Yeni Üyelik
1.
Bölüm

1. Yeşilin Hikayesi

@rubyregent

“Geçmiş hiç yaşanmadı, gelecek geçmişte kaldı ve biz hiç yaşlanmadık.”

 

Yücelerin Yeşili İserra

Birinci Ağıt,

Erişa’nın Doğumu (Sarının En Kudretli Parçası)

Gece, yıldızsız bir gökyüzü altında yere serilmiş karanlık bir örtü gibiydi. Hava, teni donduracak kadar soğuk ve toprağın nemi, sanki yerin altındaki gizemleri açığa çıkaracakmış gibi ağırdı. Rüzgar, çıplak ağaç dallarını usulca sallarken, ormanın derinliklerinden gelen hafif uğultu, sanki karanlığın şarkısıydı.

Ağaçların arasında yer yer ateş böcekleri parlıyor, sönük ışıklarıyla geceyi deliyordu. Ormanın ortasında güçlü bir ateş yanıyor, alevlerin parlaklığı, etrafındaki gölgeleri dansa davet ediyordu; ama bu dans, tehditkâr bir uyum içindeydi.

Yaşlı kadın, ateşin önünde sessizce oturmuş, gözlerinde alevlerin yansımaları titreşiyordu. Yüzündeki derin kırışıklıklar, geçmişin acılarını taşıyor; ama gözlerindeki alev, henüz sönmemiş bir kararlılığın işaretiydi. Her nefes alışında, zamanın ona bıraktığı ağır yükü hissediyor gibi görünüyordu.

Dumanı derin bir nefesle içine çekerken, “Yeterli değil,” diye mırıldandı.

Kadın, belini tutarak doğruldu ve ateşin karşısında hareketsiz duran kıza doğru aceleyle topallayarak yürüdü. Her adımında kuru yaprakların çıtırtısı, ormanın derinliklerinde yankılanıyordu. Kıza yaklaştıkça, yüzündeki dinginlik yerini öfkeye bırakmaya başladı; öyle ki, bu öfke tüm yaşamı boyunca hissettiği kayıpların ve umutsuzlukların bir yansımasıydı. Gözleri, kızın donuk yüzüne kitlendi; kız, sanki zaman durmuş gibi hareketsizdi.

Yaşlı kadının nefesi hızlanmış, göğsü inip kalkıyordu; her nefes alışverişi, içindeki gerilimi daha da artırıyordu. Ateşin ışığı, yüzündeki kırışıklıkları daha da belirginleştirirken, gözlerindeki kararlılık ve acı, onun geçmişteki kayıplarının bir yansıması gibiydi. Kızın yanına vardığında, yüzündeki öfke doruğa ulaştı. “Yeterli değil!” diye haykırdı, sesi ormanın derinliklerinde yankılandı; bu çığlık, hem kendi içindeki çatışmayı hem de genç kıza yönelik hayal kırıklığını taşıyordu.

Kızın hareketsiz bedeni, kadının öfkesine karşılık vermedi; sadece boş bir bakışla, sanki zamanla birlikte donmuş gibiydi.

Ormanın içindeki kokular, kadının burnuna doluyordu; nemli toprak, yanmış odun ve hafif bir çürüme kokusu, geçmişteki anıların derinlerine inmesini sağlıyordu. Bu kokular, kadının zihninde anılar canlandırıyor, öfkesini daha da körüklüyordu. “Yeterli değil,” diye mırıldandı tekrar, sesi bu sefer daha yumuşak ama daha kararlıydı. Kızın bileğini sıkıca kavradı, gözleri kızın gözleriyle buluştu; o an, yaşlı kadının içindeki tüm duygular su yüzüne çıkmaya çalışıyordu.

“Bir can, bir düğüm,” diye haykırdı; bu kelimeler, içindeki tüm öfkeyi taşırken, aynı zamanda onun umudunu da temsil ediyordu. Kızdan bir hareket beklercesine gözlerine kilitlendi.

Ormanın derinliklerinde, rüzgarın uğultusu ve ateşin çıtırtısı dışında her şey sessizdi. Kadının gözlerindeki öfke, yerini sabırsız bir bekleyişe bırakmıştı; bu sabırsızlık, hem kendisinin hem de genç kızın kaderini belirleyecek bir anı simgeliyordu. Kızın hareketsiz bedeni, kadının sabrını zorluyordu.

Sonunda, uzun süre hareketsiz duran kızın dudakları aralandı. “Bir can, bir düğüm,” diye fısıldadı; sesi, neredeyse duyulmaz bir melodiydi. Dudakları tekrar mühürlenmiş gibi sımsıkı kapandı, sanki söyledikleri havada asılı kalmıştı.

Yaşlı kadının gözlerinde bir ışık belirdi; beklediği o işareti almış gibi görünüyordu. Umutla deli gibi haykırdı: “Bir can bir düğüm, bir can bir düğüm!” Sesi, ormanın derinliklerinde yankılanırken, tonunda derin bir hüzün vardı. Bu sözler, kısa bir an bile olsa, onun içinde bir duygu karmaşası yaratmıştı; sanki tüm duygularını aynı anda yaşıyordu.

“Yok olmuş efsaneyi anlatma zamanım geldi,” gözleri hâlâ kızın bileğindeydi, yüzüne bakamıyordu; hem utanıyor hem kızıyordu. Kısacık sürede geçmişin anıları içinde kayboldu. Tüm utancı gitti ve yerine öfkesi geldi. Bedeni, tüm yaşamı boyunca tanıdığı herkese olan öfkesi ile; yanında, ruhu çekilmiş gibi duran kızı seçtiğinden dolayı kendine olan öfkesi ile dolup taştı. Lakin her öfkelendiğinde olan şey tekrar oldu, göğsünde hissettiği bir ağırlık önce onu felç etti ardından ne kadar öfkesi varsa çekip aldı ve yok oldu. Yüzü acı ile buruştu. Her defasında aynı şey olduğundan sırada ne olduğunu biliyordu. Onun sesini duyacaktı, o acı verici çığlığı varlığının her zerresinde hissedecekti.

“Her şey yüce amaç için” ses beyninin içinde yankılanarak kayboldu.

“Biri ak biri kara… ama hepsi yalan,” ağır ağır söyledi her cümleyi, ölüm döşeğindeki birinin son sözleri gibiydi. Kısacık saniyede ruhu çekilmiş bir bedene dönmesine rağmen dimdik ayaktaydı, kızın bileğini hala sıkıca tutarken gözlerini kızın gözlerine dikti, tereddüt ediyordu ama daha fazla gecikemezdi.

“Efsane tekrar hatırlanmalı, tekrar hissedilmeli, sonsuzluk tekrar yaşanmalı.”

Boylarına kadar yanan ateşin içine elini uzattı, ateşi hissetmek istiyordu. “Acı yok” his yoktu, ateş ona etki etmiyordu ama kız acı çekecekti, bu yüzden tereddüt ediyordu.

Kelimeler zoraki döküldü ağzından “yapılmak zorunda” son kez iç geçirdi ve bileğinden kavradığı kızı ateşin içine attı. Acı ile dolu çığlıklar göğün karanlığında kayboldu. Kız ateşin içinde kavrulurken bile hareket etmiyor yalnızca bağırabiliyordu.

“Evet… Evet… Hisset, acıyı hisset ve acı ile haykır. Sesin sonsuzluğa karışsın. Karışsın ki onunla birleşebil,” diye bağırdı yaşlı kadın, gözleri ateşin alevlerinde parlıyordu. “Bak işte bu senin benliğin, hissettiğin tüm acı sensin. Sen acının benliğisin, senin içinde yalnızca acı var, korkudan sıyrılmış bir acı. O saf acıyı hisset, hissedebiliyor musun?”

Yaşlı kadın, sevinçle ateşin etrafında dönmeye başladı; her dönüşünde, ateşin sıcaklığı içini ısıtıyordu. Kızın tiz çığlıkları, ormanın derinliklerinde yankılanıyor, her yerden duyuluyordu. Bu çığlıkların şiddeti ve keskinliği giderek arttı; her defasında daha da uzağa yayılarak dağları, tepeleri aşıp köylere ve şehirlere ulaştı. Çığlığı duyanlar donakaldı, acıyla dondular. Kulaklarından ve gözlerinden kan geldi; beyinleri, kafalarının içinde eriyip gitti ve herkes sonsuz acı içinde yok olup gitti. Yok olan her can, ateşin daha gür yanmasına neden oldu.

Ateş iyice gürleştiğinde, kızın çığlıkları yavaşça azalmaya başladı. Nihayet çığlıklar tamamen kesildiğinde, yalnızca ateşin sesi duyuluyordu. Yaşlı kadın, o anın geldiğini anladı; gözlerinde bir ışık belirdi, yüzünde zafer dolu bir ifade oluştu. Tüm o duygu karmaşasından sonra, içinde bir sevinç dalgası yükseldi. Ateşin etrafında dönerken, kızın çığlıklarının yankısı hâlâ kulaklarında çınlıyordu. Bu yankılar, geçmişin acılarını hatırlatıyor, ama aynı zamanda beklenen zaferin tadını da veriyordu.

Ateşin alevleri, gökyüzüne doğru yükselirken, yaşlı kadın derin bir nefes aldı; nefesi, karanlığın içine karışıyordu. “Efsane tekrar hatırlanacak,” diye mırıldandı, sesindeki titreme, kalbindeki duyguların bir yansımasıydı. “Tekrar hissedilecek ve sonsuzluk tekrar yaşanacak.” Gözleri, ateşin alevleri arasında hâlâ var olan kızın bedenine takıldı; onun acı dolu çığlıkları artık sadece bir yankıydı, ama bu yankı, kadının zihninde sonsuza dek kalacaktı.

Yaşlı kadın, ateşin etrafında dönmeyi bıraktı ve gözlerini kapadı. İçinde bir huzur hissetti, ama bu huzur, kaybın ve acının ağır yükü üzerine inşa edilmişti. “Her şey yüce amaç için,” diye fısıldadı, sesi rüzgarla birlikte kaybolurken, bu kelimeler sanki karanlık ormana dağılırken ruhunu serbest bırakıyordu.

Ateşin ışığı, ormanın karanlığını aydınlatmaya devam ederken, yaşlı kadın yavaşça yere oturdu. Gözleri, hala ateşin alevlerinde parlıyordu. “Biri ak biri kara… ama hepsi yalan,” diye mırıldandı tekrar. “Efsane, sonsuzluk ve acı… hepsi bir düğümde birleşiyor.”

Yaşlı kadın, ormanın derinliklerinden gelen uğultuyu dinlerken gözlerini kapattı ve derin bir nefes aldı. Sonra gözlerini açtı ve güçlü bir sesle üç kez tekrarladı: “Erişa, Erişa, Erişa!”

Ateşin içindeki kızın bedeni, bu çağrıya yanıt verircesine titremeye başladı; alevler, etrafında dönerek yoğunlaştı ve bir an için her şey durdu. Zaman, sanki bu anın içinde sıkışıp kalmıştı. Sonra, kızın bedeni alevlerin içinden yükseldi; gözleri, yıldızların ışığını yansıtır gibi parlıyordu ve yüzünde bir kararlılık, bilgelik ifadesi belirmişti. Artık o, sadece bir kız değil, çok daha üstün bir varlık olan Erişa’ydı. Alevlerin içinden çıkarken, etrafına yayılan güç ve ışık, ormanın karanlığını delip geçti, gökyüzüne doğru yükseldi ve yıldızsız geceyi aydınlattı. Erişa’nın varlığı, ormanın derinliklerinde yankılanan bir efsane gibi sonsuzluğa karıştı. Her adımı toprağa dokunduğunda, yankılanan bir güç dalgası yayıyor, doğanın kendisi ona boyun eğiyordu. Erişa, artık ebedi bir varlık olarak, hem geçmişin hem de geleceğin koruyucusu olmuştu.

Erişa, yeni gücünü ve varlığını hissederek, yaşlı kadına doğru döndü; gözlerinde minnettarlık ve güç parlıyordu. Derin bir nefes aldı ve güçlü bir sesle üç kez haykırdı: “İserra, İserra, İserra!” Bu çağrı, ormanın derinliklerinde yankılandı, ağaçların arasında dolaştı ve gökyüzüne yükseldi.

Erişa, İserra’nın önüne oturdu. İki kadın, göz göze geldiklerinde, aralarındaki bağın derinliğini ve gücünü hissedebiliyorlardı. Rüzgâr, bu kudret gösterisine karşılık veriyormuş gibi şiddetlendi; yapraklar dans ederken, atmosferde bir yoğunluk oluşuyordu. İserra, gözlerinde bir parıltıyla, “Sonsuzluğun kudretini hissedebiliyor musun?” diye sordu.

Erişa, derin bir nefes alarak cevap verdi: “Evet, İserra. Her zerremde hissediyorum. Bu güç, bu kudret, bu sonsuzluk artık benimle.” İserra, Erişa’nın gözlerine dikkatle baktı; yavaşça, Erişa’nın gözleri siyaha dönmeye başladı, sanki içlerinde karanlık bir deniz dalgalanıyordu. Bu dönüşüm, Erişa’nın yeni varlığının bir sembolüydü.

İserra, ellerini nazikçe Erişa’nın siyaha dönmüş gözlerinin üzerine koydu ve fısıldadı: “Artık… içinde sonsuz bir boşluk barındırıyorsun… bu yüzden artık bir yücesin. Sonsuzluğu hissedebiliyor, görebiliyorsun ama bu yeterli değil… sonsuzluğu tekrar yaşamak zorundasın; tekrar yaşayasın ki… hissettiklerini anlayabilesin, gördüklerini kavrayabilesin.”

Ve İserra, sonsuzluğun ilk ritüeline başladı: “Bir can bir düğüm.” Gözleri, yavaşça siyaha teslim olurken, rüzgar ve orman dans etmeyi kesti. Tüm varoluş, sonsuzluğun hikayesine kulak verdi; bu an, evrenin döngüsünde bir dönüm noktasıydı.

Bir can bir düğüm

Bir zamanlar insanlar yoktu, savaşlar yoktu, iyi de kötü de yoktu. Ormanlar, nehirler, kudretli dağlar yoktu, bir zamanlar hayat yoktu, dünyalar, güneşler yoktu.

Bir can bir düğüm

Bir zamanlar tanrılar yoktu, tanrıçalar yoktu, ilahların ulaşamayacağı kudrete sahip varlıklar bile yoktu. Bir zamanlar hiçbir şey yoktu ve varlık yokken, ışık yokken, siyah da yoktu zaman da…

Bilinmeyen bir yerde bilinmeyen bir zamanda ilk can gitti ve ilk düğüm atıldı.

Uçsuz bucaksız, sonsuz boşluğun içinde hiçbir şey yokken, hiçliğin içine zuhur etti ve ilk ışık doğdu. İşte o an bu evrendeki ilk varlığın sonsuzluğunun başlangıcıydı.

Loading...
0%