Osman'ı affetmem mümkün değil, ne diyeceğini bilsem de yine de sana söylemek istedim içim rahat etmiyor zira." Ağabeyinden sonra yeğenini de öldürecekti ve onların kanından olan çocuğu damadı yapmıştı. Bir başkası olsa intikam isterdi lakin aksine Cihangir adaleti istemiş ve devlet için gerekenin yapılmasını söylemişti. Yardan da atadan da candan da geçerim demişti, ötesi yoktu ki bunun.

"Osman öldüğünde canım yanacak lakin o ölmezse başkalarının canı daha çok acıyacak. Bu meseleye beni dahil etmediğiniz için müteşekkirim ben dokunamazdım. Şimdi sanki hiçbir şey olmamış gibi sizin için..." başını iki yana sallayıp ekledi. "Devletimiz için savaşacağım."

Bayezid memnun olmuştu, evlattan yana yüzü gülmüştü bir evladı da oydu. "Sakın ha yaralanayım deme İsmihan'ımın dırdırını çekemem hiç." Cihangir gülerek cevap verdi. "Sultanımı üzecek iş etmem merak buyurmayın." İsmihan dırdır etmekle kalmaz görmediği gözlerini umursamadan sadece hisleriyle ona bunu yapanı bulmaya çalışacağını söylerdi, tabii mesele sadece burada kalırdı ileriye gidemezdi.

Zor kopmuşlardı birbirlerinden, öpmelere doyamamışlardı. Cihangir sanki vücutları hiç ayrılmamış gibi gezmişti odalarında. Dip dibelerdi, uyurken kenetlenmişler hatta daha da ileriye götürmüşlerdi. Hasret uzun sürecekti ve yeni evli sayılırlardı, sadece birkaç ay olmuştu ve birbirlerine hemen doymaları imkansızdı. Ondan bir şey almamıştı yanına, mavi gözlerini kalbinde taşıyordu zaten, kokusu burnundaydı, elleri ellerindeydi. Her an hissedebiliyordu varlığını, demek ki ayrılık sevenler için değildi. Bedenler ayrılsa da bir insan birini seviyorsa onda bir şekilde var oluyordu.

"Eğer ki emri hak vuku bulursa..."

"Baba!" diyerek bu acı cümleyi kesti Şehzade lakin duymak zorundaydı. Mümkündü her şey ve ona göre davranmalılardı. "O vakit taht Savcı'nındır destek olasın ki gözüm arkada kalmasın."

Bu cümleleri ondan duymak istemiyordu lakin mâni de olamazdı. Emri kabul edip adama sımsıkı sarıldı ve helallik alarak Savcı'ya geçti. Onunla çok vakit geçiremese de akılları birbirininkiler gibiydi ve ikisi de hak yolunda olduğundan birbirlerini seviyorlardı. Hem amcaoğlu hem de eniştesi oluyordu Savcı'nın, bacısını böyle bir adama emanet etmiş bir ağabey olarak halinden pek memnundu. "Öleyim deme yoksa kardeşini teselli edemem hiç ona göre." diyerek Bayezid'in yaptığını yaptı latifelerle. Hep ciddi olacak değillerdi ya, savaş kan nereye kadardı?

"Sen de ölme Cihangir, bacım ağlarken çok çirkin oluyor onunla hiç alakadar olamam. Hem sancağım var benim onunla alakadar olacağım. Öldürtme kendini." İki taraf da karşılıklı gülüşüp kucaklaştılar, daha evvel ve daha sakin vakitlerde tanışıp vakit geçirmelilerdi ama hiçbir zaman sakin vakitleri olmamıştı. Hanedandan kimselerin vakti olmazdı, hep bir meşguliyetleri vardı hele ki şehzadelerse mesuliyetleri vardı, sancak vardı. Bunlar mühimdi, kimse kimseye vakit ayıramıyordu. Lakin birbirlerine savaş dönüşü av için sözleştiler, zaten aynı sözü Murat için padişah da vermişti onlarla beraber büyük ve güzel bir av olurdu. Küçük tertipler ve latifelerden sonra yollarını ayırmak durumunda kaldılar, Cihangir kendi yoluna gitmeye başladı.

Ardındaki tımarlı sipahilerle yapacağı tertip tuttuğunda Firmenlere büyük bir darbe vuracaktı, eğer ki Alkanlar vaktiyle yetişirse bu büyük zafer demekti zira her ne kadar çabuk zafer alırsa Bayezid'in bulunduğu ana ordu da o kadar çabuk zafer kazanırdı. Zaten zafer dışındaki hiçbir ihtimali akla getirmemişlerdi tedbir alsalar dahi.

Yanında Fazıl Paşa vardı zira daha evvel sulh için görüşmeye gittiği ülkeyle savaşmak olmazdı, Bayezid bunu münasip görmemişti. Hiç olmazsa ilk adımda kılıç tokuşturacağı Nastia değil Firmen olmalıydı.

Geçtikleri yollar yemyeşildi, orman ve ovalarla doluydu. Dağ tepe pek yoktu, ormanların bittiği yerlerde geniş tarlalar üzerinde de arpa ve buğday ekiliydi. Hâlâ Mirzaoğulları topraklarında olmalarına rağmen bulundukları yer hiç de yaşadığı yere benzemiyordu. Zaten denizi de yoktu, hem sancağında hem de dersaadette deniz vardı, saray uzak dahi olsa sık sık denizi seyre gider, zihnini dinginleştirirdi.

Sınırlara yakın yerlerde sınır boyu kaleleri vardı, bu kaleler sınırları korumak ve lüzum ettiğinde sığınmak için vardı. Asker de yerleştirilirdi lakin çok büyük kaleler değillerdi. Sayıları çoktu ama küçüklerdi ve aralarında belli mesafeler vardı.

Sınırların belli olduğu yerler yoktu esasen sınır boyları devletler aralarında sürekli el değiştirdiğinden bir köy yahut yerleşim görülünceye dek sahipsiz gibiydi. Benim diyenin oluyordu genelde benim diyen de Mirzaoğulları oluyordu. Alkanlarla ortak sınıra sahiplerdi Firmenler, bu iki ülkenin de Mirzaoğulları'na sınırı vardı işte o sınırı geçmişti Cihangir. Ardındaki atlı birliği pek dinlendirmeden Dombay Dağı'na doğru sürüyordu.

Günler, haftalar geçse de üzerinden geçtiği ovalar geçip bitmez olmuştu. Orman da ova da boldu, insanın içi açılıyordu ve havası da Dersaadet gibi değildi. Öyle esmiyordu, deniz olan yer çok esiyordu hele saray...

Karşısında bir dağ belirene kadar devam etti yola, hava karardığı vakit ise çadırları kurdurup yola ara verdi. Atlar yorulmuştu, insanlar da yorulmuştu. Acıkmışlardı da, esasen ordunun geçiş güzergahında evvelden seferler için hazırlanan yerlerden ordunun iaşesi temin edilirdi. Bunların en önemlileri koyun, bulgur ve pirinçti. Sabah ve akşam yemek çıkıyordu ve akşam yemeği vakti gecikmişti bile. Sefere çıkarken temin edilenlerden yemekler hazırlanmaya başlanırken çadırlar da hızlıca kuruldu. Gece burada konaklayıp öyle devam edeceklerdi zira savaşta atların güçlü kalması lazımdı, insanlar dayansa da onlar o kadar dayanamıyorlardı işte. Konaklayarak gideceği yere varmaları tam 55 gün sürüyordu. Bayezid ve Cihangir ise daha evvel varmışlardı lakin onların vaziyeti başkaydı, elli gün boyunca hazırlık yapıp karşılarında bekleyen bir ordu vardı. Kolay olmayacaktı işleri.

Esasen Cihangir'in gideceği Dombay Dağı daha yukarıda olsa da Bayezid'in bulunacağı yer hem aşağıda hem daha uzak kalıyordu. Garba daha yakın olması bunun sebebiydi. Bir gün içinde zafer kazanırsa hızlıca yardıma gidebilirdi, tüm tertip de buna göre yapılmıştı.

Kendisi için ayrılan çadıra geçip Fazıl Paşa'yı da yanına aldı, haritayı açıp önüne yaydı. "Buradayız paşam." diyerek bulundukları yeri gösterdi. Yolun çoğu fazlası bitmişti, şimdi aklın çalışıp atların dinleneceği vakitti. "Şehzadem, harita üzerinden konuşmamız kolaydır lakin gittiğimizde işler tertibimizdeki gibi işlemez diye çekinirim. Alkanlar'dan haber gelmedi, desteğe gelmeleri uzun olabilir. Onlar desteğe gecikirlerse biz de gecikiriz."

Cihangir de farkındaydı bunun lakin yapabileceği bir şey yoktu, haberci yollasa dahi dönmesi vakit alacaktı, bekliyordu sadece. "Savaşırken rahat ederiz lakin atları nasıl susturacağız?"

"Ses çıkarmıyor fark ettiyseniz yürürken, sessiz olması için özel nallar çakıldı atlara lakin gizlenme işinde aşikar edebiliriz kendimizi. Ordu menzilimize girdiği vakit ok yağmuruna tutmalıyız. Dar olduğunu söylemiştik yolun lakin menzilimiz yetecek mi? Hepsini gittiğimiz vakit öğreneceğiz."

Daha fazla tertip yapamazdı zira bir manası yoktu. Yaptıklarının faydası olmayacaktı, gidip göreceklerdi ve az kalmıştı. Çadırında yalnız kaldığı vakit kendini yerdeki büyük koyun postunun üzerine attı ve gözlerini yumdu. Haftalar geçmişti üzerinden, o bir çift mavi göz gözlerinin önüne gelip duruyordu. "Rahat dursaydınız ya kâfirler, beni hasret bıraktınız bu ellerde."

Elini belindeki hançere götürüp sıkıca tuttu. Firmenler önlerinin kesileceğinden habersizdi, onlar Nastia ordusuna katılmak için harekete geçmişlerdi lakin suyun şiddetinden dolayı zorlanmışlar ve geçişleri yavaşlamıştı. Uzun bir vadiydi, aşması günler sürerdi ve o günlere yetişebilecekti Cihangir.

Başını sadağına çevirip gözlerini açtı ve ıslıklı ok ilişti gözlerine. 30 bin kişiydi ordusu, otuz bin kişi aynı anda ıslıklı ok atarlarsa atlar da askerler de korkardı. Atlılarla pusu atmak yerine üzerlerine yürümek daha akıllıcaydı belki de.

"Beni sevdiğimden ırak bıraktınız ya ben de sizi seveceğim lakin kılıcımla." diyerek gözlerini yumdu tekrar. Araladığında her şey çok tez oldu. Yemekler yendi, çadırlar toplanıp yola çıkıldı. Sadece bir gece sonra elli günlük yürüyüş sona ermişti. Dağ ve şiddetli akan ırmak karşılarındaydı. Talihlilerdi, nehrin üzerinde büyük bir taş köprü vardı, ordu rahatlıkla dağın eteklerine yerleşebilirdi iki yanından da vadiyi sarabilirdi.

"Fazıl Paşa, tam da tahmin ettiğim gibi su çok ve az atlı yan yana geçebiliyor. Şansımıza çoğu yaya asker. Bu akıntı adamı yutar götürür. Böylesini Afşin Kale'de de görmüştüm, zordur lakin biz tamamen atlıyız." diyerek ordusuna baktı. Tepelerin eteklerine atlıları sokacak içlere kadar girecekti, ses çıkıp çıkmaması mühim değildi. Orduları kalabalık olsa da atlılar hızlı ve kuvvetliydi. Nehre girmeden bile koca ordu imha edilebilirdi. "Korktuğumuz kadar olmayacak, Alkanlara ihtiyacımız yok bile, başarabiliriz." Fazıl Paşa gülümseyip başını salladı ve ordunun yarısını emri altına alıp bir eteğe yerleşti, diğer etekte de Cihangir vardı.

Sabırlı bekleyiş başlamıştı, atlar sessizce duruyordu, kulaklarında koruyucular vardı ve sesten rahatsız olmamaları için yapılmıştı, işe yaramıştı da. Öğlen sıcağı olsa da yakıcı bir güneş altında değillerdi, zaten ormanlık yerdelerdi, gölge düşüyordu üzerlerine lakin birkaç adımda açıklık başlıyordu yani atılan oklar ağaçlara takılacak gibi değildi. Belindeki kılıcı aklı kadar keskindi, kıstığı gözlerle uzaklara bakıyordu, gelmelerini bekliyordu. Şansına nehrin akış şiddeti de azalmıştı. Bu da daha çabuk geleceklerini gösteriyordu. Tam vaktinde olmuştu.

İlerideki parlak zırhlı adamdan dolayı geldiklerini anladı. İyice aralarına girmelerini bekledi. "Bu iş burada bitecek ve biz dönüp yetişeceğiz. İnşallah dayanacaklar."

"Bekle." dedi yanındaki askere, elinde tuttuğu okun ucuna sardığı neftli bezi ateşe daldırmıştı, az daha beklemesi lazımdı. Atlılar önlerine geldikleri vakit. "Şimdi." diyerek emir verdi, yanındaki sipahi elindeki ateşli oku tam düşmanın önüne düşürdü böylelikle işaret verilmiş oldu. Aynı anda otuz bin asker ıslıklı ok atmaya başlayınca atlar ürküp üzerlerindeki askerleri atmaya başladı, yayalar da ürküp kaçıştılar. Zaten ikinci ok yağmuru ıslıklı oklarla değil de her zamanki oklarla yapıldı.

Cihangir dedesinden yadigar yayı eline aldı ve oku gezleyip baş parmağını kirişe taktı. Güçlüce çekip "Ya Allah." diyerek saldı. Ok hedefini bulmuş, ordunun başındaki kumandanlardan birini vurmuştu. Zırhının başka olmasından alelade biri olmadığı aşikardı.

Parmaklarının arasına sıkıştırdığı oklardan birini alıp yine gezledi ve kavrayıp hızlıca düşmana gönderdi. Oh havada daireler çizerek düşmana kadar ulaştı ve vurdu. Hiçbir Türk attığını ıskalamazdı, Türk'ün özü at ve okçuluktu, onlardan daha iyileri tüm cihanda yoktu.

Yanındaki asker ikinci işaret okunu yolladığında bir kez daha ıslıklı oklar sadaklarından çıkartılıp gökyüzüne salınmıştı. Otuz bin ıslıklı okun çıkardığı ses kıyamet gibiydi, korku saçıyordu. Atlar etrafta koşuşuyor askerlerin bir kısmı kalkanlarına sığınırken bir kısmı da kaçıyordu.

Kendi atları bu korkunç sesten zinhar etkilenmemişti, tedbirler güzel alınmıştı. "Kılıcımızla tanışsınlar bakalım." diyerek üçüncü işaret okunu kendi fırlattı. Üçüncü ok yere düşer düşmez ordu vadideki askerlerin üzerine çift taraftan Allah Allah nidaları ile saldırmaya başladı. Fazıl Paşa da Cihangir de ordularının en önünde gidiyorlardı. Karşılarındaki zırhlı birlik hantaldı ve atlı birliklerle karşı karşıyaydılar.

Mirzaoğullu askerleri ise ağır zırh giymezlerdi, komutanlar ve süvariler giyerdi bunları. Zırh insanı yavaşlatırdı lakin at üzerinde ok atmak hız gerektirirdi. Zırhlar hafif zırhlıydı yahut hiç giyilmezdi.

"Kılıçlarını boyunlarına vurun, zırhı delmekten daha kolaydır." diyerek tembihledi ordusunu. Çok vakit geçmeden kıyıya inmişler ve etrafını sarmışlardı. Teslim ol çağrısını kabul etmedikleri için ordu yok olana kadar savaşacaklardı. Bu da vakit kaybıydı lakin yapmak zorundaydı. Karşısındaki güçsüz bir orduydu, öylece gidemezdi. Bayezid ne olursa olsun ona güveniyordu ve arkada tehlike kalmamasını emretmişti ona, bir de ölmemesini.

Üzerine doğru mızrakla gelen adamı atın üzerinden kılıcıyla devirdi. Mızrağı ele geçirdiğinde daha da rahatlamıştı. Hem kılıç hem mızrakla savaşacaktı. Zaten at üzerinde mızrakla savaşmak daha rahattı. Ordusunun bir kısmına da mızrak vermişti, kimi de tercih etmemişti. Herkesin savaşma şekli başkaydı, kimi gürz ile kimi mızrak, kimi kılıç, kimi de yakın mesafeden bile ok kullanıyordu.

Atsız bir askere kilitledi gözlerini, sadağından birkaç ok çekip parmaklarının arasına yerleştirdi, atacağı oku ise gezleyip kirişi sıkıca kavradı. "Anka kuşundan selam getirdim." diyerek haykırdı parmaklarını saldığı zaman. Hemen yönünü değiştirip diğer oku da üzerine gelen askere fırlattı. Attığı devriliyor bir daha yerinden kalkamıyordu. Suyun şiddeti tekrar artmaya başladığından yaralanıp suya düşenler de boğularak ölüyordu.

Şehzade etrafına bakıp vaziyeti tetkik etti. Askerlerin yarısından fazlası ölmüştü, kalanı da savaşıyordu ve kendi ordusundan kayıp çok azdı.

Okunu gezleyip bir tane daha saldığı sırada sırtından bir mızrak hamlesiyle yere düştü. Mızrak zırhını delemediğinden sadece attan düşmesine sebep olmuştu. Mızrağı sırtına vuran adam daha sonra üzerine çullandı, kılıcını çekmeye yeri yoktu lakin belindeki hançeri rahatlıkla çekebilirdi.

Hançerini çektiği gibi adamın gırtlağına yapıştırdı. "Beni rahatsız etmeyecektin melun herif." Hançerinin etkisiyle üzerine akan kanları umursamayıp ayağı kalktı ve düşman komutanlardan sağ kalanlardan birinin üzerine ilerlemeye başladı. Mesafe çoktu lakin onu ortadan kaldırmalıydı ki az olmalarına rağmen bu denli direnen ordu tamamen durabilirdi.

Arkasından yaklaşan adamı hissedip çektiği kılıcıyla onu savuşturdu. Bir başka komutandı gelen. Karşısında Türk olduğunu unutmuştu anca kalleşlikle yenebilirlerdi onu. Cihangir gülümseyip kılıcını karşısındaki adama doğru salladı. "Olmadı ama." diyerek tüm gücüyle kılıcı üzerine doğru bastırdı.

Etrafta ise bir avuç düşman kalmıştı, direnmeye devam ediyorlardı lakin Mirzaoğulları tadını alamamıştı savaşın. Meydanda dövüşmek isterlerdi ama ilk kalleşliği birlik olarak onlar yapmıştı. Bu pusu kalleşlik sayılmazdı, bu müdafaaya ihtiyaçları vardı.

"Barbar Türkler." dedi bozuk Türkçesiyle. Kendi dili dışında bir dil öğrenen Mirzaoğulları'nın lisanı olan Türkçe'yi öğreniyordu, o yüzden şaşırmamıştı Cihangir bir Firmen'in Türkçe konuşmasına.

"Barbarlık görmek istersen ben bizzat sana gösterebilirim." diyerek kılıcını geri çekti bu defa aşağıdan hamle yaptı, kolayca hamleyi savuşturdu komutan. Birkaç kez daha kılıçlarını çarpıştıktan sonra Cihangir bacağına vurarak adamın dengesini sarstı. Adam toparlanmaya çalışırken kılıç darbesini önce koluna sonra da bacağına indirdi.

Komutan tekrar sendeledi lakin kılıcını bırakmadı, üzerine gelen Cihangir'i tutmaya çalışsa da başaramadı ve yere devrildi. Biraz daha boğuşmalarının üzerine adam bedenindeki zırhın delinip karnına giren soğuk metali hissetti. Cihangir onu da devirmiş, yine adının hakkını vermişti. Bu defa kan yüzüne de sıçramıştı, hiç beklemeden ayağı kalkıp etrafına baktı, kaçan askerler dışında hepsi öldürülmüştü, diğer komutan da esir alınmıştı.

Zafer nağraları duyulmaya başlanmıştı, Fazıl Paşa yanına geldiğinde gülümsedi ve kucakladı onu. "Zafer bizimdir şehzadem, tertibimiz işe yaradı çok şükür."

"Çok şükür paşam, bize zafer nasip eden Rabbime hamd olsun." diyerek atına atladı ve ordusunu o vadiden çıkardı, dağın yanındaki düz alana doğru ilerletti ve ordusuna döndü.

"Askerlerim, bize zaferi nasip eden Rabbime hamd olsun. Türk'ün gücünü bir kez daha göstermiş olduk, sipahilerimizin kılıcı her vakit keskin olsun lakin imdi karşımızda yine bir zafer beklemekte, hünkârımız Bayezid Han emriyle düşmanın tepesine çöküp zaferi kucaklayacağız. Allah yar ve yardımcımız olsun." diyerek kılıcını havaya kaldırdı. Tekbir sesleri yükseldiğinde zafer mühürlenmişti. Sefer bizim zafer Allah'ındı. Şimdi yapılacak yeni bir savaştı, durulmayacaktı.

Tekbir sesleri yükselmeye ve askerler zafer sevinçlerini yaşamaya devam ederlerken Karaca at üzerinde hızlıca yanlarına yaklaşıyordu. At doludizgin gelse de mesafe bitmek bilmiyordu. Neden gelmişti ki? Onun bulunması gereken yer Dombay Dağı değil de Nastia ordusunun olduğu yerdi. Karaca'nın burada işi yoktu, eğer ki geldiyse bunun mühim bir sebebi olmalıydı.

At yanına vardığında hızını kesti ve durdu, her zamanki donuk yüzüyle bakıyordu lakin bu defa farklıydı hâli. Her vakit ruhsuzdu lakin bu defa bir şeyler eksik gibiydi. Anlayamadı Cihangir ve karşısında ona selam veren adama sordu. "Hayırdır inşallah, sizin burada vazifeniz yoktu Karaca Bey. Niçin buradasınız?" Kısık sesiyle "Çünkü..." dedi ve devamını getiremedi, elindeki mektubu uzatıp Cihangir'in avuçlarına bıraktı.

♟️

Ve sondan bir önceki bölüme gelmiş bulunuyoruz. Teker teker sahne yorumlamak isterseniz buyurun. Ben duygusal bir top olduğumdan yazamıyorum şu an sahneleri tekrar.

Vote ve yorumu unutmayalım.

Büyük Finalde Görüşmek Üzere...

Loading...
0%