Yeni Üyelik
11.
Bölüm

7.BÖLÜM: İlk Dokunuş

@rubyregent

Başlangıçtan Öncesi

Gezegen: Mâar

Tarih: Geçmişin Altıncı Döngüsü

Anlatıcı Sırası: Kadesh Aluma

Çarpışmadan önce, Mâar gezegeni yaşamın renkleriyle titreşiyordu. Yüzeyi, çağlayan okyanusların mavi derinlikleri ve bilinmeyen varlıkların gizemli hareketleriyle can bulmuştu. Ancak bu huzur, gökyüzünü yaran devasa bir cismin gelişiyle yerle bir oldu. Atmosfere girdiği anda patlayan yoğun enerji, göğü bir alev denizine çevirdi. Henüz çarpışma gerçekleşmeden, Mâar’ın suları buhar olup yok olmuş, kıtaları boğucu bir sıcaklık kavurmuştu. Tüm bu görkemli yaşam, birkaç nefeste silinip gitmişti. Gezegende bir zamanlar dans eden hayat, artık yalnızca bir gölgeydi.

Devasa parça nihayet gezegene çarptığında, bir patlamayla her şey sona erdi. Ancak bu, sıradan bir yıkım değildi. Mâar’ın her bir atomu, Bonolade’nin bilinçsiz iradesine boyun eğerek bir çekim noktasına dönüştü. Çarpışmanın etkisiyle gezegenin özü, Bonolade'nin enerjisiyle birleşirken her şey yeniden şekilleniyordu. Göz açıp kapayıncaya kadar, Mâar’ın parçaları döngüsel bir hareketle birleşerek yeni bir bütün yarattı. Bonolade artık bu ölü gezegenin ta kendisiydi; varlığı, yok oluşun sessizliğine hükmediyordu.

Bu dönüşüm yalnızca gezegenin değil, Bonolade’nin kendi varlığının da derinliklerinde gerçekleşti. Her benlikte olduğu gibi, Bonolade'nin içinde de devasa bir boşluk vardı. Bu boşluk, evrenlerin enerji kaynaklarıyla doğal bir bağ kurarak Kara Küp'ün köklerine kadar uzanan bir yol oluşturuyordu. Enerji, bu boşluğun varlığı nedeniyle Bonolade’ye akın etti; onunla birleşerek hem bedenini hem de bilincini dönüştürdü. Ancak bu süreç, Bonolade’nin bilinçsizce uyanmasına neden oldu. Uyanış, varlığını güçlendirmekle kalmadı, aynı zamanda onun iradesini kozmik düzen için bir tehdit haline getirdi.

Evrenin düzeni, paralel evrenlerin köklerinde gezinen ve her şeyin akışını gözlemleyen Tutucular tarafından kontrol ediliyordu. Tutucular, Bonolade’nin dönüşümünü anında fark etti. Onun kökler üzerinden yaydığı enerjiyi sınırlamak ve dengeleri korumak için gezegenin merkezinde bir boyutsal kapı açtılar. Bu kapı, Bonolade’nin içindeki boşluğun enerjiyi daha fazla emmesine engel oldu ve varlığını geçici olarak zayıflattı.

Bu, evrenin sürekliliğinde neredeyse hissedilmeyecek kadar kısa bir andı, ancak sonuçları, tüm kozmik ağ üzerinde derin bir yankı bıraktı. Tutucuların müdahalesi, Bonolade’nin yapısında kaçınılmaz bir yıkıma sebep oldu. İçsel patlama, onun benliğini yeniden şekillendirirken bedenini parçalarına ayırdı. Parçalar etrafa saçılırken Bonolade’nin iradesi bu kaotik enerjinin içinde bir süre daha direnmeye çalıştı. Ancak, evrenin döngüsü ve müdahalenin etkileri geri dönülemezdi.

Bonolade’nin bedeni, çarpışmanın ardından tam bir enkaz halindeydi; özü büyük ölçüde zarar görmüş, iradesi zayıflamıştı. Ancak bu durum, evrenin düzeni açısından yalnızca bir başlangıçtı. Kaosun ortasında doğan bu yeni yapı, kutsal döngünün tamamlanması için gerekli olan temeli hazırlıyordu. Her şey bir sonraki büyük hareket için sabırla zamanın akmasını bekliyordu. Artık Bonolade’nin de beklemekten başka bir seçeneği kalmamıştı.

İkinci patlamanın ardından geçen iki milyar yıl, Bonolade'nin kalıntılarının gezegen üzerinde kurduğu hakimiyeti derinleştirdi. Patlamanın izleri, gezegenin çevresinde oluşan devasa bir enkaz halkasında ve yüzeyi saran garip, altın sarısı bir sıvıda kendini gösteriyordu. Zamanın akışıyla, bu sıvı yavaş yavaş suya dönüşerek yaşamın tohumlarını yeşertti. Önce okyanuslarda, ardından kara parçalarında yeniden doğan yaşam, gezegenin her yanını sardı. Ancak bu kez her şey farklıydı; yaşamın kaynağı, gezegenin özü ve onun üstündeki her şey artık Bonolade’ye aitti. Bonolade’nin varlığı, yaşamın her zerresine nüfuz etmişti.

***

Çarpışmanın ardından geçen milyarlarca yıl, Mâar’ı yeniden hayat dolu bir gezegen haline getirdi. Ancak bu dönüşüm, basit bir yeniden doğuştan çok daha fazlasını içeriyordu. Bonolade’nin gezegenle bütünleşmesi, onun varlığını istemsizce taklit etmesiyle sonuçlandı. Gezegendeki eski yaşamın enerjisi, Bonolade’nin benliğindeki enerjiyle kaynaştı ve bu birleşim, milyarlarca yeni türün oluşumuna zemin hazırladı. Bu yeni türler, doğrudan Bonolade’nin birer parçasıydı.

Bu türler arasında en dikkat çekenler insansı varlıklardı. İnsansıların fiziksel özellikleri, Ra Mu’nun formuna benziyordu; ancak bu benzerlik yalnızca yüzeyseldi. Enerji düzeyleri düşük olduğu için insansılar, evrende sıradan birer varlık olmaktan öteye gidemiyordu. Yine de bazıları, enerjiyi daha iyi kullanma yeteneği sergileyerek diğerlerinden ayrılıyordu. Ancak bu üstünlükler bile onların varoluşsal korkularını ve sınırlı doğalarını aşmaya yetmiyordu.

Yeni varlıklar, gezegenin iki güneşi altında yüz binlerce yıl boyunca her şeyden habersiz yaşadılar. Bildikleri tek şey, hayatta kalma mücadelesiydi. Yaşamak için öldüler; korku ve öfkenin esareti altında hayatlarını sürdüler. Bu süreçte birçok tür adapte olamayarak yok oldu, uyum sağlayabilenler ise hayatta kalmayı başardı. Gelişimlerini hızlandırmak için tanrılar ve tanrıçalar yarattılar. Her yeni inanç, binlerce tanrısal varlık doğurdu. Ancak bu tanrılar, inançların gücüyle var olabiliyor ve aynı hızla yok oluyordu.

Tanrılar da insansılar gibi enerjiden oluşuyordu ve varlıkları, yaratıcılarının hayal gücüyle sınırlıydı. Her biri, inançların şekillendirdiği birer yansıma olmaktan öteye geçemedi. Ancak insansılar bu gerçeği asla öğrenemediler; yaratıcılar yaratılan, yaratılanlar ise yaratıcı oldu. Bu döngü, insansıların tarihine şekil verdi.

İnsansıların düşüncelerinden doğan ilahların benliklerden bir farkı yoktu. Diğer benlikler gibi enerjiden oluşuyorlardı. İlahların iradeleri, oluşturuldukları enerjiden ileri gidemiyordu. Onlar da her şeyden habersiz bir şekilde yaşayıp yok oluyordu. İnsansılar, bu düzeye erişebilmek için milyonlarca yılı harcadı. Bu süreçte birçok tür yok olup gitti. Ancak bir tür vardı ki ne yok oldu ne de gelişebildi. En zayıf tür olmalarına rağmen hayatta kalmayı başardılar.

Aralarındaki en zayıf tür, fiziksel ve enerjisel olarak yetersizlikleriyle diğerlerinden tamamen ayrılıyordu. Güçlü rakiplerinin arasında hayatta kalabilmek için dağlara, derin ormanlara ve karanlık köşelere çekildiler. Av konumunda olan bu varlıklar, hiçbir zaman doğrudan bir tehdit oluşturacak kadar güçlü olmadı. Ancak bu zayıflık, beklenmedik bir avantajı beraberinde getirdi: birbirlerine olan duygusal bağlılıkları ve iş birliği yetenekleri. Duygusal yoğunlukları, onları dayanıklı birer topluluk haline getirirken zekalarını ön plana çıkarmalarına olanak tanıdı. Bu, hayatta kalmak için yeni yollar bulmalarını sağladı.

Diğer türler enerjisel üstünlükleriyle ilerlerken bu tür, özenle yarattıkları ilahlarına yöneldi. Bu ilahlar, sadece birer inanç objesi değil, aynı zamanda yol gösterici figürlerdi; korkularını ve umutlarını bu ilahlara yansıttıkça, onların gücü büyüdü. Bu şekilde, zayıflıklarını inançla telafi ederek kendilerini koruyabilecekleri bir tabu oluşturdular.

Zamanla bu tür, diğerlerinden sıyrılarak daha kalıcı bir yaşam düzeni oluşturmayı başardı. Bu sayede nüfusları arttı, ormanlara, dağlara sığmaz oldular ama gidecek bir yerleri de yoktu. Korku içindeydiler. O anda ilahları, onlara göründü ve yol gösterdi. Gizlice verimli ve diğer ırklara uzak topraklara gitmelerini sağladı. Bu yer, bulundukları karanın en doğusuydu. Burada bir şehir kurdular ve bu şehre Ankhar adını verdiler. Bu ırk, insan ırkıydı ve Ankhar, ilk insan şehriydi.

Ankhar, yalnızca bir yerleşim yeri değil, aynı zamanda bu türün azim ve direnişinin bir sembolüydü. Şehir, ormanların ve okyanusun doğal korumasıyla çevrilmişti; böylece diğer türlerin saldırılarından uzak, güvenli bir sığınak sağlıyordu. Burada insan ırkı, ilk defa altın çağını yaşamaya başladı.

Yıllar boyunca insanlar, sınırlı enerjisel yeteneklerini zekalarıyla harmanlamayı başardılar. Bu birleşim, onları eşsiz kılan büyüsel araçlar ve silahlar yaratmalarına olanak sağladı. Aynı zamanda, kendilerini kurtaran ilahlara olan inançlarını asla yitirmediler. Bu inanç, onları hem bir arada tutuyor hem de ilahların enerjisel varlığını destekleyerek daha güçlü olmalarını sağlıyordu. Ancak huzur sonsuza kadar süremezdi.

Yüzyıllar geçti, Ankhar’ın nüfusu artmaya başladı. Topraklar artık onları beslemeye yetmiyordu. Açlık tehdidi giderek büyürken, insanlık hayatta kalmak için çevresini genişletmeye başladı. Önce şehri çevreleyen toprakları işlediler, ardından çevredeki ormanları yok etmeye başladılar. Bu genişleme, yalnızca yeni yaşam alanları yaratmakla kalmadı; aynı zamanda geçmişlerinin derinliklerinde yatan öfkeyi de uyandırdı. İnsanlar, ormanın ötesine geçtiğinde, karşılarında eskiden onları avlayan türlerin kalıntılarını buldular.

Bu noktadan itibaren insanlar durdurulamaz bir güç haline geldi. Ormanı geçtiler, yeni şehirler kurdular ve eski düşmanlarının izlerini tamamen sildiler. Her yere yayıldılar; zekaları, enerjiyi kullanma becerileri ve inançlarıyla, yalnızca hayatta kalmayı değil, aynı zamanda hükmetmeyi öğrendiler. Bonolade’nin bilincinin birer yansıması olan bu varlıklar, istemeden onun arzularını yerine getiriyordu. İnsanların yayılışı, gezegenin her köşesine ulaştığında, artık geri dönüş mümkün değildi. Böylece, insanların bitmeyen çağı başlamış oldu.

***

Loading...
0%