Yeni Üyelik
30.
Bölüm

30. "Son Kale Vuslatı / Final"

@rubamsalepe

Bayezid'in ordusunun Cihangir ile ayrılmasından uzun vakit geçmişti. Yollar uzun ve yeşildi, önden yolladıkları birlik geçişi düzenliyorlardı bundan sebep yol pek zorlamıyordu onları lakin kendi toprakları dışında ne gibi bir tehditle karşılaşacaklarını bilmiyorlardı. Tam elli gün hazırlık yapmış bir ordu oldukça tehlikeliydi.

Savcı ile de yollarını ayırmıştı. Evvela babasının yanına gidip selamını bir veliaht şehzade olarak verdi sonra da doğrulup bir oğul gibi babasını kucakladı. "Sizinle omuz omuza cenk edecek olmam benim için nasıl bir şeref bilemezsiniz babacığım." dedi gülümseyerek, daha evvel sefere çıkmamıştı, tecrübesizdi lakin kendini pek geliştirmişti bu yüzden Bayezid hiç düşünmeden vazifelendirmişti onu. Osman'ı yendiği vakit babasının yanına gelip onunla omuz omuza savaşacaktı, zafere beraber ulaşacaklardı.

Evvela Mirzaoğullu topraklarının garp yanından yukarıya doğru gidecekler Osman ile karşı karşıya geleceklerdi, sonra da şarka doğru gidip Nastia'yı kapana kıstıracaklardı. İki ordu arasında sıkışan Nastia bu savaşı kaybedecekti. Tertip kolay gözükse de ordu ne ile karşılaşacağını bilmiyordu, casuslardan haber gelmemişti, Nastia birlikleri iç kısımlara girmeye müsaade etmiyordu.

"Öyle gururluyum ki yiğidim." dedi ve ellerini omuzlarına koydu oğlunun. "Bana hep hayırlı bir evlat oldun, ben senden razıyım Rabbim de senden razı olsun." Bu defa gülümsedi ve ellerini geri çekti kemerine yerleştirdi. Diyecekleri gülünç olmasa da meseleyi yumuşatmaya çalışıyordu. "Eğer ki bana bir şey olursa taht senindir." Sözleri dolambaçsız ve açıktı, taht veliahtı zaten oydu, Murat yahut Cihangir'den evvel geliyordu, bunu bir kez daha teyit etmiş oldu.

"Allah korusun baba o nasıl söz? Sensiz ne ederiz biz, hiçbir şey olmayacak, zaferi ganimetlerle kutlayacağız." Bayezid başıyla onu tasdik ederek bir kez daha kucakladı, bu defa daha da içtendi. İlk göz ağrısıydı, erkek yahut kız olması fark etmezdi ona evlat deyince kendinden geçiyordu. "Aman Savcı'm dikkat et kendine, Osman taht meselesinde çok ciddi, bir veliahtı karşısında görünce durmaz. Aman diyeyim bana acını yaşatma."

Savcı gülümseyip babasının elini öpüp alnına koydu. "Bayezid Han'ın oğluyum ben, Allah'ın izniyle zaferle yanınıza döneceğim." diyerek babasından uzaklaşıp kır atına atladı ve Kemankeş Dilaver Paşa ile yanından ayrıldı.

Bayezid ise karargâhını en sonunda kurması gereken yere kurdu, epey mesafe gitmişti buraya varmak için, neredeyse elli gündü. Baharda yola çıkıp yaz başında varmıştı savaş meydanına, dümdüz ovada ufuklarda düşman ordusu karargahı belli oluyordu. İleride ise Son Kale adlı bir gözetleme kulesi vardı, sınır boylarında olan küçük kalelerdendi, arkası ormanlıktı lakin ordunun o kaleyle işi yoktu.

"Hünkârım." diyerek otağı hümayuna girdi Mehpare, içerisinin boş olduğunu biliyordu bunu bilerek gelmişti. Kendi çadırı otağı hümayunun hemen arka tarafına kurulmuştu, Sladjana'nın çadırı da tam karşısındaydı. İki çadırın da etrafında padişahın muhafızlarından vardı, bu mühim bir tedbirdi zira ikisi de hanedan üyesiydi.

"Hoş geldin sultanım." diyerek gülümsedi Bayezid, içeriye davet ettiği zevcesinin yanına gidip kucakladı onu. "Zafer doğar içime, sonunda da vuslat." diyerek ayrıldı ondan. Zaferi herkes istiyordu, en az onun kadar Mehpare de istiyordu zira Erguvan'dan sonra bir amacı kalmamıştı ve hedef olarak Mirzaoğulları'nın sulhle sükûnetini, uğrunda savaşmayı seçmişti. Şimdi de zaferi çok arzu ediyordu. "İçinize doğan gerçeğimiz olsun inşallah."

Yerdeki minderlere oturup göz göze baktılar. "Alkanlardan haber işittim, Salih Giray han olmuş ordusunu da toparlamış lakin Resul Giray Han ile küçük yeğenim..." diyerek başını iki yana salladı, Resul Giray her vakit uzlaşmacı ve yardımcı biri olmuştu. Her savaşta destek verirdi, zordayken de yardım ederdi, Salih Giray ile olduğu kadar muhabbetleri olmasa dahi onu da pek severdi. Peki ya kızının düğününe gelen bebek yeğeni, ona daha çok üzülmüştü. Fahriye Sultan'ın kahrolduğuna emindi, nasıl dayanacaktı bilmiyordu. Hiç yaşamayan iki evladının acısı bile ağır gelirken yaşayan birinin acısı hele ki bir bebeğin çok fazla olmalıydı.

"Şşş." diyerek ellerini tuttu Mehpare. "Sükûnetini daim edeceksin ki bu savaşta kimse seni yıkamasın." Bayezid duyduğu hüznü sonraya bırakmaya karar verdi zira savaş dışında bir şey düşünürse iyi kararlar veremeyebilirdi. Bu tedbirsizliği edemezdi. Başıyla onu tasdik edip tekrar gözlerini hatununa çevirdi. "Sen nasılsın, yol çok yordu mu seni? Keşke arabayla..." Son sözü cıklamayla kesildi ve dudağına değen soğuk parmaklarla.

"İşitmemiş olayım, bir Erguvan prensesi yorulmaz ve o çıtkırıldım Nastia prenseslerine benzemez." diyerek gülümsedi tek kaşını havaya kaldırarak. Bayezid dediğini işitse de ellerinin üşümüş olması daha alakadar etmişti onu. Dudaklarına değen parmaklarını avuçlarının arasına hapsedip üflemeye başladı. "Ama Erguvan prensesleri de üşür. Geceleri hâlâ serin oluyor ona göre giyin."

"Pek düşünür oldun herkesi, Afşin Kale'de de böyleydin sen. Lakin zafer sancağını beraber asmıştık kale surlarına. İnan bana ne hanedanımız ne de devletimiz zarar görecek, zafer bizim olacak." Yine devlet meseleleri konuşmaya başladı Mehpare lakin Bayezid bunu çok işitse de şimdi biraz zihnini dinlendirmek istiyordu.

Ellerini bırakıp hatunu iyice kucaklayıp üzerlerine kalın bir battaniye örttü sırtını da kurulmuş tahta yasladı. "Burası sıcakmış." diyerek göğsünü işaret etti kadın, onca zorluklar yaşanmıştı aralarında ona rağmen yine beraberlerdi. Siyasetin emriydi birlikte olmaları lakin artık ikisi de şikayetçi değildi bundan. "Orayı ısıtana bak." Sözleri de içini ısıtmıştı.

"Her vakit yanımda dağ gibi durdun, ben sen varken kendimi hep güçlü hissettim. Hanedanının verdiği gücün yanında senin bir sözün bile dik durmama yetti." Minnetini dile getirdi ilk defa, yanında hatta ardında dağ gibi duran hatunu vardı, her ne vakit zora düşse yanındaydı. İlk başlarda onu deli etse de şimdi yanından ayırmak istemiyordu. Karşılıklıydı bu his, Bayezid de Mehpare'nin yanında durmuştu ve her ne kadar hayatında başka biri olsa da sevgi kapılarını yüzüne çarpmamıştı.

"Lakin bu dağ sana bir evlat veremedi." diyerek yüzünü düşürdü, az evvel dimdik dur dediğini unutmuş gibi kendi aynısını ediyordu lakin bu asla kapanmayacak bir yaraydı, unutması mümkün değildi ki nasıl susabilirdi? "İmtihanımız buymuş demek ki, kendini zinhar bedbaht hissetme. Ben seni evlat için yanımda tutmadım." Esasen izdivaçları bunun için münasip görülmüştü lakin onlar birbirlerine öyle bakmamışlardı, Bayezid hiçbir zaman çocuk beklentisine girmemişti. Sonra o malum olay olmuştu, ondan sonra da üzülmesini istemedi. Zor olacaktı her şey onun için lakin çaresi yoktu, ne hekim devaydı bu derde ne de ilaç. Varsa devası duadaydı, onu da eksik etmemişlerdi.

"Ya ne diye tuttun?" Sözünü dinleyip evlat meselesini geçiştirdi, mahzunca gözlerini ona çevirip baktı. "Sen aynada görmedin mi hiç o yeşil gözlerini?" diyerek gülümsedi ve alnına bir buse kondurdu. Mehpare'nin yüzünü güldürmeyi başarmıştı lakin içeriye gelen destur sesiyle güzel muhabbetleri kesilmiş oldu.

"Sladjana Hatun teşrif ettiler." sözüyle girsin cevabı peş peşe geldi. Bu güzel ânı bozmak istemese de siyaset konuşulacağını hissettiğinden ara vermek durumunda kalmışlardı. Prenses içeriye girip selam verdi daha sonra da ayağı kalkan adamın karşısına gelip dikildi. "Müsaade ederseniz sizinle bir husus hakkında konuşmak isterim." Bayezid başını sallayıp onu mindere davet etti ve birkaç adım ötesine oturdu, karşılıklı oturuyorlardı, Mehpare de hemen Bayezid'in yanındaydı. Gitmesi gerektiğini kendi de biliyordu lakin erini bu tekinsiz körpe hatuna bırakmak istemiyordu. Ne kadar dirense de yüzüne çevrilen bakışlar karşısında müsaade isteyip çadırına döndü. Kapısından karşı çadırına dönüş ne vakit olacaktı onu gözlemeye başladı.

"Buyurun sizi dinlerim." sözlerinden sonra prenses iki avcunu birleştirip başını öne eğdi. "Size yalvarırım ordunuzu geri çekin, babama karşı bu savaşta olmak beni çok yaralar. Ben sulhu sağlayabilirim, müsaade edin gidip onunla konuşayım." Küçük aklıyla buradan kurtulmayı böyle tertiplemişti lakin Bayezid buna kanacak kadar toy değildi, savaşı başlatan o muydu ki ordularını geri çekmeliydi?

"Sizin yeriniz bu savaşta burası Sladjana Hatun lakin savaş bitiminde arzu ederseniz sizi boşarım ata sarayına geri dönersiniz." diyerek Nastia tarafına doğru eliyle gösterdi. Şimdi buradan kurtulup gitmek istiyordu lakin kalırsa boşanmak ve ata sarayına dönmek olmazdı, bu ona sürülen bir leke olurdu ve babasının verdiği emir bu değildi. "Ne isterseniz ederim, arzu ettiğiniz ne varsa yerine getiririm." diyerek biraz daha ısrar etti, yatağınızda size hizmet etmeye hazırım sözleriyle eşdeğerdi bu ısrar. Kendisi için mücadele eden cariyeleri görmüştü lakin böylesini bu kadarını da ilk defa görüyordu, arsızlıktı bu.

"Madem şimdi benim himayemdesiniz, sükût edip çadırınızda oturun. Benim sizden başka bir arzum yoktur." diyerek kapıyı gösterdi. "Diyecek başka sözüm de yoktur." Bir kez daha yenilgi almıştı, babasına faydası dokunabilirdi lakin yapamadığından bu iş casuslarına kalmıştı. Sladjana birbirine kapadığı ellerini ayırıp başıyla sultana selam verdi ve ayağı kalktı. Büyük bir patlama duyacaklarından ikisi de habersizdi. Ürperip Bayezid'in ardına gizlendi, Bayezid de elini sanki ardında saklananı koruyabilecekmiş gibi kaldırdı. İçeriye Sansar girince endişeli gözlerini ona çevirdi.

"Ne oldu Sansar, neyin nesiydi bu ses?"

"Toplar hünkârım, sabah olmadan toplara el sürülmeyecekti lakin biri gidip topları ateşlemiş lakin düşman üzerine değil kendi üzerine. Toplarımızın çoğu telef olmuş gözükür."

°•°•°

Türk ordularının en hızlıları at binip ok atanlarıydı, yavaş da olsa etkisi olan bir takım daha vardı onlar da tüfenk kullanan askerlerdi, Bayezid onları Savcı'nın emrine vermişti. Belki de aralarında belli bir farka neden olabilirdi bu tüfenkliler.

Savcı Osman'ın ordusunun karşısına dikileli pek fazla olmamıştı. Gün ağarmıştı ve tüm tertipler yapılmış, asker ve atlar da dinlendirilmişti. Savaş için bekleyemezlerdi zira yardıma gitmeleri gerekiyordu. Bilmedikleri şey ise Nastia'yı arkadan kıstıracakları yol çok zorluydu. Elli gün hazırlanan Nastia ordusu, Osman ile arasına upuzun ahşap setler ve hendekler çekmişti. Ahşap duvarlar aralarına da iki üç arşın genişliğinde üç arşın derinliğinde hendekler kazılmış ve sulandırılıp bataklık hâline getirilmişti. Mirzaoğulları'nın hamlesini tahmin edip araya böyle bir önem almışlardı. Geldikleri yoldan da buradan da gitmeleri aynı mesafe edecekti, her türlü geç kalınması için tedbirler alınmıştı, tabii bu zafer kazanılırsa olacaktı, ordular daha yeni karşı karşıya gelmişlerdi.

Savcı karşısında kendi sayısına denk orduyu görünce endişelenmeden kılıcını çekip havaya kaldırdı ve askerlerine döndü. "Bizim iki katımız dahi olsalar yine de zafer hak yanında olanın olacaktır. Allah yardımcımız olsun." diyerek ilk oku karşı tarafa yolladı. Ok atışları birbirini bulsa da kalkanlar sayesinde pek kayıplara uğramıyorlardı. Osman'ın ordusu ok atma konusunda biraz daha kötüydü zira ordusunda Türk olmayanlar da vardı, onlar büyük yaylılardı ve okları soldan koyup atarlardı, at üzerinde bu pek zahmetliydi. Onlar bir oku yerleştirip çekip atana kadar Türkler baş parmaklarıyla çektiği yay kirişini salıp düşmanın kalbini deliyorlardı.

Savcı elinde kalan oku da kirişe takıp bir çırpıda düşmana yolladı, artık vakit göğüs göğüse çarpışma vaktiydi. Allah Allah nidalarıyla düşman üzerine yürüyen Savcı'nın ordusu oldu, beklemek yoktu. Ya zafer ya zafer kazanılacaktı.

Savcı kılıcını sıkıca kavrayıp karşısına çıkan düşmana savurdu, gelen hamleyi bertaraf edip onu yere yığdı. "Allahu ekber." diyerek bir hamleyle de yanındaki askere kılıcını sapladı, gözü kara aklı da keskindi. "Gel gel." diyerek üzerine doğru yürüyen adama tekme atıp sendelemesine neden oldu lakin kılıcını yere düşürdüğünden almasını bekledi ve mertliğini korudu. Bir hamle bacaklarına doğru geldiğinde savuşturdu. Adama omzuyla vurup etrafında dönerek aldığı güçle kılıcıyla vücuduna derin bir yara bıraktı. Adam yere devrildiğinde yeni hedefine baktı.

Yayını eline alıp oku gezledi ve zihgirli baş parmağını kirişe yerleştirip sıkıca çekti ve Kemankeş Dilaver Paşa'nın üstüne koşan adamın üzerine yolladı. "Eyvallah şehzadem." Teşekkürüne elini göğsüne koyarak cevap verdi ve ardına dönüp yine birkaç kişiye okunu sapladı. Sanki barutu hızlı koyulan bir tüfenk gibiydi, tüfenkten daha çok öldürücüydü vuruşları, kendinden iyi tek atıcı Kemankeş lakabı alabilen Dilaver Paşa'ydı.

Yayını vücuduna geçirip tekrar kılıcıyla hamle yaptı, karşısına geçen iri adama karşı hamlesi savrulmuştu. Kılıcı başına doğru götürünce karnına bir tekme yedi lakin toparladı kendini. Hızlıca kendine doğru gelen kılıcı karşılayıp itekledi. Havada kılıçlar vuruşurken yere de değiyor böylece hareketler büyüdükçe büyüyordu lakin tüm hamleler bertaraf ediliyordu. Kendisinden oldukça zayıf ve kısa Şehzade'yi hemen yenememek canını sıkmıştı bu iri adamın. Kılıçları bir kez daha buluştuğunda tam savrulacağı sırada başını Savcı'nınkine vurup yere düşmesini sağladı. Burnunu kanatmıştı, canı acısa da dayanılamayacak gibi değildi.

Kılıçlar ellerinden düşmüştü, şimdi ataları gibi güreş tutmak mühimdi, yağsız ve sert bir güreş olacaktı ve kaybederse ölecekti. Üzerine çullanan adam Savcı'ya birkaç tokat attıktan sonra karnına yediği iki tekme neticesinde can havliyle Savcı'ya bir kafa daha attı. Bu defa sersemlemişti Şehzade. Boğazına yapışan elleri fark etmesi nefesi kesilmeye başlayıncaydı. Onu çekiştirmeye çalışınca daha da sarıldı gırtlağına, böyle ölmek istemiyordu en azından kılıç darbesiyle şehit olmalıydı, hanedanın kanının kutsallığını bilmeyen bu gayrimüslim elinden boğulmak içine sinmemişti.

Elleriyle kendini korumayı bırakıp yüzü kendine yakın olan düşmanın gözlerine daldırdı parmaklarını, tüm gücüyle bastırınca adam boğmak için kullandığı parmaklarını kendini korumaya kullanmaya başladı. Ellerini gözüne götürüp savunmaya geçti. Bu zafiyeti gören Savcı başına dirseğini hızlıca vurup adamı yere serdi daha sonra da bacaklarının arasına hapsedip onu boğmaya başladı, çok geçmeden cansız bedeni ayaklarının dibinde duruyordu.

"İyi misiniz şehzadem?" Uzaktan gelen paşanın sesine öksürerek karşılık verdi. "Ölüyordum da bir şeyim kalmadı." diyerek burnunu tuttu. "Acıttı haysiyetsiz." Belindeki Zarife'nin örtüsünden yaptığı kuşağın arasına sıkıştırdığı mendili alıp burnuna sıkıştırdı ve akan kanın durmasını bekledi, beklerken de oklarıyla düşmanı devirmeye devam etti.

Kan durduğu vakit kılıcı eline alıp karşısındaki Osman'a doğru yürüdü, karşısına doğru çıkan bir düşmanı daha kılıçtan geçirip aralarındaki engeli kaldırdı. "Sonunda." dedi Osman gülerek. "Sonunda bitecek." diyerek gülüşü kahkahaya dönüştü. Babası gibi taht için ölüyordu, halbuki Cihangir de onun oğluydu ama hiç benzememişti ona.

Elindeki kılıcı Savcı'ya doğru savurup hamlesini yaptı, Savcı da hamleyi bertaraf edip kendi hamlesini yaptı. "Sonunda." diyerek karşılık verdi. "Sonunda bitecek." Tekrarladı sözlerini. Ciddiyetini bozmadan kılıcını savurdu yeniden. Hızlıca vurup geri çekildi, güçleri denkti. Kimin kazanacağı belirsizdi. Kendisine doğru gelen kılıcın keskin olmayan yerinden elleriyle tutup kendi kılıcını savurdu lakin Osman onu da bertaraf etti. Amca oğluna omuz atarak birkaç adım geriye gitmesine sebep oldu lakin düşüremedi. Savcı da karşılıksız kalmayıp aynından yaptı ve sonrasında kılıçla üzerine yürüdü. Birkaç vuruş sonrasında işler yumruk ve tekmelerle pekişmeye başladı. Savcı, Osman'ın yüzüne vurmayı başarabilmişti, bu onu birazcık durdurunca bir hamle daha yapıp kılıcını düşürdü ardından boynuna kılıcı dayadı. "Bitiyor bak Osman, şehadet getir."

"Sen getir." diyerek hançerini savursa da başarısız oldu, anca elinden kurtulmaya yetti. Savcı da kılıcını yere saplayıp hançerini çekti ve üzerine yürüdü. Birkaç başarısız savuşturma üzerine bacağına ayağını dolayıp sıkıca çekti, dizlerinin üzerine düşen Osman'ın hançerini de düşürüp boğazına hançeri dayadı. "Bana kalmayacaksa bu taht sana da o babana da kalmaz, o tahtın lanetli hepinizi mahvedecek." diyerek ağızındaki sözcükleri yüzüne çarpmaya çalıştı, Savcı ise şehadet getirmesini istiyordu. "Orasını Allah bilir, şehadet getir Osman."

Osman şehadet getirirken kemerine sıkıştırdığı yay kirişini boğazına dolayıp iki yandan çekmeye başladı. "Allah'ım affet." derken ikisini de kastediyordu, kendi elleriyle amca oğlunun canını almak istemezdi, onun da böyle hainlikle gitmesini istemezdi. Hüznü bundandı lakin vazife vazifeydi. Kesik kesik nefes alan Osman en sonunda boynuna yerleştirdiği ellerini çekip kendini yere bıraktı. Sonunda bitmişti, zafer hak edenlerin olmuştu. Osman'ın ölümünü gören askerler hızla dağılmaya başlamıştı böylece işleri daha da kolaylaşmıştı.

"Bize zaferi nasip eden Rabbim bizleri senin yolundan ayırma. Bizleri uğurunda şehadet edenlerden nasip eyle." diyerek ellerini göğe açıp duasını etti ardından kaçışan düşmana baktı.

°•°•°

Nastia ordusundaki hareketlilik Bayezid'in ordusunu tedirgin etmişti, toplar kullanılamaz haldeydi, en hasarsızların tamiri bile ikindiyi aşardı, güneş tam tepedeydi, öğlen vaktiydi. "Geç kaldılar Karaca, Cihangir de Savcı da geç kaldı. Güneş tepeye çıkmadan varmaları gerekirdi, yetişemeyecekler ona göre tertip yenilememiz lazım." diyerek ufuklara baktı.

Prensesin olması onları bu kadar durdurabilmişti, demek ki bir şey yapmayacaklarını biliyorlardı göz korkutmadan ileri gidilmedi. "Doğru dersiniz Hünkâr'ım, ne vardır aklınızda?" Çadıra girip harita üzerinden tertip yapmak yerine yerinde tertip yapmak daha makul geldi gözüne. "Topları olsa da karargaha ateş edemezler prensesleri elimizde, bizi meydana çekip ordumuzu orada bitirmek isteyeceklerdir. Onlar meydana gelmeden biz de gitmeyeceğiz ki üzerimize top yağmasın."

"Ne konuşursunuz fısır fısır?" diyerek aralarına girdi Mehpare. "Ben de işitmek isterim."

"Karaca'ya düğün edeceğiz onu konuşurduk." dedi gülerek. Şaşkınca bakan Mehpare başını kardeşine çevirdi. "Bana nasıl haber etmezsin alacağın olsun Karaca Bey?

"Ben de gelmeden önce konuştum, fırsatımız olmadı ki anlatayım."

Bu defa şaşkınca bakan Bayezid oldu. "Ben latife etmiştim tertip yapardık lakin Karaca ciddi ciddi düğün düşünürmüş." Latifesi gerçeğin ta kendisi olmuştu, Karaca kimseye demese de artık onun da düşleri vardı. "Mehveş Hatun mu?" dedi kim diye sormadan ayrıntısını kendisi vermişti kadın. "Nereden bildin, o mu söyledi?"

"Sürekli götürüp getirirdin ateşle barut yan yana durur mu hiç? Oradan tahmin ettim." Nedimesiyle kardeşi bildiği Karaca'nın birbirlerine sevdalanması pek hoşuna gitmişti, ikisini birbirine layık gördü. "O vakit döner dönmez büyük bir düğün ederiz, ben buyurursam Fazıl Paşa da karşı gelemez." diyerek savaşı çıkardı aklından, güzel günleri özlemişti ve savaşsız ayrılıksız günler görmek istiyordu.

"Durun bakalım hünkârım, bizden kız almak kolay mıdır?" Çenesini dikleştirip keskin bir bakış attı kocasına, hiç de kolay değildi hele ki alındığında daha da zordu aylarca onun tarafından istenmemişti iyi biliyordu. "Ona ne şüphe sultanım, bunu benden iyi kimse bilemez."

"Sen kardeşimsin benim kız tarafı olamazsın ya." Siteminde ciddiydi lakin Mehpare her zamanki gibi latife ediyordu. "Ben bilmem, padişahımız madem senin tarafında kızımızı tek bırakamam ben kız tarafıyım."

Karaca'nın yüzünün ifadesine ikisi de gülünce latife ettiğini anladı ve kendisi de tebessüm etti. İçinde saç olan mendili avuçlarının arasına alıp açmadan kokladı, bu Bayezid ve Mehpare'nin bakışmasına neden oldu, hoşlarına gitmişti.

Mehpare daha sonra başını karşıya çevirdi, geniş ova tam karşısındaydı, ordu hareketliliği arttırmıştı ve karargaha doğru gelen bir at arabası mevcuttu. "Hünkârım bir araba gelir." Ciddiyetini yeniden takındı adam ve o tarafa döndü, sahiden bir araba geliyordu ve pek yaklaşmışlardı. "Osman olabilir." diyerek arabaya doğru gitti. Peşinden yanındakiler de giderken Sansar da onlara eklendi. Hava aydınlık ve sıcak tepedeydi, savaşın galibi arabanın başında mağlubu da içinde olmalıydı. Karşısına dikildiği vakit arabacıya baktı.

"Ordu neden gelmedi?" diye sordu zira düşman sıkıştırılacaktı lakin geç kalmışlardı. "Tuzaklar kurulmuş güzergaha Hünkâr'ım, orduyu bataklık yerine ağaçtan dikilmiş surları yıkıp geçirmeye çalışırlar, bundan sebep biraz daha gecikecekler." Tahmini doğru çıkmıştı adamın, o da elli günde bir tuzak kurulacağını tahmin etmişti ordu geç de olsa gelecekti eninde sonunda Nastia ile karşılaşacaktı. Biraz daha acele etmelerini diledi adam.

Elini beyaz örtüye götürüp baş kısmından açtı ve yeğeninin cansız bedenini gördü. Boynuna geçirilmiş yay kirişinin izi mora dönmüştü ve bu uzaklardan bile belli oluyordu. Çok uzun bakamayıp başını çevirdi, ağabeyi için nasıl üzüldüyse Osman için de üzülüyordu lakin bu taht kardeş yeğen dinlemiyordu, onu korumak devleti korumak demekti. Devleti korumak için tahta göz dikenlerin canına kıymak gerekiyordu.

Başını yere eğip ellerini semaya kaldırdı, duasını etmeye başladı. Af diledi, bu taht uğruna dökmek zorunda kaldığı kanlar için bağışlanmak istedi. Gözleri dolsa da ağlamadı, hüzünle başını tekrar ölü bedene çevirdi, başını okşayıp elini beyaz örtüye götürdü. Üzerini tekrar örteceği sırada yanında bir cansız bedenin daha olduğunu fark edip ona döndü, yavaşça örtüyü araladı ve asla ummayacağı bir yüz ile karşılaştı, orada olmamalıydı. Ne işi vardı ki? Ordusunun başında dimdik durup yardıma gelmesi gerekmiyor muydu? Burnundaki kan izleri dışında yüzünde bir şey yoktu ki? Orada olmamalıydı, kabul edemedi adam bunu, başını iki yana sallayıp örtüyü tekrar üzerine çekti. Sanki altındaki değişecekti, buna inanmak istedi, bu defa örtüyü tamamen çekip bedeninin bütününü gördü. Karnındaki derin kesikle gözlerini yummuş oğlunu böyle görmeyi asla düşünemezdi.

"Oğlum." diyerek titreyen ellerini ona doğru yaklaştırdı lakin dokunamadı. "O değil ki." diyerek Mehpare'ye döndü lakin dediğinin doğru olmadığını hatununun gözünden akan yaşlarla teyit etmiş oldu. Yaşlı gözlerle tekrar önüne döndü ve karşısındaki ölü bedene doğru baktı, bir eliyle arabaya tutunurken diğer elini de oğlunun yüzüne koydu. "Savcı'm, evladım." elleri kadar yüreği de titriyordu. Oğlunun akça alnını hüzünle ve şefkatle öptü. "Kalk oğlum ne işin var burada?" diyerek omuzlarından tutup bedenine bastırdı oğlunu, hareket etmiyordu ölmemişti ki, ölüme değil zafere yollamıştı oğlunu. Tekrar bırakıp elini kanlar içinde kalmış karnına götürdü, eline oğlunun kırmızı kanı bulaştı. Ellerine bakıp yeniden oğluna baktı. Kemerini söküp altındaki kırmızıya bulanan beyaz kuşağı karnına bastırdı. Kan zaten akmıştı, durdurabilecek kadar kalmamıştı ki, çok geçti her şey için. "Kalk hadi arslanım, daha ava gideceğiz zafer dönüşünde."

Mehpare kana bulanan örtünün hikayesini fark edince daha da ağlamaya başladı, yanında dikilen Karaca'dan destek almak durumunda kaldı, kendi iyi olmalıydı ki Bayezid'e destek ancak öyle verebilirdi.

"Oğlum hadi kalk Allah aşkına." diyerek zırhından tutup sarstı onu. "Öyle gidemezsin ben dururken sana gitmek düşmez ki. Allah aşkına kalk." Gözündeki yaşları kanlı elleriyle silip oğlunu kucaklayarak yere indirdi ve kollarının arasına aldı. Mehpare dayanamayıp yanına çöktü ve Bayezid'in omzuna sarıldı. "Yaşamayan evlatlarım için o kadar acı çektim, yaşayan..." Sözünü tamamlayamadı ve göğsüne iki kere vurdu. "Şuraya bir hançer saplandı, yiğidimi devirmişler." diyerek oğlunun saçlarına gömdü başını. "İlk evladım benim, böyle eksik mi koydun atanı?"

Anasını, babasını, kardeşlerini hatta ana karnındaki evlatlarını gömmüştü, ölü doğan bebeğini kendi elleriyle gömmüştü o kadar canı yanmıştı ki söze bile dökememişti kendini. Lakin bu bambaşka bir acıydı, böyle bir acı yaşayacağına kendi ölmeyi tercih ederdi. Zırhının koruyamadığı gibi koruyamamıştı oğlunu, bir kez daha koruyamamıştı, en değerlisini koruyamamıştı. Gözlerini yumup oğlunun başını boynunun altına yerleştirdi ve göz yaşlarını akıtmaya devam etti.

Mehpare ne yapacağını bilemedi ve sardığı adamı bırakıp yere çöktü, gözyaşını silip elini belindeki hançerine götürdü. Paşalar da olmadığından sözü geçecek tek kişi oydu, aklı selim davranmalıydı. Çenesi titredi lakin ağzını açamadı, karşısında sessiz çığlık atan adama ve oğluna hüzünle baktı. Karşıya bakıp ordudaki hareketliliği gördü ve ayağı kalktı, Sansar'ın olduğu yere gitti.

"Ordunun komutası serbazbaşı ağasındadır." diyerek yanda dikilen ağaya döndü. "Ordumuz engelleri aşmaya çalışır bundan sebep yavaşlarlar." diyerek o yöne doğru giden Nastia ordusunu gösterdi. "Ordumuzu bataklığa düşürmeye giderler, arkalarından gidip sıkıştırmamız gerekir." Gözyaşlarını bir kere daha silip tekrar adamlara döndü. "Dediğim makul müdür?" Sansar, Karaca ve Ferhat Ağa da onu tasdik ettiler başlarıyla. "O halde muhafızlar hariç tüm orduyu peşlerinden götürün, neredeyse gittiler ufukta gözükmezler bile, yetişmemiz gerekir."

Bu defa Sansar'a döndü. "Sen silahtarsın burada olman gerekir bilirim lakin sana orada daha çok ihtiyaç vardır bunu da sen bilirsin, sen de gidesin."

"Emredersiniz sultanım." diyerek yanından ayrıldılar, Karaca'ya dönüp iki ayrı mezar kazılmasını istedi. Bayezid onu dersaadete götürülmesini istese dahi o bir şehitti ve olduğu yere gömülmesi daha münasip geldi.

İki derin mezar kazıldı yan yana değillerdi, mesafeler vardı aralarında. Osman'ı Karaca defnetmişti, Savcı da mezarının başında babasının kollarının arasındaydı. Bırakamamıştı oğlunu kara toprağa. "Dersaadete götürmek istesen de şehidin yeri kanını suladığı topraklar değil midir?" diyerek sordu hatunu. Savcı daha evvel bunu dile getirdiğinden ikisi de burada kalmak isteyeceğini biliyordu. Gözlerini yumup başını salladı. Başını bir kez daha öperek oğlunu yere bıraktı ve mezarın içine girdi, kendi elleriyle kara toprağa bırakıp üzerini örtmeye başladı. Yanda biriken son toprağı da elleriyle üzerine kefensiz gömdüğü şehidinin üzerine örtüp taşları etrafına dizdi. Toprağını avuçlarının arasına alıp ufaladı.

"Biz bu savaşı kazansak dahi ben kaybettim." dedi kendi kendine. Dışarıdan hiçbir ses işitmiyordu, göğsündeki büyük bir ağrı ve zihninde tekrar dönen sözler vardı sadece, Savcı'nın sözleri, 'Bayezid Han'ın oğluyum ben, Allah'ın izniyle zaferle yanınıza döneceğim.' sözleri... Bunun yanında savaş meydanında şehadet de dilemişti, o dileği gerçek olmuştu, hak yolunda canını vermişti.

Mehpare zevcine sıkıca sarıldıktan sonra ellerini tuttu. "Evladımızın kanı yerde kalmayacak Bayezid, andım olsun o Nastia'nın eceli olacağım." Evladımız demişti, kendinden sadece birkaç yaş küçük üvey oğlunun ölümü onu da sarsmıştı ve yapabileceği tek şey intikamdı. "Bak gözlerime." diyerek adamın gözyaşlarını sildi. "Sen sadece onun değil tüm devletin babasısın, öyle düşmek olmaz sana. Kan kussan da kızılcık şerbeti içtim demek zorundasın." Kaşlarını hüzünle eğip yüzünü ekşitti. "Ben daha ona babalık edemedim, koskoca devlete nasıl babalık edeyim?" Mehpare ona bir kere daha sarılıp ayağı kalktı ve epey uzakta bekleyen Karaca'nın yanına gitti. Maksadı ordunun ne ettiğini ve gelen istihbaratları sormaktı.

Fırsattan istifade edip Sladjana adamın yanına gitti ve yanına çöktü. "Dedim sana, bizimle savaşma dedim." Kılıçla öldürülmesinden anladığı bir gayrimüslim katiliydi. Zira Osman ordusunu tembihlemişti ölüm ancak yay kirişi yahut urgan ile olacaktı. Buna uymayan gayrimüslimdi. "Ne dersin sen?" dedi bitkince. "Siz daha çok öleceksiniz derim. Zehirlendiğim gün de beni yolladığın gün de babama karşılık vermeye karar kıldığın ve tertip ettiğin o gün de sana lanet getirdi. Tanrı oğlunun cezasını verdi işte."

Damarına basmıştı, daha az evvel elleriyle gömdüğü oğlunu hakkında böyle konuşamazdı. Sinirlerine hâkim olamayıp prensesin boğazına yapıştı ve yere düşürdü. "Ben Prenses Sofia Sladjana Petroviç, bana böyle davranamazsın ben senin karınım." dedi kesik soluklarla. "Senin gibi prenses de eş de olmaz olsun." diyerek biraz daha sıktı ellerini sonra da çekip durdu. Cezasını öyle çekemezdi, hayır yapmayacaktı. Lakin bu yaptığı kendi yaptığı en büyük hata oldu. Üzerinden doğrulmadan yığılmasına sebep olan tam da göğsüne yediği hançerdi.

Düşmanın kahpelikle kendisini vurabileceğine inanıyordu aksini düşünmüyordu ya öylesi olmuştu işte. Ne demişti evvelden 'Hissettim Karaca Bey, düşmanım ardımdan sinsice saldırırsa diye daha evvelden de talimler ederdim.' demişti. Bu defa hissedememişti. 'Düşmanın merti zor bulunur, kılıçlar düştüğü vakit ansızın gizlenen başka silahlar çıkabilir, tedbirli olun.' sözlerinin kendi başına gelebileceğini nereden bilebilirdi ki?

Kısık bir inlemeyle yere devrilirken yanından kaçıp giden prenses kendi canını kurtarmıştı, sese dönen Mehpare ise yanına koşup onu kolaçan etti. Sekte-i kalp olabilir diye düşündü, oğlunun acısına dayanamadı diye düşündü lakin tam göğsüne bir hançer yediğini düşünemedi, hele ki ileride kaçan kişiyi görünce aklı iyice karıştı.

Dönmüş bedenini zor da olsa Karaca'nın yardımıyla düze çevirdi ve gözleri açık nefessiz adamla karşılaştı. Gözlerini göğsüne indirip hançeri gördü lakin eli varmadı, çekemedi. Kanaması artmasın diye dokunmadı. "Bayezid." diyerek yere çöktü başını iki yana sallayıp parmağını burnuna götürdü, soluk hissedemedi. "Hayır ya, hayır hayır." diyerek belindeki hançeri çekip burnuna tuttu, buhar yapmasını bekledi lakin olmadı. Eli titreye titreye hançeri bıraktı ve başını hançerin hemen yanına yerleştirdi. İşitemedi, her vakit hızlı atan o kalpten bir ses dahi işitmedi bu defa.

"Kalk gidemezsin, yasımızı beraber tutacağız, zafere gideceğiz. Kalk hadi, yıkılma öyle." diyerek omuzuna vurdu iki defa, ses işitemedi yine. Kalkmayacağını bile bile kalkmasını bekledi. "Hünkârım kalk ne olur. Bayezid kalk." Dayanamayıp boğazında yumru olan acısını bağırarak haykırdı, çenesi titriyordu, ağlamaktan yüzü kıpkırmızı olmuştu. O prensesi gözü tutmamıştı ve başımıza iş açacak demişti, demişti lakin böyle bir şey olacağını düşünmemişti. Peşinden de gidemedi o hainin, bırakamadı erini.

Öldüğünü anlayınca Karaca evvela açıkta sonsuzluğa bakakalan gözlerini kapadı sonra da hançeri çekip az evvel Bayezid'in oğlunun kanını durdurmaya çalıştığı örtüyü bastırdı göğsüne. Mehpare donup kalmış ve kıpırdayamamıştı. Ağlayarak titreyen dudaklarını alnına bastırıp geri çekildi. "Her şeye inanırdım da böyle öleceğini hiç düşünmemiştim." Başını doğrultup kılıcını çekti ve zorla ayağı kalktı ondan destek alıp Karaca'nın desteğini istemedi. Yutkunamadı, başını yeniden ona çevirdi lakin ileriden üzerine gelen küçük birliği fark edince ivedilikle toparlanması gerektiğini hissetti.

"Geliyorlar." dedi. Tertipleri buydu zaten, ana ordunun peşinden ordu gidince Bayezid ve küçük bir muhafız birliği kalacaktı, o da öldürülünce ordu dağılacaktı. Bilmedikleri Bayezid'in zaten öldüğüydü, ölen biri bir kez daha ölemezdi ve ordu dağılamazdı kimsenin haberi yoktu onlara haber gidene kadar Cihangir de gelip orduyu yatıştırırdı.

Karaca da ayağı kalkıp baktığında aynı şeyi gördü, başıyla onu tasdik etti. "Kalabalıklar." dedi. Mehpare de fark etti bunu, sayıca azlardı ve halet-i ruhiyeleri kötüydü. "Son Kale'ye gidelim anca öyle mücadele ederiz." diyerek onun durmasını istedi, muhafızlara haber etti ve çadırlara girip birkaç mühim vesikayı yanına aldı. Ölüsünü gömmeye bile vakitleri yoktu ki zaten padişahlar dersaadete gömülürdü. Oğlunun ölü bedeninin geldiği arabaya kondu bedeni, eli titreye titreye yüzünü açtığı oğlunun örtüsünü şimdi hatunu elleri titreye titreye üzerine örtüyordu. Başını kanlı göğsüne koyup derin bir soluk verdi. Söz değil de bir nefesle bile acısı belli oluyordu. Yüzünü ekşitip gözyaşlarıyla ayrıldı bedeninden, buğulu gözlerle yüzünü örttü ve kaleye doğru küçük muhafız birliğiyle hareket etti.

Yanında Karaca vardı, duygusuz dursa da o da çok üzülmüştü baba oğula, kardeşinin acısına ve dik durma çabasına da bizzat şahit olunca içi parçalanıyordu. Kale önüne vardıklarında arkalarından gelen ok yağmurunu anca fark edebilmişlerdi. Mehpare ve birkaç muhafız ok yarası alınca hızla içeriye girdiler. Bacağına ok saplanmıştı, ölümcül olmasa da iyi yürümesine mâni oluyordu, canını epey yakıyordu.

"Bak bana, sıkıca tutun koluma, istersen tırnaklarını geçir lakin zinhar hareket etme tamam mı?" Mehpare başını sallayıp gözünü yumdu ve karacanın koluna tutundu sıkıca. Karaca derine saplanan oku çıkarmaya uğraşsa da bacağına zarar verdiğini anlayınca durdu. Onu çıkarmaya vakit yoktu hiç olmazsa kalenin iç avlusunda hiç yoktu zira kapı koçbaşlarıyla vurulmaya başlanmıştı. Bunun üzerine fazlalığı kırmakla yetindi. "Ben yukarıya çıkamam." diyerek arabaya çevirdi başını. "O hiç çıkamaz." Acıyla baktığı gözlerini öne eğildi ve yutkundu.

"Burada sadece şu kapı ve ahırlar var. Şu kapıdan girelim, muhafızlar da burayı beklesinler." diyerek ahşap eski kapıyı gösterdi. Vurulsa kırılacak gibi olsa da başka çaresi yoktu. Bayezid'i de yanlarına alıp içeriye girdiler. Bayezid'i duvara dayadılar zira yerde yatmasına gönlü elvermedi kadının, kendi de yanına oturup duvara yaslandı.

Dışarıdaki kapı sesleri ve bağırışlar kapının birazdan kırılacağına ve küçük bir savaşın olacağına delaletti. Geri dönüş yoktu artık, o da gitmişti. Koruması gereken çok az şey kalmıştı. Çadırlardan toplayıp getirdiği vesikaları çıkardı ve yazana baktı. Etrafına baktı, baruthanede olduğunu fark etti, yakamazdı onları.

Boş bir kağıt ve divit çıkardı, Kâsım Han'ın ona verdiği mahberi de çıkarıp mürekkebi içine daldırdı ve bir vesika neşretmeye başladı.

Emri hak vuku bulduğunda kul çaresiz kalırmış, ben de prenses iken sultan geldiğim bu hanedanda kendimi bedbaht vaziyette buldum ve güç yettiremedim. Şehzademiz Savcı ve devletlü hünkârımızın şehit düştüğünü tahtın yeni sahibi size arz ederim. Zaferinizden sonra Nastia ordusu üzerine giderek onları hezimete uğratıp ordunuzu bir tutmak sizin vazifenizdir zira Mirzaoğlu ordusu artık başsızdır lakin imdilik habersizlerdir. Biz bir kalede mahsur kaldık lakin size bir armağan olarak Nastia'nın başını alacağız, başsız kalan ordu mağlup olur. Siz ordunuzun başına geçip onları ezin ki intikamımız gecikmesin. Sizden şahsen tek dileğim zevcime bu makus kaderi reva gören prensese cezasının verilmesidir. Arz ederim.
Mehpare Sultan.

Bu mahberi böyle bir acı vesika için kullanacağını hiç düşünmemişti, acıyla yanda duran ölü bedene baktı sonra adamın bedenine gizlediği saltanat mührünü çıkartıp mürekkebe buladı ve vesika üzerine evvela Bayezid'in sonra da kendi mührünü vurdu. Zırhını üzerinden çıkarıp boynundaki iki damgayı çıkardı, sonra da erine eğilip onunkini eline aldı. Üç hanedanı bir etmişken bu ayrılık olmuş muydu hiç?

"Karaca." diyerek ellerindeki damgaları ona uzattı. "Yok et." Bu mühürler ordulara hükmedecek kadar güçlü ve tehlikeli olduğundan parçalanması ve yok edilmesi en akla yatkın olanıydı şimdilik. Karaca damgaları alıp zincirlerinden ayırdı ve keskin hançeriyle parçalara ayırıp baruthanenin dört bir yanına gizledi. Böylelikle düşman girse dahi damgaları bulamayacaktı. Lakin mühür, mührü parçalayamazdı. Mühür padişah öldüğünde namzeti eline geçerdi böylece halef selef olmuş olurdu, kaideler böyleydi. Lakin şimdi kaideden ziyade Bayezid'in mührünün ona yollanması öldüğünü kanıtlamak demekti zira zinhar şahsi mührünü kimseye vermezdi.

Parmağındaki saltanat delaleti ata yadigarı zihgir ve yüzükleri çıkartıp mektup ile eline tutuşturdu. "Senden son bir arzum var, Cihangir'e emaneti teslim etmen. Kalenin mutlaka dehlizi vardır ivedilikle bulup çık bu kaleden. Arkadaki ormandan gizlice kaç, inşallah bir at bulursun."

"Son arzu ne demek Mehpare, daha çok günümüz olacak." Mehpare onu başıyla tasdik edip tekrarladı. "Olacak tabii lakin acele etmezsen kaybedeceğiz anca esir olacağız. Bak askerlerim beni korur endişe etme git ve ardında ne olursa olsun dönme, Allah şahidim olsun Cihangir'e varmadan dönersen affetmem seni." Karaca başını salladı, onun bu yaralı haliyle gelemeyeceğini biliyordu askerler de epey zaman kapıyı tutmayı başarmışlardı. Kimisi de içeride yağ kızdırıyordu düşmanın kale surlarından def edeceklerdi anlaşılan. Başaracaklarına inandı adam ve kardeşine sarılıp alnına bir buse kondurdu. "Allah'a emanet ol." diyerek yanda duran ölü bedene çevirdi başını, sonra önüne dönüp çıktı baruthaneden.

Mehpare acı bir şekilde gülümsedi ve miğferini de başından sıyırdı, az evvel zırhıyla beraber çıkmamasına şaşırmış olsa da umursamadı, kızıl kahve saçlarını serbest bıraktı. Artık düşüneceği hiçbir şey kalmamıştı ve acısını yaşayabilirdi. Kendini zorlayıp kocasına uzandı ve ağır ölü bedeninden zırhı zorla çıkardı. Beklediğinden de uzun sürmüştü lakin yaralı bedenine başını koyması bir nebze olsun iyi hissetmesine neden oldu. Tam göğsünün üzerine koydu başını, kanlı beyaz örtüyü eline alıp adamı sıkıca sardı evvelki günde olduğu gibi.

"Burası soğukmuş." diyerek ölümünden uzun zaman geçtiğini fark etti. Karaca'nın çoktan gittiğini anladı, kapının kırılmasından ve gelen kılıç seslerine rağmen dönmemesinden de bunu teyit etti. Hüzünle bedenlerini ayırıp yüzünü kapıya çevirdi. Nastia Prensi'nin burada olduğunu biliyordu, seslerden de anlamış oldu bunu. Gelirken görmüştü ve daha önce de gördüğünden tanımıştı. Ordunun başı başsız kalırsa ordu dağılırdı. Mirzaoğlu ordusu başsız kalsa da habersizdi, haberi olana kadar da başına geçecek biri vardı lakin Nastia öyle değildi, prenses ordunun başına geçemezdi başka da geçecek yoktu. Saraydan buraya gelmeleri günlerini alacağı için zafer çoktan Mirzaoğulları'nın olurdu.

Yapacak bir şey yoktu kapının önünde dikilen askerler dışında pek kimsenin kalmadığını kapıdaki askerlerden işitmişti. Vesikalar yanındaydı, barutlar da, düşman da ve sevdiği adam da. Kılıcını bir baston gibi kullanıp zorla ayağı kalktı ve acıyla topallaya topallaya barut fıçılarını devirmeye başladı son olarak yerine geldi ve yanındaki fıçıyı da devirdi.

Kılıcını çekip ucuna kanlı beyaz örtüyü doladı ve beklemeye koyuldu, son asker ölene kadar bekleyecekti. Yanındaki adama bakıp tekrar gözyaşlarını akıttı. "Bari acıyla gitmeseydin, bir mutluluğu çok gördüler bize." Acıyla yüzüne baktı, göğsüne saplanan hançer kendi göğsüne saplanmıştı sanki. Osman taht ikinize de yar olmayacak demişti, Orhan da taht benim soyuma kalacak demişti, dediğinin gerçek olabileceğini kimse düşünmemişti. Hüzünle boşta kalan elini yüzüne götürdü. "Zafer doğar içime, sonunda da vuslat demiştin. Bizim zaferimiz de vuslatımız da şimdi olacak. Son kalede..."

Kapısındaki askerlerin öldüğünü kilidin kırılmaya çalışmasıyla anladı, çok sürmeyecekti eski bir kapıydı ve kırılacaktı. Çakmak taşlarıyla örtüyü tutuşturmaya çalıştı, o sırada da kapı kırıldı, örtü de küçük kıvılcımdan çıkan alev ile yanmaya başladı. Mehpare elindeki kılıcı barutlara doğru atıp Bayezid'in üzerine kapandı ve şehadet getirdi. İçerideki alevi görseler de kaçmalara vakitleri yoktu, kaleyi havaya uçuracak kadar fazla barut vardı. Tutuşan barut tozlarının patlamasıyla büyük bir ses sardı sınır boyunu, öyle bir sesti ki ordular dahi işitmişti.

Devlet ve hanedan uğruna canını veren prensese koca kale duvarları mezar olmuştu. Aşkın siyasetin üstünde olduğu bir hikayeydi bu lakin ne aşk galip gelebildi ne de siyaset. Tüm galibiyetlerin sonu ise yenilgiye giden bu yol oldu.

♟️

Gözyaşlarıyla yazdığım bir bölüm oldu, beni çok zorladı yazarken yaşadım ve yas tuttum acı çektim. İyi değilim gerçekten, başından beri öldüreceğimi bildiğim karakterlerimi öldürmek çok zordu benim için.

İyi ki Mehpare sen, güçlü bir kadındın her zaman. Babanı kaybettin güçlü kaldın, evlendin güçlü kaldın, çocuğunu kaybettin güçlü kaldın, erini kaybettin ve dik durmak zorunda kalıp savaştın. Bari orası vuslatınız olsun mutlu olun...

Tarihten ilham aldığım bu kitapta son patlama sahnesi Alemdar Mustafa Paşa'dan ilham alınmıştır, eklemeden edemedim.

Bayezid, sana kızsam da seni her zaman sevdim. Adaleti korumaya çalıştın ve iyi bir eş olamasan da iyi bir baba oldun. Bu sonu hiç ama hiç hak etmedin. Sen de evlatlarınla mutlu ol.

Savcı'm yiğit şehzadem, hakkınla savaştın. Bu savaşın galibi sensin. Cihangir'im taht senindir, ananın ak sütü gibi helaldir herkese iyi bak ve İsmihan ile cihana hükmet.

Karaca sevdiğine kavuş ve kardeş acısı çekme, Sansar yeni padişahının yanından ayrılma. Şayeste, Afife, Ceylan, Esma ve Zarife siz de çok acı çekmeyin olur mu? Afife sen de ne zaman özlersen onu evvela oğluna sarıl sonra da sana özel divanı oku belki yüreğin huzur bulur. Benimki bulmayacak, hüzünlü bir son bu. Salih Giray ve Şirin siz de bu kanlı tahttan uzakta bir yerde mutlu olun, bari siz mutlu olun.

Bu kitapta en az benim kadar emeği geçen kız kardeşim AzraIzguner 'e teşekkürü borç biliyorum. İyi ki varsın bir tanem❤️

​​​​​Buraya kadar geldiyseniz bir takibinizi alırım yiaa🥰

Son olarak vedalar ayrılanlar içindir ben size veda etmiyorum, başka hikayelerde görüşmek üzere. Hesabımı takipte kalın, hoşça kalın...

25.01.2021/ 17.03.2023♡

 

Loading...
0%