@rubamsalepe
|
Kaç gündür Şehzade Bayezid'in sarayında lüzumsuz olan ne varsa tecrübe etmiştim. Birileri beni bu sarayda istemiyordu lakin kimdi bu? Kimsenin günahını almak istemezdim lakin husumetim olan yegane şahıs Şayeste Sultan'dı. Onu gözümün önünde tutmam gerekiyordu. O da zehirlenmişti lakın bunun olması şüphelerimi azaltmıyordu. Birkaç günde birileri benim vaziyetimi kellemin alınacağı noktaya getirmişti. Şehzade bana inanmasa belki de o an canıma kıyardı. İstesem ona mâni olurdum lakin bu, ona suçlu olduğumu gösterirdi. Suçsuzlar kaçmamalıydı ve mücadele etmeliydi. "Sultanım ben bu suçlamaları kabul edemem zira benim de Zarife'nin de bu mevzuda dahilimiz yoktur." Bu suçlamaları nasıl bertaraf edebilirdim? Bir girdabın dibinde gibiydim. Ne etsem beni içine daha fazla çekiyordu lakin Erguvan'da öğrendiğim bir husus vardı. Eğer mâni olmazsan tahtını bile elinden alabilirlerdi, aynı babama yaptıkları gibi. "Ben de böyle bir vaziyete dahil olmadığınıza inanırım lakin deliller sizi işaret eder. Kendinizi aklamanız gerekir." Evet ama nasıl? İz sürmekten başka çarem yoktu lakin iz sürmem için bana inanıp mühlet vermeleri gerekirdi. "Şehzadem, sizden biraz vakit isterim. Kendimi aklamam için iz sürmem lazım. Şirin Sultan doğru söylüyor zira ben kimsenin canına kıymam. Yapmam için de sebebim yoktur." Birini öldürmek istesem çekerdim hançerimi kalbine saplardım. Dolambaçlı oyunlara zinhar girmezdim. Kelâmlarımı başıyla tasdik ettikten sonra "Sadece iki gün." dedi. Demek ki kendimi aklamam için iki günüm vardı. Bu vakti öyle kullanmalıydım ki zihinde şüphe kalmayacak şekilde kendimi ve Zarife'yi aklamalıydım. "Lakin kaideler sebebiyle Zarife Hatun hapsedilecek. Elinizi çabuk tutun." Kabul etmekten başka çarem yoktu, boyun eğdim. "Müsaadeniz olursa bu pusula bende dursun. Belki aklanmama faydası dokunabilir. Tabi siz uygun görürseniz." Sözlerimi başıyla tasdik ettikten sonra pusulayı aldım ve her ikisine selam verip odadan ayrıldım. Şimdi yapmam gereken ilk şey hapsedilen Zarife'yi bulmak ve onunla istişare etmekti. Haremde zindan var mıydı bilmiyordum lakin bir odada tutuluyor olabilirdi. "Gülizar Kalfa beni Zarife Hatun'a götür." Arkası dönükken birden kelamlarımı işitince ürktü. "Sultanım, korkuttunuz beni. Birden bire insanın arkasından yüksek sesle kelam edilir mi?" Tek kaşımı havaya kaldırdım. Zira sözleri bir sultana hitap etmiyordu. "Bağışlayın sultanım. Tabii hemen götüreyim buyurun." deyip yolu bana gösterdi. Zarife, haremin en alt katında tepeden küçük bir camdan ışık gören bir odaya hapsedilmişti. Odadan çok kilere benziyordu. Kahverengi taş duvarların üstünü yapraklar kaplamıştı lakin her halinden belliydi ki bu kısım sarayın en eski yerlerindendi. Bu kapının ardında can dostum, nedimem vardı. Öyle bir lekeydi ki bu hem onu hem de beni cellatların eline düşürebilirdi. Ben onu kaybedemezdim. Zinhar onsuz yapamazdım. Derhal kapının açılmasını emrettim ve içeri girdim. Onun diyecekleri çok mühimdi. Her an her şey olabilirdi. "Sultanım." deyip yere çöktü Zarife. Bayağı korkmuş gözüküyordu. Hemen yere eğilip onu kaldırdım. "Şşş sakin ol Zarife Hatun. Şimdi gözlerime bak. Dün ben şehzademizleyken bu mevzu olmuş olmalı zira başka vakitler ya dairemde Erguvan'dan getirdiğim hizmetlilerim ya da sen bulunursun. Dün gece nöbetleşe durun demiştim. Nasıl oldu bu iş?" Gözleri kıpkırmızıydı lakin yüzünün beti benzi atmış gözüküyordu. Koluna elimi koydum ve ona güven verdim. "Ben bir vakitliğine odadan ayrıldım. Ne olduysa o vakit olmuştur lakin yemin ederim Şayeste Sultan'ın yanına gitmedim. Siz beni bilirsiniz. Bunu yapmaya sebebim yoktur." Odayı bir başına bırakmıştı demek lakin bunu yapmamalıydı. Onu buraya geldiğimizden beri her vakit sıkıca tembihlemiştim. "Nasıl yaparsın bunu? Ben seni tembihlememiş miydim?" Sesli bir nefes verip tekrar ona geri döndüm. "Neredeydin Zarife? Şahidin var mı?" Başını iki yana salladı. Konuşsana be hatun! "Size karşı gelerek kusur işledim lakin nerede olduğumu diyemem. Eğer dersem her şey daha da karışabilir." Olur mu öyle şey? Haremde sükûnet hakim zaten. Tövbe estağfurullah ya. "Yine geleceğim Zarife. Belli ki suçun sana kalmasından ve neticelerinden korkarsın. Bu sebeple heyecandan ne dediğini bilmezsin. Aklını topla ben geldiğimde her şeyi bir bir anlatacaksın ve bu vaziyetten zarar almadan çıkacağız." deyip rutubet kokan bu karanlık odadan çıktım. Hatun aklını yitirmişti resmen lakin ben de Mehpare isem bu hususu nihayete erdirecektim. Nereden başlamalıydım bilmiyordum. Evvela daireme gitmem iyi bir başlangıç olabilirdi. Ne bulacaktım, aklıma ne gelecekti o hususta da hiçbir fikrim yoktu. Dairem bayağı dağılmıştı. Hizmetlilerim ise etrafı toplamaya çalışıyorlardı. "Hatun, pusula ve şişeyi nereden bulmuşlar?" "Sultanım şuradaki çiçekliğin altına gizlemişler." Çiçekliğin varlığından dahi habersizdim. Onun altından ise bir şişe zehir ve tarifinin yazılı olduğu bir pusula bulunmuştu. Zehrin ne olduğunu hekim kadına tetkik ettirsem neticeye vardığımda bana yardımcı olur muydu bilemiyordum. Herhangi birinin ürettiği bir zehir bile olabilirdi. Kişiyi ele vermeyebilirdi. Belki kağıt ve mürekkepten bir neticeye ulaşabilirdim. Kırmızı mürekkep Erguvan'da pek kullanılmazdı zira onu elde edebileceğimiz bir bitki yahut böcek yoktu. Bundan ötürü oradan gelirken kırmızı mürekkep getirmemiştim. Burada da kimseden almamıştım. Belki bu mürekkepten bir şey çıkabilirdi zira siyah mürekkepten daha çok maliyetli olduğunu bilirdim. O halde herkes kullanamazdı. Belki de kullanabilirdi. Bunun da cevabını bilmiyordum. Neyin içine düşmüştüm ben? Belki bu mürekkebin muhteviyatı hakkında malumat edinebilirdim. Memleketimde olsaydım kağıt ve mürekkep çeşitlerine hakimdim. Hepsini ayırt edebilirdim lakin burası Mirzaoğlu topraklarıydı. Burada her şey bambaşkaydı. Kütüphane, mürekkebin muhteviyatını öğrenmek için en münasip yerdi. Bildiğim kadarıyla kütüphane, harem dışında sarayın iç avlusundaydı. İyice örtünüp gitmem gerekirdi zira şehzade örtünme mevzusuna pek ehemmiyet gösterirdi. Bu kötü vaziyetteyken de onu üzecek bir şey yapmak istemezdim. İyice örtünüp dairemden ayrıldım. Haremden çıkıp iç avluda etrafa bakınmaya başladım. Birçok bina vardı. Hangisi kütüphaneydi bilmiyordum. Tek bildiğim burada olduğuydu. Yanımdan geçen esmer tenli ağayı durdurdum. "Kütüphane hangi binada?” Bir hatunun kütüphaneye gitme arzusu ona tuhaf gelmiş olacak ki yüzüme şaşkınca baktı. Daha sonra yüzüme bakmanın yanlış olduğunu hatırlayıp başını önüne eğdi. Ardından eliyle işaret edip oraya doğru yürümeye başladı. Ben de yerimde durmayıp peşine takıldım. İki katlı binanın giriş kısmına ulaşabilmek için birçok basamak çıkmak gerekiyordu. Onun bir alt katı daha vardı lakin onun girişi içeridendi. Neden böyle yapılmıştı bilmiyordum. Yine kahverengi taşlarla yapılmış büyük bir binaydı. Kapının üzerindeki kemerde talik hattında besmele yazılıydı. Kütüphanenin dışı diğer binalar gibiydi. İçine girmeden kütüphane olduğunu anlamak da esasen pek mümkün değildi. Hızlı adımlarla ağayı takip edip içeri girdim. Gözüm kapalı dahi olsa bu kokuyu tanırdım. Kağıt kokusuydu bu. Her defasında bu koku beni efsunlardı. Kağıdın yanında da mürekkep kokusu aldım. İçeride belki de yüzlerce kitap vardı. Aradığımı nasıl bulacaktım hiçbir fikrim yoktu. Ellerimi kitaplara sürerek mutluluğu avuçlarımda topladım. Elimden kitap düşürmeyen biri de değildim lakin onların varlığı beni hep mesut ederdi. Kitapların içlerinden birini rasgele çıkardım. Bu dini bir kitaptı, içini açıp mürekkebi tetkik ettim. Kırmızı yerleri vardı. Belki buradan bir neticeye varabilirdim. Kitabı yanda duran büyük rahlenin üzerine açık vaziyette bıraktım. Biraz daha bakındım. Üzerinde altın varak ile kazınmış Anka kuşu timsali vardı. Kapağını yavaşça açıp ilk sayfasına baktım. Muharrem ayının on üçüncü günü diye not düşülmüş ve anladığım kadarıyla o gün şehzade divanında alınan kararlar kayda geçilmişti. Bunlar şehzade divanı kayıtlarıydı. Sancak için alınan kararlar, saray için alınan kararlar ve daha birçok hususun kaydı buradaydı. Bir sayfasının fazla yıprandığını fark ettim. Zannımca bu sayfanın üzerine su dökülmüştü. Kötü emelli mi yahut arzu etmeden mi yapıldığını hiç bilmiyorum. Bunu bilmemin de imkanı yoktu. Bunun da başıma dert açmaması gerektiğini düşündüğüm için derhal yerine koyup başka bir defteri elime aldım. Bu kayıt zarar görmemişti. İçini karıştırmaya başladım. Safer ayının kayıtları bu defterdeydi. Yani bunlar geçen ayın kayıtlarıydı. Belki bana bir faydası olabilirdi. Elimdeki kitap ile beraber büyük rahleye geçtim. Evvela kemerime sıkıştırdığım pusulayı çıkardım. Dini kitaptaki yazı ile yan yana koydum. Görünüşünde pek bir fark yoktu. Bu defa ikisini de kokladım. Kokuları farklı gibiydi. Peki tatları nasıldı? İkisinin de mürekkebini yaladım, tatları bambaşkaydı. Kitapta rasgele bir sayfa açıp oradaki kırmızı mürekkebe de aynı işlemi icra ettim. Artık emindim bu mürekkepler farklıydı. "Peki ya başka misali var mıdır ki bu mürekkebin?" Başımı hafif yana çevirdim ve şehzade divanı kaydının tutulduğu defteri açtım. Sıkıcı pek çok meseleler neşredilmişti. Okumaktan sıkılıp defterde kırmızı renk mürekkep aradım. Esasen en başlarda birkaç mühim yerde bu mürekkep kullanılmıştı lakin defterin tamamına bakarsam daha iyi olur diye düşündüm. Defteri biraz daha karıştırdıktan sonra fark ettim ki defterin yarısından sonrasında kırmızı mürekkep hiç kullanılmamıştı. "Nerede, bitti mi bu şimdi?" Divane olmuş gibi kendi kendime sual ediyordum. Beni bu vaziyette gören olaydı cidden adım divaneye çıkardı. Birkaç sayfa geriye gidip kırmızı mürekkebi buldum. Az evvel yaptığım tetkik işlemini tekrarladım. Bu mürekkebin tadı pusuladakiyle aynıydı. Bunu birilerine sual etmeliydim lakin evvela neden yarıdan sonra bu mürekkep kullanılmamış bunu bilmeliydim. Mürekkebin son sayfasından itibaren okumaya başladım. "Fi 8 Safer. Çelebi Sultan defterdarına hüküm ki; Her ayın sekizinci günü şahsi hazinemden aşevine gün boyu yetecek kadar erzak imal edilsin. Sancağımda aç kalan kimse kalmasın. Defterdarım Selim Efendi bu hususla bizzat alakadar olsun." Şehzade ne iyi yürekliydi böyle. Bazen ona kızsam da gün geçtikçe onu tanıyordum. Kesinlikle faziletli biriydi. Şimdi de ahaliye ehemmiyet gösterdiğini gördüm. O gerçekten taht için biçilmiş kaftandı. Onun neden veliaht olduğunu bir kez daha anlamış oldum. Vicdanlıydı, adaletliydi. En başta içi yandığından sebep beni suçlamıştı lakin şimdiyse kendimi aklamam için mühlet vermişti. Hiç olmazsa bana inanıyordu. Kayıt defterlerinde yazılanlar beni ne kadar hoşnut etse de işimi görmezdi. Birkaç sayfa daha çevirip okumaya devam ettim. "Fi 15 Safer. Çelebi Sultan divanında okunmuştur. Sultan Kasım Han'ın buyruğudur. Bu vakit itibarıyla kırmızı böcek üretimi durdurula. Zinhar lal mürekkebi üretilmeye. Ne saray içinde ne de saray dışında kullanılsın. Var olanlar toplatılsın, muhafaza edilsin. Eğer ki emre itaat etmeyip bulunduran olursa beş yüz kasımiyye ceza ödesin." Bulmuştum işte. Aradığım şey tam olarak buydu. Bu hükümden önce de belli bir süre bu mürekkebi kullanmamışlardı lakin tam da bu tarihten sonra kullanmayı bırakmışlardı. Belki başka çeşit kırmızı mürekkep de vardı lakin bu emirden sonra onlar dahi kullanılmamıştı. Bunu sormadan bilemezdim. Şimdi anlamam icap eden tek husus kalmıştı. Acaba adı zikredilen bu mürekkep, pusulada kullanılan mürekkep miydi? Bunu anlamanın birkaç yolu vardı. Gidip sorabilirdim lakin evvela cevabı kendim bulmak arzusundaydım. Ayağı kalkıp etrafı tetkik etmeye başladım. Son bir ayda neşredilen bir kitap varsa içinde de kırmızı mürekkep varsa dini kitaptaki ile aynıdır. Yani esasen hünkârın emrine baktığımızda böyle olması gerekirdi. Belki de az evvel düşlediğim gibi ikiden fazla kırmızı mürekkep vardı. Bunu da ancak sorarak öğrenebilirdim. Mahber. Mahber buna çözüm olabilirdi. Hemen dolapların yanına gidip içlerini karıştırmaya başladım. Çoğunda kitap vardı lakin en son dolapta kağıt, kalem ve içinde mürekkep olduğunu düşündüğüm bir sürü mahber buldum. Hemen kapaklarını açıp içine baktım. Birkaçı siyahtı. Altın rengi olanları da vardı. En son bir ümitle elimi attığım mahberin içinden kırmızı mürekkep çıktı. Hemen koklayıp tadına baktım. Bu mürekkep dini kitaptaki mürekkebin aynısıydı. O halde yasaklanan mürekkep lal mürekkebi de hem pusulada hem de divan kayıtlarında bulunan mürekkepti. Lal mürekkebi, Kasım Han'ın emriyle toplatılacaktı. Şimdiye dek toplatılmış olmalıydı ki divan kayıtlarında dahi kullanımı kesilmişti. O halde biri bu mürekkebi ya saklamıştı ya da bir yerden imal etmişti. Neticeye adım adım yaklaştığımı biliyordum lakin şimdiden sonra yardım almalıydım. Zira mürekkebin toplatıldığı yer hakkında hiçbir malumatım yoktu. Elimdeki mahberi yerine bırakıp kütüphaneden ayrıldım. Afife Sultan'ın bana yardım edebileceğine inanıyordum zira ziyafet günü bana ne hususta olursa olsun yardım edeceğini ima etmişti. Ben de ona inanıyordum. Beni bu vaziyette tek başıma koymayacaktı. ♟️ BİRAZ KASVETLİ BÖLÜMLER DEĞİL Mİ?😄 MERAK ETMEYİN SİZİ BU KASFETTEN BİR SÜRE SONRA ÇIKARACAĞIM. SAVAŞ KOKUSU ALIYORUM. LAKİN BİLİNİZ Kİ ENTRİKASIZ SARAY OLMAZZ. Bu arada bilgi vermek isterim. Lal mürekkebi diye bir şey gerçekten var. Osmanlıda kullanılırmış. Ancak yasaklanmasını ben uydurdum😄😄 SİZCE ZARİFE NEYİ SAKLIYOR? MEHPARE KENDİNİ AKLAYABİLECEK Mİ? TÜM BU SORULARIN CEVABI BİR SONRAKİ BÖLÜMDEEE😘🥰 |
0% |