Yeni Üyelik
12.
Bölüm

8.Bölüm: Son Gece

@rubyregent

Mâar, bir kara ve bir su parçasından oluşuyordu. Su parçasına "Sonsuzluk Okyanusu", kara parçasına ise "Enokran" denirdi. Efsanelere göre, Enokran, tanrı Met’in bir armağanıydı; insanlığın huzur ve refah içinde yaşaması için yaratılmıştı. Ancak insanlar bu lütfu unuttu. Toprakları yalnızca kendilerine ait gördüler. Diğer bilinçli türleri aşağılık varlıklar olarak nitelendirip, onları acımasızca yok ettiler.

Bu süreçte, insan zekâsı ve büyü gücü büyük bir üstünlük sağladı. Zekâlarıyla alt edemediklerini büyüyle yok ettiler, büyüyle yenemediklerini zekâlarıyla alt ettiler. Bir zamanların aciz yaratıkları, Enokran’ın tek hâkimi olmuşlardı. Ancak bu güç, beraberinde açgözlülüğü getirdi. İnsanların kendi aralarındaki küçük anlaşmazlıklar kısa sürede büyük savaşlara dönüştü. Medeniyetleri bölündü, her biri farklı bir köşeye dağıldı.

Diğer türler için bu, bir fırsat anıydı. İnsanların birbirine düşmesiyle üzerlerindeki baskı azaldı. Zamanla bilinçli türler bir araya gelip bir direniş oluşturdu. Bu birliktelik, zekâ ve büyünün kusursuz bir birleşimiydi ve insanların üstünlüğüne karşı bir tehdit unsuru haline geldi. Ancak hiçbir tür, onları bekleyen asıl felaketten haberdar değildi.

Doğu Enokran'daki değişim önce fark edilmedi. İlk başta toprağın tuhaf bir şekilde verimsizleşmesi, su kaynaklarının azalması yalnızca doğal bir döngü gibi yorumlandı. Ancak Ankhar’ın küçük köylerinde yaşayanlar, gökyüzündeki kara bulutların günlerce dağılmadığını fark etti. Güneş ışığını tamamen yutan bu bulutlar, bölgeyi soğuk ve nemli bir karanlığa mahkûm etti. Bitkiler sararıyor, hayvanlar sebepsizce ölüyordu. Ancak bu sadece başlangıçtı.

Bir gece, Ankhar’ın sınır köylerinden birinde korkunç çığlıklar duyuldu. Yerliler, ışığa yabancı bir hareketlilik fark etmişti. Ardından yaratıklar ortaya çıktı. İnsan biçimine benzemeyen bu karanlık figürler, doğanın bir parçası değil, onun tam zıttıydı. Canlılardan yayılan hayat enerjisini emiyor, dokundukları her şeyi kurutup kül ediyorlardı. Onlardan geriye kalan tek şey, keskin bir çürüme kokusu ve ölüm sessizliğiydi.

Yaratıkların bu ilk saldırısından kurtulan olmadı. Ankhar’a doğru ilerleyerek daha büyük bir katliama başladılar. Şehirler büyücülerin koruma duvarlarıyla çevrilmişti, ancak bu koruma duvarları bile onları durduramadı. Çünkü Gece Yaratıkları büyüyü emiyor, enerjiyi kendi güçlerine katıyordu. Ankhar’ın büyücüleri, tanrı Met’ten yardım dilemek için ritüeller düzenledi, ama hiçbir cevap gelmedi. Tanrılar suskundu. Bu sessizlik, Ankhar halkının içine daha derin bir umutsuzluk yerleştirdi.

Yaratıkların ilerleyişi yalnızca Ankhar’ı değil, komşu bölgeleri de tehdit etmeye başlamıştı. Kendi aralarındaki çekişmeleri bir kenara bırakan insanlar ve insansılar, bu bilinmez varlıklarla yüzleşmek için çaresizce bir araya gelmeye çalıştılar. Ancak kaos ve korku onları birleştirmek yerine daha da parçaladı. Kendi hayatlarını kurtarma çabasıyla birçok grup, bölgeyi terk etti. Ormanların derinliklerine, dağların zirvelerine sığındılar, ama bu da işe yaramadı. Gece Yaratıkları, onları bulup yok ediyordu.

Bu süreçte Gece Yaratıkları'nın davranışları dikkat çekici bir düzene sahipti. Bilinçsizce hareket ediyor gibi görünseler de, sanki bir güç onları yönlendiriyordu. Hiçbir şey rastlantısal değildi. Önce insanları hedef aldılar; onların tapınaklarını, şehirlerini ve yaşam alanlarını yıkıp yok ettiler. Daha sonra insansıların topraklarına yöneldiler. Her yıkım, yeni yaratıkların doğuşuyla sonuçlanıyor, karanlık büyüyordu.

Doğu Enokran’ın yıkıma uğramasıyla başlayan felaket, tüm kıtayı pençesine almaya devam ediyordu. Gece Yaratıkları’nın ilerleyişi, öngörülemez bir hızla yayıldı. İlk başta yalnızca doğu kıtasına zarar verdikleri sanılsa da, onların varlığı yaşamın özüne bir tehdit oluşturuyordu. Toprağın enerjisini tüketiyor, bitkileri kurutuyor, hayvanların canlarını alıyorlardı. Sadece dokundukları değil, dokunmadıkları şeyler bile onların varlığından etkileniyordu. Hava ağırlaşıyor, gökyüzü koyu gri bir örtüyle kapanıyordu.

Korku ve çaresizlik içindeki halklar, önce kendi tanrılarına sığındılar. Tanrılarından yardım dileyen ritüellerin sayısı arttıkça, kutsal varlıkların yeryüzüne inmesi gecikmedi. Ancak tanrıların karşılaştığı manzara, onların bile dehşete düşmesine sebep oldu. Bu yaratıkların doğasına dair hiçbir şey bilmiyorlardı. İnsanlar ve insansılar tanrılarının şaşkınlıkla dolu yüz ifadelerini gördüklerinde, korkularının daha da büyüdüğünü hissettiler. Çünkü bu, yaratıkların ilahları tarafından gönderilmediği anlamına geliyordu.

Gece Yaratıkları durdurulamaz şekilde büyürken, bilinçli ırklar arasında artan panik, ittifak yerine daha fazla bölünmeye yol açıyordu. Kaçış planları yapıldı; kimi halklar okyanusun ötesine gitmeye çalıştı, kimileri ise kadim mağaraların derinliklerinde saklanmayı tercih etti. Ancak Gece Yaratıkları, onları saklandıkları yerlerde bile buldu. Her karşılaşma, sadece yenilgilerle sonuçlanmadı; her ölüm, bu yaratıkların güçlerini artırdı. Bu, sıradan bir savaş değildi. Bu, tüm yaşamı sona erdirmeye yönelik bir işgaldi.

Yaratıkların ilerleyişi durmaksızın devam ettiğinde, Enokran’ın dört bir yanından çağrılan büyücüler, âlimler ve bilge varlıklar bir çözüm aramak için bir araya geldi. Bazılarına göre bu yaratıklar, insan ve insansılar tarafından yüzyıllar süren savaştan doğan nefretin fiziksel bir tezahürüydü. Başkaları ise onların başka bir dünyadan ya da boyuttan geldiğini düşünüyordu. Ancak kesin olan bir şey vardı: Gece Yaratıkları’nın varlığı, sadece Enokran değil, tüm Mâar için bir son anlamına gelebilirdi.

Batı Enokran halkı, bu felaketten kaçınmak için Sonsuzluk Okyanusu’na doğru akın etmeye başladı. Devasa filolar inşa edildi, ama bunlar da yaratıkların ulaşamayacağı bir güvence değildi. Çünkü onların gücünün kaynağı bilinmiyordu; sadece fiziksel varlıklarından değil, etrafa yaydıkları kötü enerjiden de etkileniyorlardı.

Ancak hiçbir çaba, korkuyu durdurmaya yetmiyordu. Yaratıkların yaydığı karanlık enerji, Sonsuzluk Okyanusu’nun bile huzurunu bozmuştu. Dalgalar, kara kütlelerine çarparken kükreyen bir öfkeyle yükseliyordu. Geceleri gökyüzünde görülen yıldızlar, sanki bu karanlıktan kaçar gibi teker teker sönüyordu. Bu sadece bir yıkım değil, yaşamın temelinin çözülüşüydü.

Kaçış yolları tıkandıkça, insanlar ve insansılar arasında umutsuz bir sessizlik yayıldı. Sonsuzluk Okyanusu’nun derinliklerinden yankılanan bilinmeyen bir uğultu, yaratıkların ötesinde başka bir bilinmezin de yaklaştığını fısıldıyordu. Filolar, dalgaların arasında kayboluyor, kaçmaya çalışanlar birer birer yok oluyordu.

Batı Enokran’ın en yüksek zirvesinden bile, doğudan gelen karanlık bir sel gibi süzülen yaratıklar görülebiliyordu. Göz alabildiğine yayılan bu dehşet dalgası, yalnızca canlıların sonunu getirmekle kalmıyordu; umutları, inançları, geçmişi ve geleceği de tüketiyordu. Halklar, bir araya gelmek yerine düşmanlıklarının prangasında debelenirken, yaratıkların gölgeleri kalplerinde ve akıllarında da kök salıyordu.

Gökler kara bir örtüyle kapanırken, Sonsuzluk Okyanusu’ndan yükselen devasa bir dalga, kıtanın kıyılarını yuttu. Yaratıkların ilerleyişi karşısında, deniz bile kükreyerek çekilmişti. Gece Yaratıkları’nın liderleri olduğu söylenen devasa, insanımsı bir figür, ufukta belirdi. Gökyüzünde yankılanan boğuk, tanımsız bir çığlık, hem yeryüzünü hem de Enokran’ın kalan halklarının ruhlarını sarstı.

Bu artık bir savaş değildi. Bu, bir hüküm günüydü. Enokran, sadece bir toprak parçası değil; yaşamın kendisi, sessizce sona doğru ilerliyordu. Ve hiçbir ilah, hiçbir büyü, bu karanlık dalganın önünde duracak kadar güçlü görünmüyordu. Sonsuz karanlığın, Mâar’ı tamamen yutması an meselesiydi.

Loading...
0%