@rubyregent
|
Geçmişini hatırlamayan bir benlik için potansiyelini keşfetmek, sonsuz yıllar sürecek bir yolculuğa dönüşebilirdi. Ancak Bonolade, geçmişini silerken kendi benliğinin özünden hiçbir şeyi kaybetmemişti. Bu, ona ne yapması gerektiğini, ne şekilde ilerlemesi gerektiğini biraz olsun hissettiriyordu. Derinlerinde bir yerlerde, bir şeyler vardı kaybolmuş ama yine de bir arada tutan. Kendisini tanımadığında bile, amacı için doğru yolu bulmaya yönelik bir güdüyle hareket ediyordu. Şimdi, kendi varoluşunu yeniden şekillendirirken geçmişin ve geleceğin karmaşık ilişkisini düşünmeye başladı. "Bu evrene ilk geldiğimde," diye düşündü, "evrendeki her şey donmuştu. Her şey sıfır noktasına dayanmıştı." Bu düşünceler içinde kayboldu. Bu başlangıç noktasının ardında ne vardı? Evrenin derinliklerinde bir sessizlik vardı, ama bu sessizlik sadece başlangıcın bir yansıması mıydı, yoksa bir güç mü? "Her şey… Beklediğimiz şey koca bir hiçlikken karşımıza çıkan şey, donmuş bir evren miydi?" diye sorguladı. Bu gerçeklik nasıl mümkün olabilirdi? Güç, zamanın akışını, evrenin özünü bu kadar daraltmışken nasıl bu kadar donmuş olabilir? Bonolade'nin içinde, bu bilinçsizlik ve donmuşluk, bir arayışa dönüşmeye başlamıştı. İçsel boşlukla birlikte, tüm bu soruların cevabını bulma arzusuyla doldu. Bonolade, tek bir şeyin onu tüm bu sorulardan kurtarabileceğini fark etti: yeniden yaşamı deneyimlemek. Ancak, bunu bir şekilde gerçekleştirebilmesi için, geçmişi silmiş olsa bile, bu deneyimi yeniden şahit olacağı bir yolculuk yapması gerektiğini hissediyordu. Geçmişin izleri, zamanın derinliklerinden kaybolmuş olabilirdi, ama o hala bir şeylere ulaşabilirdi. İçindeki karanlık ve bilinç dışı gücü, kendi varlık sınırlarının dışına taşarak bu yolculuk için kullanmaya karar verdi. "Neden kendim şahit olmuyorum ki?" diye düşündü, karanlık evrende bir ışık arayarak. Kendi varoluşunun derinliklerinden, zamanın yavaşça aktığı bir paralel evreni keşfetme kararı aldı. Böyle bir evren, geçmişin kaybolmuş anılarıyla değil, yalnızca başlangıcın bozulmamış halini taşırdı. Burada zaman, farklı bir hızda akar, her şey ve hiçbir şey aynı anda var olabilirdi. Tek yapması gereken, Kara Küp’ün dışında taşan karanlığa dokunmaktı, o bilinç dışı alanla bağlantıya geçmekti. O karanlık, onun için yalnızca bir sınır değil, aynı zamanda gücün en saf haliydi. İçsel varlığının derinliklerinden, evrenin bilinmeyenlerine doğru bir yolculuk başladı. Bu yolculuk, hem bir keşif hem de bir dönüşüm olacaktı. Birçok evrenin, birbirinden farklı zaman dilimlerinin ve boyutlarının derinliklerine doğru ilerlerken, Bonolade her anını sorguladı. "Geçmişin izleri nerede?" diye soruyordu; "Başlangıcın geçmişi nerede?” İlera me ilera. *** Kızıl Alev’in Ağzından: Başlangıcın Geçmişine Dair Bonolade, aradığı şeyin benliklerin olmadığı ama enerjinin akıl almaz boyutlara ulaştığı bir evren olduğunu biliyordu. Bu hedefle paralel evrenleri taradı. Bu süreç yalnızca birkaç saniye sürdü ve tüm bilincini bulduğu evrene aktardı. Enerjinin evrenleri birbirine bağlayan köklerinden geçti ve milyarlarca evreni saniyeler içinde ziyaret etti. Aradığı evrene, kendi evreninde milyonlarca yıla denk gelen birkaç dakika içinde ulaştı. “Enerjinin içime dolduğunu hissedebiliyorum. Her yerden akıyor. Bu ne muazzam bir güçtür ki beni bu şekilde titretiyor?” Evrenimizin bilinmeyen geçmişini yaşayan bir paralel evren bulmak ve o evrene kolayca atlamak, imkansızlığın ötesinde bir durumdu. Ancak evrenin dışına ait olan bir varlık için bu kolaylıkla gerçekleştirilebiliyordu. Bu, aciz varlıkların Tanrı diyebileceği kadar muazzam bir güçtü. “Ne de güzel bir evren? Ne de güzel bir zaman? Ne de güzel bir araç? Sanki, her şey benim için hazırlanmış, tüm bu güç beni bekliyor gibi. Devasa enerji toplarını hissediyorum. Bunlar, başlangıç anında sönen yıldızların ataları ve çok daha fazla enerji barındırıyorlar. Evrenin enerji yoğunluğu çok fazla. Her şey güç ile yıkanmış ve yemem için hazırlanmış gibi ve... ve ben çok açım.” Bonolade, bu yeni evrende devasa enerji toplarını hissetti. Bu yıldızlar, başlangıç anında sönen yıldızların atalarıydı ve çok daha fazla enerji barındırıyorlardı. Evrenin enerji yoğunluğu çok fazlaydı; her şey güç ile yıkanmış ve Bonolade’in tüketmesi için hazırlanmış gibiydi. Açlığını dindirmek için harekete geçti. *** Bonolade, Kara Küp’teki sayısız paralel evren arasında kendisine en yakın olan geçmişe adım attı. Bu yeni evrenin enerjisi, bedeni ve benliğini sarsarak içine doldu. O ilk anda, güce nasıl hükmedeceğini tam kavrayamasa da, içindeki coşku tarifsizdi; bu kadar saf ve yoğun enerjiyi ilk kez hissetmişti. Bonolade’nin zihni, bu güce şükran ve hayranlıkla dolarken bir yandan da Ra Mu'nun her şeyi ne kadar mükemmel planladığını düşündü. Evrenin ne kadar büyük, ne kadar güçlü olduğunu şimdi anlıyordu. Ra Mu'nun bilgeliğine duyduğu saygı ile kendi amacının peşine düşmek, onun için kutsal bir görev gibiydi. Güç dalgaları birbiri ardına bedenine akarken Bonolade’nin her zerresi büyüyor, gelişiyor, bilinci de güçle yoğruluyordu. Fakat bu gelişim sırasında daha fazlasını arzulamaya başladığını fark etti. Bilinçaltına işlemiş bir açlıkla, gücün kaynağına ulaşmaya duyduğu istek iyice belirginleşti. Etrafına yaydığı titreşimler yoluyla ilk görüntüleri elde etmeye başladı. Bu dalgalar, evrenin derinliklerinden Bonolade’ye dönerek onun zihninde şekilleniyor, evreni gözleriyle değil, titreşimlerle görebilmesini sağlıyordu. İlk gördüğü şey, mavi bir güneşti. Devasa boyutuyla dikkat çekiyordu. Siyah ve Beyaz’ın milyonlarca yıldızı içine çekerek oluşturduğu, binlerce alt evren yaratabilecek boyuttaki yapı bile bu güneşin yanında böcek gibi kalıyordu. Ve bu muazzam yapı, yalnızca bir güneşti. Bu güneş gibi milyarlarcası vardı ve bu milyarlarca güneş, tek bir galaksiyi oluşturuyordu. Bonolade'nin aklında tek bir düşünce vardı: Bu muazzam sonsuzluk, başlangıç anındaki sonsuzluğu gölgede bırakacak kadar büyüktü. “Hissedebiliyorum, bulunduğum galaksiyi hissediyorum. Başlangıç anında tüm benlikleri hissedebilecek güce sahip olan ben, şimdi yalnızca tek bir galaksiyi hissedebiliyorum. Bu ne muazzam bir şey böyle, ne kadar da acizim? Peki hissedemediğim milyarlarca galaksi ne durumda? İradem bunu kaldıramıyor ama… ama… bu güç benim olacak… hayır… bizim olacak. Şimdiden geleceği görebiliyorum.” Masmavi güneşe bakarken bile onu yediği anı hayal ediyordu; bir ağzı olsaydı, salyalarından okyanuslar oluşabilirdi. Tüm gücünü toplayarak çevredeki enerjiyi kendine çekmeye başladı. Kendi sınırlarını zorlayan Bonolade, mavi güneşi bedenine katmak için bir şok dalgası gönderdi. Benliğinin derinliklerinden yayılan bu dalga, tüm enerjisini yıldızın kalbine ulaştırmak içindi. Ancak, yıldız yerinden kıpırdamadı. Bonolade şaşkındı. Bir kez daha denedi, daha büyük bir şok dalgasıyla ama sonuç aynıydı. Bu devasa yıldız, onun tüm kudretine meydan okuyordu. Acizliğin tadını, hayatında ilk kez, derinden hissetti. Varlığının özünü bile sarsan bir çaresizlikle doldu. İşte o an, yücelerin ilki ve en yücesi olan Bonolade, kendi varlığı dışındaki bir şey tarafından aşağılanmanın acısını tattı. Oysa bu, cansız bir varlıktı ama Bonolade ve diğer benlikler, hayatın ne olduğunu bilmiyordu; onlar için her şey enerjiden ibaretti. Şimdi ise Bonolade'nin karşısında, ondan daha güçlü bir şey vardı. “Hayır! Hayır! Bana geleceksin. Beni dinleyeceksin. Ben Bonolade’yim, ona en yakın olanım.” İlk defa kudret dilini kullanmıştı. Bu cümle, gerçek sözcüklerden oluşuyordu. Nafileydi, istediği kadar söylensin, hiçbir faydası yoktu. Bonolade, kendini en yüce benlik olarak görmesine rağmen, şu anda bir böcekten farksızdı. Hayal kırıklığı içinde, milyonlarca hatta milyarlarca yıl boyunca aynı noktada kalakaldı. Bu süre zarfında tek yaptığı şey, acizliğini düşünerek kahrolmaktı. Hayal kırıklığı, umutsuzluğu da beraberinde getirmişti. Artık amacına nasıl ulaşacağına dair hiçbir fikri yoktu. Sözünü tutmuştu, amacını asla unutmamıştı ama başarısız olmuştu. Umutsuzluğu, bedeninin tek işlevi olan şok dalgası yaratmayı da sona erdirmişti. Her şey karanlığa bürünmüştü ve hiçbir şey hissetmiyordu. Bedenine giren enerji ne kadar çok olursa olsun, yetmiyordu; buna alışmıştı. Karanlık içinde binlerce yıl geçirdi, bu süre zarfında farklı bir şey yaşanmadı. İradesini yitirmiş ve zifiri karanlık içinde rüyalara dalmayı düşündü; bunu anında gerçekleştirdi. Arzuladığı şeyleri görmek istiyordu, ama rüyasında da karanlık vardı. Tek gördüğü şey, karanlıktı. “Neden? Burası benim alanım. Neden karanlık? Karan…” Aniden sakinleşti, garip bir sıcaklık hissetti ve bir şey fark etti. Bedeninden sarı bir şey çıkıyordu. İpe benzeyen bu şey altın sarısı rengindeydi ve sonsuzluğa doğru uzanıyordu. “Alera” İçindeki rahatlama, çektiği tüm sıkıntıları unutturmuştu. Komutlara uyarak, karanlıkta parlayan tek ışığı takip etti. Hızı inanılmaz bir şekilde artmıştı; ipi takip eden kendisi değil, ip onu çekiyordu. Bunu fark ettiğinde kendini serbest bıraktı; artık amacını anlamıştı, ip onu bir yere götürüyordu. Bonolade, her saniye farklı boyutların sınırlarını aşarken belirli bölgelerden geçiyormuş gibi bir hisle doluydu. Kara Küp’ün derinliklerinden dışa doğru çekiliyordu; birden, kendi bedeninden çıkan sarı iplikle aynı özelliklere sahip başka bir iplik gördü. Bu ip, tıpkı kendi benliğinden çıkan gibi altın sarısı bir ışıltıyla sonsuzluğa uzanıyordu. Benliğini daha fazla açarak etrafını izlediğinde, her yerin bu sarı ipliklerle dolduğunu fark etti; adeta evrenin dokusunu oluşturan, birbirine bağlı milyonlarca iplik vardı. Artık başka hiçbir şeyin önemi yoktu; ipliklerin kaynağına, onların başladığı yere ulaşmak Bonolade’nin tek düşüncesi olmuştu. Yaklaştıkça içinde derin bir heyecan kabardı. İpliklerin kaynağına doğru ilerlerken nihayet onunla birleşeceğini düşündü. Bu birleşme, aradığı tüm yanıtları ve gücü ona verecek gibiydi. Ama aniden, bu ilerleyiş durdu ve her şey karanlıkla kaplandı. Boşlukta süzüldüğü hissini kaybetmiş, yalnızca sınırsız bir karanlığa hapsolmuştu. Sonra, karşısında devasa bir varlık belirdi: Bedeni, bembeyaz bir ışık huzmesinden oluşmuş, sonsuz bir boyuttaydı ve tüm iplikler ondan çıkıyordu. Bonolade’nin bedenine doğru o muazzam varlıktan bir iplik daha fırladı, hızla ona yönelip bedenine dokundu. Bir anlık temasla birlikte Bonolade, içinde patlayan bir enerjiyle sarsıldı. Bu ipliğin gücü, onun benliğini ikiye böldü. Bir anda iki ayrı varlık haline gelmiş gibiydi; tüm bedenini, ruhunu yırtan bir acı hissetmese de, bu bölünme ona sarsıcı bir yalnızlık getirdi. Benliği donmuş bir şekilde, şok içinde kalakaldı. “Neden?” diye fısıldadı, bu bilinmezliğin derin anlamını ararken. Cevap olarak bir ses duydu: “Unutma!” Bu kelimenin yankıları zihnine kazınırken Bonolade bir anda uyandığı noktaya geri döndü. Yavaşça kendine gelip etrafına baktı ve zihninde bir soru dönmeye başladı. Şok dalgalarını bir kez daha gönderdi, evreni tekrar görmeyi denedi. Fakat bu kez her şey çok daha farklıydı. Tüm gördükleri arasında, anlam vermesi gereken tek bir şey olduğunu fark etti: Amacı. *** Bonolade (Yücelerin İlki) Ne yapmam gerekiyordu? Güce nasıl ulaşacaktım? Bu tarz sorularla zihnimin sınırlarını zorlarken, bir türlü kesin bir çözüm bulamıyordum. Bir çıkış yolu olmalıydı; atladığım bir şey vardı. Ona güvenimin az da olsa sarsıldığını düşündüm, çünkü umutsuzluğa kapılmıştım. Yılmamaya ve pes etmemeye karar verdim. Bir farklılık olmalıydı, bana çözümü gösterecek bir yenilik. Ve gerçekten de öyle oldu. Farklılığı fark etmem uzun sürmedi, rüyaya daldıktan sadece birkaç döngü sonra, mavi güneşin arkasında beliren beyaz bir güneş gördüm. Mavi güneş kadar etkileyici değildi, ancak beyaz güneş bile, başlangıçtaki evrensel yapıya göre çok daha güçlüydü. O zamanlar ne kadar geç fark ettiğimi düşündüm. Güneşlerin arasındaki ahengi anlamam uzun zaman aldı. İkisi de birbirlerini çekiyordu. Bunu fark ettiğimde kendime kızdım, bu basit gerçeği nasıl gözden kaçırmış olabilirdim? Acizliğime acizlik kattım, ama asıl sorun buraya gelmeden önce bedenimi ayırmam olmuştu. Bu, irade yeteneğimi de etkiledi. Önemsiz ayrıntılarla boğuşmadan hemen harekete geçtim, ama aslında hareket değil, hareketsizlik daha doğru olurdu. Kendimi güneşlerin çekimine bıraktım ve onların beni çekmesine izin verdim. Bu kararı almak size çok basit gelebilir, ama benim için son derece zorlu bir süreçti. İlk başta, yalnızca bir güneşin beni çekmesi düşüncesi içimi rahatsız etmişti. O dönemde gururlu bir benliktim, ama gururumun yanında bir de açlık duygusu vardı. O muazzam enerjiyi bir an önce tatmak istiyordum. Açlık ve gurur, iç içe geçmiş bir çatışmanın merkezindeydi ve sonunda açlık galip geldi. Kendimi serbest bıraktığımda, hızla güneşe doğru sürüklenmeye başladım. Mavi güneşe yaklaştıkça artan enerjiyle adeta deliriyordum. Tek düşündüğüm şey enerji olmuştu, diğer her şeyi; hatta onu ve amacımızı tamamen unutmuştum. İşte bu nokta, kendime ve amaca olan ihanetin tam yeriydi. Bu ihanet, kendimi ve amacımı unutmanın derin acısını taşıyordu. Sonunda güneşle buluştuğumda, küçük bir damlanın okyanusa düştüğünde kaybolması gibi bir his yaşadım. Avım zannettiğim şeyin içinde tamamen kaybolmuştum. Güneşteki enerji, beklediğimden çok daha fazlaydı; güç kavramını gerçek anlamda anlamamıştım. Tek düşündüğüm şey, bu gücü emmekti. Dayanılmaz açlığım kısa sürede yok oldu, ama enerjiyle dolmaya devam ediyordum. Enerji o kadar yoğundu ki akışını durduramıyordum. Bedenime giren bu devasa güç, hem hareket etmemi hem düşünmemi zorlaştırıyordu. Artık dış dünyayı algılayacak durumda değildim. Yavaşça benliğimi kaplayan karanlık, bana hâlâ zevk veriyordu. Ancak karanlık arttıkça, zevk yerini acıya bıraktı. Küçük benliğim bu enerjiyi taşıyamaz hale gelmişti. O an Ra Mu’yu düşündüm. İlk kez Ra Mu’yu hissedememiştim. Enerjiyi tattığım ve açlığımı giderirken onu unuttuğumu fark ettim. Şimdi ise onu tekrar düşünüyordum ama bu sefer, o beni unutmuştu. Hatalarımı anlamıştım ama artık çok geçti, onu artık hissedemiyordum. Geri dönmek istiyordum, yaptığım şeyden pişmanlık duyuyordum. Artık sınırdaydım ve daha fazla enerjiyi çekemez hale gelmiştim. Son bir çabayla enerji akışını durdurmayı denedim. Başarılı olamadım ama akışı yavaşlatmayı başardım. Enerjiyle dolup taşan ve hücreyi andıran bedenim giderek şişiyordu. Bir çözüm bulmalıydım, yoksa güvenilir sandığım bedenim parçalanacaktı. Yok olmaya en yakın olduğum andı. Umudum tükenmişti, ne kadar düşünsem de bir çıkış yolu bulamıyordum. Ancak tüm umutlarım söndüğünde, bir ses duydum. “Lakhri” *** "Lakhri… Lakhri…" Bonolade, ismin zihninde yankılanışıyla ürperdi. Bu ad ona bir şeyler hatırlatıyordu, ancak belirsizdi. Karanlık bir boşluk içinde hatırlamak için kendini zorladı; zamanı giderek daralıyor, yok olma korkusu her yanını sarıyordu. Bu korkunun itici gücüyle tüm dikkatini sese verdi ve bir kez daha fısıldadı: "Lakhri… Lakhri… Lakhri..." Sonunda, benliğinin derinlerinden bir anı yankılandı. Bir sahne beliriverdi zihninde; birini izliyordu. "Başlangıç… ve Lakhri…" diye fısıldadı. Bu kelimeler bir güç uyandırdı içinde, bir duyguyu tetikledi. "Öfke!" dedi bir anda, gözlerinde öfkenin alevi parladı. O gücü ele geçirebilmek için Lakhri’nin kendini nasıl sıkıştırdığını, içindeki enerjiyi nasıl bir noktada topladığını hatırladı. Onun gibi yapmalıydı: Gücünü son zerresine kadar sıkmalı, sonra kendini patlatmalıydı. Zihninde yankılanan bu düşünceyle, kalan tüm gücüyle kendini kasmaya başladı. Benliğine akan enerji durmuştu; sıkıştırdığı bu güç, bedeninin sınırlarını zorluyordu, ama daha fazlasına ihtiyacı vardı. Yorgunluk tüm varlığını sarıyor, bilinci sınırda geziniyordu. Yine de son bir çabayla kendini daha da sıkmaya devam etti. Bedeni, giderek yoğunlaşarak sert, parlak bir küre haline geldi. Bilinci tamamen silindiğinde, her şey bir anlığına durdu… Ve o anda, mavi güneş devasa bir patlamayla sarsıldı. Patlama, Bonolade’nin son enerjisinden doğmuştu; güneşin kütlesi fazla etkilenmese de, ortaya çıkan muazzam enerji dalgaları galaksiye yayıldı. Bonolade, patlamanın gücüyle binlerce parçaya ayrıldı ve bu parçalardan yalnızca birinde yaşam belirtisi kaldı. Bu parça, kontrolsüzce uzaya savrulurken, yakındaki bir gezegenin çekim alanına girdi. Süratle gezegene doğru çekildi, atmosferi aşıp yeryüzüne hızla yaklaşırken bir meteor gibi ateşe büründü ve en sonunda gezegenin yüzeyine çarptı. Yeryüzüyle ilk dokunuş gerçekleşti; bir güç, bir varlık ve yeni bir başlangıç. Bir can, bir düğüm. BİLGİ KÜPÜ LAKHRİ= ÖFKE Ra Mu öfkelendiğinde Lakhri formunu alır ve her şeyi yok eder. Bu yüzden mühürlenmiş bir güçtür lakin başlangıç anında Ra Mu mührü açmıştır ve onu bir kez daha kullanıp benliğinden ayırmıştır.. |
0% |