@rubyregent
|
YEDİ YÜCE BENLİK: KORKU Sonsuz karanlığın derinliklerinde titreyerek süzülen bir varlık, tek bir duyguyla var oluyor: korku. Tüm benliğini bu duygu sarmış, onu esir almış. Geçmişten, şimdiden ve gelecekten korkuyor; kendisinden, etrafını çevreleyen uçsuz bucaksız siyahlıktan ve hiçliğin baskısından korkuyor. Anılarından geriye kalan hiçbir şey yok, ama geçmişine dair belirsiz bir hisse sahip. Bu hissin tek bir adı var: korku. Çünkü başka bir duygu bilmiyor, tanımıyor, hissetse bile anlayamıyor. Anlam veremediği şeyler zihnini sürekli meşgul ediyor. Bunun en büyük sebebi hatırlamamak. Buraya nasıl geldi? Neden hiçbir şey hatırlamıyor? Neden her yer karanlık? Neden hareket edemiyor ve titriyor? Neden siyah, korku ve kendi varlığından başka bir şey yok? En önemlisi de neden bu kadar yoğun bir korku hissediyor? Bu sorular zihninde dolanırken sonsuz karanlıkta akıp geçen milyarlarca yıl boyunca sadece korku ve siyahla çevrili. Zaman durmaksızın akıp giderken hiçbir şeyin değişmemesi, içindeki korkuyu daha da artırıyor. En kötüsü de bildiği her şeyin hep aynı kalacağına dair inancının getirdiği karanlık umutsuzluk. Bu inançla, zamanın derinliklerinde süzülmeye devam ediyor; asla bitmeyen bir karanlıkta, sonsuzluğun hiç bitmeyen döngüsünde kaybolmuş bir halde… *** Korku, parçalanmış benliğinin küçük bir parçasıydı. Milyonlarca kırılgan parçaya ayrılmış bu benlik, yalnızca bir kısmında dayanılmaz bir hisle doluydu. Görememek, konuşamamak, hatırlamamak... Sadece korku dolu bir enerjiyle karanlık ve sonsuz bir denizde süzülmek. Bu deniz, siyahın en derin tonlarında dalgalanıyor, her yönden boğucu bir hiçlikle kuşatıyordu. Ve başka hiçbir şey yoktu. Benliğini kavuran bu duygu, imkânsız denilebilecek kadar uzun zamanları su gibi içti. Her şeyin aynı kalması, umutsuzluk hissini daha da yoğunlaştırdı, rüyaları bile aynıydı. Rüyalarına bile siyah korkular hakimdi, ama farklı olan bir şey vardı: anlamsız ve belirsiz sesler. Rüyalarındaki tek farklılık bu sesti; boğuk, yankılanan, sanki sonsuzluğun derinliklerinden gelen sesler. Bu sesler, benliğinin en derinlerine gizlenmiş anılarının yankısıydı. Karşılaştığı ilk farklılık buydu, ama bu farklılığın farkına varamamıştı. Anılarının cılız sesleri, benliğini saran korkuyu aşamıyordu. Uyanıkken bile her şey aynı kalıyor, gerçekle rüyayı ayıramaz hale geliyordu. Sonsuz karanlıkta süzülürken hiç rüya görmediğini sanarak bir kez daha korkuya kapılıyordu. Deliliğin eşiğinde, umutsuzluğun pençesinde ve yavaşça kaybolan iradesinin ağırlığında ezildi. Anılarının sesleri hep yanında olmasına rağmen, onlara tutunacak cesareti bulamıyordu. Rüyalar ve gerçeklik arasındaki sınır silinmiş, benliği kaybolmuş bir halde sonsuzluğun içinde savruluyordu. Bizlere sonsuz gibi gözüken zamanın geçmesiyle birlikte içinde bir istek doğdu. Yalnızca tek bir istek, küçücük bir farklılık... Bu küçücük farklılık, onu mutlu edebilir, içini huzurla doldurabilirdi. Yıllarca bunu bekledi: siyahtan farklı bir renk görebilmek, bir şeyler hatırlamak ya da titremekten başka bir davranışı gerçekleştirebilmek. Hayat, bu tekdüzelikten ibaret olamazdı. Farklı hisler ve farklı renklerin olduğunu biliyordu, belki de bu, silinen hafızasının küçük kırıntılarıydı. Bu kırıntılar, içindeki korkudan umudu doğurdu. Zaman, bu umut ışığını çok zor söndürebildi. Dünyadaki kum tanelerinin sayısı kadar yıl geçti, ama yılmadı. Evrenimizdeki yıldızların sayısı kadar yıl geçti, ama korkuya alıştı. Evrenimizdeki canlıların sayısı kadar yıl geçti, ama siyahı kabullendi. Evrendeki her bir atomun sayısı kadar yıl geçti, ama yılmadı. Korkunun, siyahın ve titremenin tek gerçek olduğunu anladı. Tüm bu hallerin içine umutsuzluk da eklenince düşleri yok oldu. Kendi de düşleri gibi yok olmak istedi. Artık, onun için yok olmak daha kolaydı. Ancak, bu yok olma isteği bile onun için bir tür kurtuluş gibi göründü. Yok olmanın huzuru, bu bitmeyen acıdan daha cazip hale geldi. Siyahın içinde kaybolmuşken küçük bir kıvılcımın, bir anlık farklılığın umuduyla geçen milyarlarca yıl, sonunda onu yok olmaya yönlendirdi. Artık, yokluk bile bir tür varlık gibi geliyordu. Bu sonsuz karanlıkta, en azından yok olarak, her şeyden kurtulabileceğini düşündü. Umutsuzluğun pençesinde, artık tek arzusu yokluğun kollarında kaybolmaktı. Gerçekten isteseydi, absorbe ettiği enerjisini salarak korku dolu benliğini yok edebilirdi. İçinde, bu yok olma isteğini uyandıran dayanılmaz korku, yok olma hissinden korkmasına sebep olarak, ona engel oluyordu. Yaşamaktan nefret ettiren şey, yaşama tutunmasına sebep oldu. Bu aptalca paradokstan nefret etti. Nefret öfkesini açığa çıkardı. Korkusu öfkeye dönüşüyordu. Artık titremesine sebep olan his yerini öfkeye bırakmıştı. Bilmediği bir duygunun kuklası olmuştu ve bu değişimlerin farkında değildi. Çünkü öfkesinden dolayı duygusunda meydana gelen değişime odaklanamıyordu. Başlangıç anından beri varlığının içinde savaştığı sorulara cevap arıyordu. Her " neden?" deyişinde öfkesi daha da artıyor ve yok olma korkusu gittikçe azalıyordu. Sanki, içinde yatan başka bir şey uyanmış gibiydi ve bu şey öfke ile doluydu. Milyonlarca asır geçti. Zamanın akışı içinde korkusu ve öfkesi benliğine hükmetmeye devam etti, fakat bir noktada, artık bu duyguların da anlamsızlaştığını fark etti. Korku ve öfke, onun için giderek önemsizleşti. Tüm umutları silinmiş, düşünmeyi ve umursamayı bırakmıştı. İçinde bir boşluk oluşmuştu; ne korku ne de öfke onu artık etkileyebiliyordu. Yaşamdan kopmuş, sadece varoluşun ağırlığını hissediyordu. Bu tükenişle birlikte, nihayet bir karar verdi: Artık yok olmak istiyordu. “Tüm umutlarınızı karanlık yuttuğunda, bir ışık size görünüverir ve daima en son anı bekler, biri sizinle oynuyormuş gibi.” Sonu olmayan karanlıkta, sonsuza kadar tıkılı kalacağını düşündüğü bir anda, beyaz bir noktayı fark etti. O an, tüm öfkesi silindi, titremesi durdu. Etrafı kızılımsı bir renge büründü; sadece beyaz nokta hariç, her yer kıpkızıl bir dumanla kaplandı. Kendisi de lacivert bir auraya benziyordu. Ne hislerindeki ne de etrafındaki bu değişimin farkındaydı. Tüm dikkati beyaz noktadaydı ve onu izlerken ışığın titrediğini hissetti. Düşüncelere daldı: "O da benim gibi titriyor. Aynı benim gibi..." Bu düşünceler, kendi bedenindeki farklılıkları görmesini sağladı. "Ben! Ben titremiyorum." Aynı zamanda etrafındaki alanın değişimini de fark etti ve bu değişimlerin sebebinin beyaz ışık olduğunu düşündü. Bu düşünce, beyaz ışığa olan tutkusunu artırıyor, onu daha da çok hissetmek istiyordu. Dikkatini tekrar beyaz noktaya verdi. Beyazdan kendisine gelen enerjiyi hissederek, "Sonsuza kadar ona bakabilirim," diye düşündü. Beyaz ışığın huzuru, geçen yüzlerce yılı saniyelere dönüştürdü. Artık zaman, onun için cehennem gibi geçmiyordu. Ancak, değişen tek şey zamanın akışı değildi; düşleri de değişiyordu: kimi küçük, kimi büyük beyaz noktalardan oluşan düşler. Beyaz ışık ve yabancı varlık arasındaki, ne aşka ne de sevgiye benzeyen, tek taraflı garip bir huzur, korkusunu ve öfkesini yatıştırmıştı. Fakat zaman, her zamanki gibi, onun hislerini yavaşça değiştiriyordu. Beyaz ışığı uzaktan seyretmek artık ona yetmiyordu. Bu sabırsızlık, beyaz ışığa daha da yaklaşmak ve onu daha yakından hissetmek istemesine neden oldu. Ama tüm çabaları boşa çıktı, çünkü yapabildiği tek şey ışığı uzaktan izlemekti ve bu, şimdilik yetiyordu. Huzur, onun için beyazı izlemekten ibaretti ve milyonlarca yıl boyunca da izleyebilirdi. Milyonlarca yılı atlarken, o aynı tutkuyla beyazı seyretmeye devam etti. Geçen zaman içinde farklılaşan tek şey beyazdı, büyüyor ve korkuya giderek daha da yaklaşıyordu. Beyazdaki bu değişim, Korku'nun fark edebileceği kadar büyük değildi, ama bu, onu hiç fark edemeyeceği anlamına gelmiyordu. Çünkü ikisi de milyonlarca yılın ve milyarlarca yılın önemsiz olduğu bir yerin içindeydi. Onlara farklılık hissini tattırabilecek tek şey, sonsuzluğun içindeki zamandı. Zamanla birlikte, beyaz ışığın etrafında farklı renklerde noktalar belirmeye başladı; ancak hiçbiri beyaz kadar korkuyu etkileyemedi. *** Beyaz ışık ilk görüldüğü andan itibaren etrafına yoğun bir enerji yaymaya başladı. Kendi bünyesindeki inanılmaz güç, boşluğun derinliklerine akıyordu. Bu enerjiden Korku da nasibini alıyordu. Kendi benliği, etrafındaki enerji tarafından yavaş yavaş içine çekiliyordu, fakat Korku bunun farkında değildi. Hâlâ beyaz ışığı izliyor, her geçen an ona daha fazla odaklanıyordu. Zamanla, beyazın yaydığı enerji Korku'nun içini doldurup taşırdı. Beyaz büyüdükçe, Korku da genişleyen bu enerjinin etkisi altında kalıyordu. Her milenyumda, bu enerjiyle dolup taşan Korku, geçmişinin silik kırıntılarını anılara ve kelimelere dönüştürmeye başladı. Nihayet, bir kelimeyi hatırladı: “Yargıçlar!” Kelimeyi hatırlamasıyla birlikte derin düşüncelere daldı. Bu düşünceler kontrolsüzdü, bilinçaltında karmaşık bir şekilde yankılanıyordu. Korku’nun zihninde yankılanan kelimeler hızla kontrolden çıkıyordu. Korku’nun düşünceleri: Yargıçlar… Beni onlar mı yarattı? Onlar yüzünden mi buradayım? O zaman, bu beyaz ışık da ne? Yargıç mı? Ama bir anda ortaya çıktı. Her yer karanlıktı ve ben… ben artık dayanamaz hale gelmiştim. Ve o… o birdenbire belirdi. Ona gitmek istiyorum, ama hareket edemiyorum. Ona karşı garip bir şeyler hissediyorum, sanki… sanki kendime bakıyormuşum gibi. Birden, etrafında cızırtılar duymaya başladı. Başlangıçta hafif bir fısıltı olan bu ses, kısa sürede dayanılmaz bir gürültüye dönüştü. Cızırtının şiddeti arttıkça, Korku’nun düşüncelerini bastırmaya başladı. Bilinci yavaşça kapanırken, bedeni genişledi ve tekrar büzüştü; bu hareket durmaksızın devam ediyordu. Cızırtının etkisiyle titreşen mavi bir ip yumağı gibi bedeni, varoluşsal bir döngüye girmişti. Anı kırıntılarında kaybolurken, Korku ilk kez bir rüya görmeye başladı. Milyarlarca anı, saniyeler içinde zihninde hızla dolaşmaya başladı. Kelimeler, yankılanan sesler, içindeki özlemi açığa çıkardı. Nihayet, uyandığında, zihninde yankılanan o garip duyguyu anlamaya çalıştı. Bu yeni duygu, beyaz ışığa bağlıydı, bundan emindi. O ışık, hatırladığı her anıya bir parça ekliyordu, her düşünceyi kendisiyle ilişkilendiriyordu. Yıllarca, binlerce yıl boyunca, hatıraları içinde sürüklendi. Giderek daha fazlasını hatırladı, ancak beyaz ışık her anısında varlığını sürdüren bir figür haline geldi. Bu tatmin olmayan açlık, onu daha fazla anı aramaya itti. Hatırladığı onca şey, ona asla yeterli gelmiyordu. “Hiçbir önemi yok,” diye düşündü. “Daha fazlasına ihtiyacım var. Yeterli değil. Yeterli değil.” Onca anı, onca bilgi, başkaları için sonsuz bir bilgelik anlamına gelebilirdi, ancak Korku için sadece açlığını körükleyen kırıntılardan ibaretti. |
0% |